17 Kasım 2009 Salı

RENGARENK DUYGULARDA YAKALADIM SEVGİYİ!





Sevmeyi bilip, sevilmenin büyüsünde kaybolmak. Engin maviliklerde yepyeni sevgiler keşfetmek. Pembe bulutlardan maviliklere atlarken kenetlenmek sımsıkı yürekten yüreğe… Birbirine hem çok yakın hem de kilometrelerce uzak olduğunu düşündüğüm iki sıcacık kardeş duygudur sevmek ve sevilmek.


Alabildiğine derin, alabildiğine hassas bazen kırılgan, bazen çelik kadar sert ve dayanıklı, paylaşıldıkça kabına sığmakta zorlanan, hissedilmesi kadar hissettirmesi de insanlarda derin izler bırakan; aradaki upuzun mesafelere rağmen kalpten kalbe değebilen, rengarenk duygu yumaklarıdır. Çözüldükçe bağlanır, bağlandıkça çözülürsünüz enginliğinde.

Sevmek olağanüstü bir duygudur. Sevmek, hayatın şifresini çözen bir anahtar, yaşantınızı anlamlı hale getiren bir tılsım gibidir. Çünkü sevmekle içinize ve ruhunuza pozitif bir enerjinin dolmasını sağlarsınız. Bu sayede ufkunuz öylesine genişler ki, bu güzellik sizden etrafınıza bir güneş misali yayılır ve vardığı noktalarda bulduğu yürekleri sıcacık yapar.

İnsanın yüreğini tüm sevgilere açması ve etrafındaki her şeyi alabildiğince sevmesi kadar güzel bir şey düşünülebilir mi hayatta? Sevgi sizin kalbinizden sonsuz bir pınar misali coşup çevrenizdeki insanlara, dostlarınıza çağlar ve ardından paylaşımın en güzel yansıması olarak size gerisin geri döner. Bu geri dönüşler ise sizi daha çok sevmeye zorlar adeta. O nedenle değimlidir ki sevgiler paylaşıldıkça artar. Sevilmeyi tatmak için önce sevmeyi bilmek gerekir karşılıksız, hesapsız, masum ve en içten hislerle. Çünkü gerçekten sevmeyi bilemeyen ve gönül kapısını sevginin güzelliklerine açmayan bir insan asla sevilmenin değerini anlayamaz. Aslında sevmek tüm duyguların anasıdır. Sevgi yüreğinizi zenginleştiren yegane araçtır. Diğer duyguları besler, özellikle negatif duygulardaki aşırılığı frenler, insana yapıcılık kazandırır. Nefreti, kıskançlığı, çekememezliği silip götürür.

Sevilmenin tadı ve ayrıcalığı ise o kadar farklı bir güzelliktedir ki, insanların hayatı olumlu yönleriyle algılamalarında pozitif ve yapıcı roller oynar. Sevilen, sevildiğini bilen insanlar buna hiç doyamazlar, yüreklerinde duydukları sevgi ve sevilmenin hazzı onları her daim istekli, canlı ve ışıl ışıl yapar. Sevgiyi hücrelerinde öyle güzel hissederler ki, bunu yaşamlarının her anında bir ayna misali etraflarına yansıtırlar.

Yakınlarınız, arkadaşlarınız, dostlarınız, eşiniz, sevgiliniz, çocuklarınız ve çevreniz tarafından sevilmenin tadı hem çok güzel, hem de doyumsuzdur.

Sevilmek insana topluluk içinde özel olduğunu, değer verildiğini hissettiren son derece zarif bir duygudur. Çocuklar bu özel duygu ile büyür, kişilik kazanır. Tıpkı bedenimizin besinlere ihtiyaç duyduğu gibi, ruhumuzun da sevilmeye ihtiyacı vardır. İnsan ruhu sevgiyle beslenir. Sevgisiz kalan insanların ruhları aynen aç kalan insanların bedenlerine, susuz kalmış çorak topraklara benzer.

Sevmek, sevilmek bu iki güzel duyguyu alabildiğine yaşamak. Sevmenin güzelliğini, sevilmenin hücrelerimizde çiçek açtıran doyumsuzluğu ile birleştirin korkusuzca. Sevin alabildiğince çekinmeden “acaba beni sever mi ?” diye beklemeden; ilk veren , ilk el uzatan siz olun her daim. Kırın insanlar arasındaki o buz gibi saydam ve soğuk duvarları. Yılmadan, cesaretinizi asla kaybetmeksizin. Bir gün göreceksiniz ki, uzattığınız eller havada boş kalmayacak. Sıcacık ellerle buluşacak, gönüller sevginin güzelliği ile yoğrulacak.

Asla korkmayın ve sevin. Çünkü sevgi öyle güzel yayılır ve hak ettiği yeri öyle güzel bulur ki. O nedenle sevmekten çekinmeye, insanlara sevginizi göstermekten kaçınmaya hiç gerek yoktur.

Sevgide karşılık beklenmez, zaten karşılık beklenirse adı sevgi olmaz. İşte o nedenle çıkarsız, amaçsız, sadece sevmek gerekir yalın ve duru, çıkarsız ve karşılıksız. Her şeye, tüm olumsuzluklara rağmen sevmek,sevmeyi becerebilmek. O sonsuz muhabbeti paylaşabilmek gönülden, içten gelen hislerle.

Sevmenin yaşı, zamanı, mevsimi yoktur. Kendiyle barışık olan ve öncelikle kendini seven insanların öyle güzel kalpleri vardır ki, sevgiyi var etmeleri ve çevrelerine sunuşları son derece zariftir. Siz fark etmeden bir anda sevgileri ile sizi sıcacık sarıverirler. Gönlünüzü, içinizi ısıtır ve bir süre sonraki alışkanlıkları ile vazgeçilmez olurlar.

Sevgi gönlünüzdeki en güzel güneştir. Bırakın ışınları etrafa yayılsın. Sizinle beraber çevrenizdekilerin de içini ısıtsın.

Paylaşılan en güzel ve en özel sevgilerde bir gün, bir yerlerde buluşmak, limitsiz sevmek ve her daim sevilmek dileği ile…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
28/02/2004

UZAKLARDA BİR YERLERDE...




“UZAKLIKLARI YAKIN EDEN
  BAZEN BİR SESTİR
  BAZEN DE TEK BİR NEFES...”








Sevdiğin çok uzaklarda bir yerlerde olmamalı, aşıksan eğer dokunabilmelisin ona, ellerine, tenine, dudaklarına. Sarılıp omuzlarına, başını dayayabilmelisin saatlerce. Sıcaklığını hissedip, nefesini duyabilmelisin kendi nefesinde. Gözlerin gözlerinde erimeli belki de karşılıklı sarf edilen her bir cümlede. Böyle yaşanmalı aşklar, elele, gözgöze, dizdize gecelerde...

“Aşkın en sağlam sigortası mesafedir” der Enis Batur bir yazısında. Yazılarını severek izlediğim Can Dündar ise Yarim Haziran adlı kitabında “yıllar yılı hasretle beklediği ışığa kavuşan bir hücre mahkumu nasıl körleşirse, aşk da körelir yakına gelince…” diyerek aşkın hep uzaklarda yaşanması gerektiğini savunurlar .Onlara ve onun gibi düşünenlere saygım sonsuz ama bence;uzaklıklar yakın edilmeli, aradaki mesafeler özlem dolu yürekleri kanatmamalı sessizce ve derinden... Aşıklar yakın olmalı birbirlerine; denizin kumasala, ayın yıldızlara, suyun toprağa yakınlığı gibi. Tatları karışmalı birbirlerine an be an yaşanan heyecan doruklarında.

Böyle olmalı aşklar, yakından çok yakından yaşanmalı, kalp sesleri birbirine karışmalı aşıkların. Duyguları, sözleri birbiri içine akmalı yüreklerinde. En derinine inmeli yaşanan aşkın o büyülü dünyasında. Elele yepyeni güzellikler keşfedilmeli. Ortak paylaşımlarda doruğa tırmanmalı tadlar. O ana kadar hiç kimsenin yaşamadığı hazları kendileri keşfetmişcesine yüreklerinden bedenlerine akmalı. Yaşattırdıkları mutluluğu birbirlerinin gözlerindeki pırıltılarda izlemeliler an be an kesintisiz. Yanaklarını pembeleştiren, çiçekler açılmalı gönüllerinde birbirlerine sundukları herbir lezzette.

Böyle yaşanmalı aşklar derinden, korkusuzca, elele, dizdize, gönül günüle... Uzaklıklar hiç girmemeli o güzel yüreklerin arasına, telefonlara esir edilmemeli özlemler, gözyaşlarına dönüşmemeli en tatlı heyecanlar. Daha yaşanmamışken bitmeye mahkum olmamalı gönül dünyasındaki o en güzel yıllar...

Böyle yakından yaşanmalı bütün aşklar...

Aşklarınızı en yakınınızda tüm sıcaklığı ile yaşamanız dileği ile.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
05/10/2003

DOKTORUM BENİ ANLAMIYOR!


Sağlıkla ilgili son yıllarda yoğunlaşan bilimsel çalışmalar, hastalıklarla mücadelede gösterilen insanüstü çabalar, insan ömrünü uzatma yolundaki öneriler hemen hepsi sağlığımızla daha çok ilgilenmemiz, gerekli önlemleri en başından almamız, bu amaçla hastalanmayı beklemeden rutin kontrolleri vaktinde yaptırmamızın gerekliliğini ön plana çıkardı. Tüm bunlar bizlerin doktorlar ve hastanelerle daha yakın bir temas içinde olmamızı gerektirdi.


Ancak tüm bu kontroller için doktora, hastaneye koşarak giden kaç kişi var aranızda? Üstelik çok zorda kaldığınızda, ağrılarınız tavana vurup ızdırabınız dayanma sınırlarınızı aştığında bile hastane sözünü duyduğunuzda sizinde ayaklarınız gerisin geri gitmiyor mu?

İşte tam bu sorudan yola çıkarak çok kapsamlı bu konunun özellikle bizleri yakından ilgilendiren bir bölümüne hasta psikolojisine küçük bir pencereden bakmaya çalışacağım. Biliyorum ki burada paylaştıklarım pek çoğumuzun yaşadığı, hissettiği duygular olacak ve bizler belki bir satır arasında buluşacağız.

Her zaman dile getirdiğimiz gibi sağlık gibisi yok, üstelik bizler bu değerli hazinemizin kıymetini kaybedinceye kadar bilemiyor, koruyup kollamak yerine şartları zorladıkça zorluyoruz. Sonuçta gerek bu şekildeki zorunlu haller olsun, gerekse kontrol amaçlı; doktorların kapısını çalmak zorunda kalıyor, tüm hassasiyetimizle ve gardımızı indirmiş olarak karşılarına geçiyoruz.

Tam bu noktada karşılaştığımız tablonun rengi son derece önemli. Çünkü bizlerin böylesi anlarda her zamanki halimizden çok daha naif, çok daha hassas ve kırılgan olduğumuz bir gerçek. Bedenimiz belki küçük sinyaller de veriyor ama ondan da önemlisi ruhumuz…şefkat istiyor, ilgi bekliyor, kaygılardan kurtulup özgürce kanat çırpmak istiyor.

Bu yüzden olsa gerek doktorlarla karşılaştığımız andan itibaren onlara güven duymayı, sorunlarımızı endişelerimizi içtenlikle paylaşabilmeyi, sorularımıza yanıt alabilmeyi kısacası içinde bulunduğumuz o sıkıntılı periyodu onlarla hafifletmeyi istiyoruz. Onların ağzından çıkan her söz bizler için büyük önem taşıyor, çünkü moralimizi yeniden kazanma ve kendimizi yeniden motive edebilme gücünün hep bu sözcüklerde gizli olduğunu hissediyoruz.

İşte bu anlamda doktorlara, hemşirelere, tüm sağlık personeline büyük işler düşüyor. Bu psikolojiyi yakınen anlamaları aslında tüm sorunu çözecekken maalesef olmuyor, olamıyor… Mutlaka çok iyi doktorlarımız var, her ne olursa olsun insani duygularını kaybetmemiş, mesleklerine adeta tapan doktorlar… onları ayakta alkışlıyorum ama istisnalar kaideyi bozmuyor. Çünkü çoğu doktor hastasını önemsemiyor, onu küçümsüyor, soru sormasına dahi izin vermiyor, hatta azarlıyor, kısa bir iki cümleden sonra siz bir anda muayene kapısının önünde buluyorsunuz kendinizi. Aklınızda soramadığınız sorular, iyice karışan kafanız ve içinizi saran güvensizlik duygusuyla. Oysaki hasta psikolojisi önemlidir. Hastanın doktor karşınsındaki endişeleri, yaşadığı tatsız deneyimler sonrasında iyice derinleşir. Böyle bir psikoloji kolay kolay atlatılmaz ve işte bu sebeptendir ki bir sonraki randevuda ayaklarınız gerisin geriye gider.

Zaten toplum bilinci olarak sağlığımızı hep erteleyen, ikinci plana atan bir yapımız var. Elbette maddi olanaksızlıkların bunda büyük payı var ancak, gerekli donanıma sahip olsak da bu yapıyı terk edemediğimiz bir gerçek. Kendimizi yeterince önemsememe, bize bir şey olmaz deyip boş vermek de. Bunlar bizim eleştirilecek yönlerimiz ama ben bu çekingenlikte bu isteksizlikte doktor ve hastanelerin de önemli bir rol oynadıklarını düşünüyorum, hemde büyük bir yüzdeyle.

Üstelik her gün bir yenisini duyduğumuz sağlık skandallarını, ameliyat için yıllar sonrasına verilen günleri, tahlillerde yapılan ölümcül yanlışlıkları, bir doktorun ak dediğine diğerinin kara dediğini, sadece para uğruna ameliyat önerenleri, ameliyat sırasında alınan bıçak paralarını,… ve daha nicelerini düşünürsek aslında çizdiğimiz tablonun daha da karardığını kolayca görebiliriz.

Karşımızdaki bu gri siyah görüntüyü bile bile doktora, hastaneye yine de güle oynaya gidebilmek insanı oldukça zorluyor, öyle değil mi? Konu sağlığımız olsa da isteksizlik hat safhada oluyor. Çünkü soru işaretlerimiz hiç bitmiyor…

Doktorların bu anlamda öncelikle empati yapabilmesi gerekli diye düşünüyorum; gerekiyor ki hastasını ve o anda içinden geçenleri hissedebilsin. Düşünsenize siz zaten belirli kaygılarla, beyninizde yığınla soru işaretiyle ve biraz çaresiz biraz savunmasız bir halde onların kapısını çalmaktasınız. Bu noktada asık bir surat, soğuk bir merhaba ve tamamen hasta psikolojisine aykırı tavırlar. Gözlerinde bir an öce derdini söyle ve git dercesine bakan yarı kızgın bakışlar… İşte o anlarda içiniz daha bir kırılgan hale gelir; soracağınız soruları dahi unutur doktorun yüzünde minicik olumlu bir işaret ararsınız. Ama nafile…Sonuçta sağlığınızla ilgili endişeleriniz kaybolmamış, üstüne üstük daha da artmış bir şekilde, anlayamadığınız bir diyalogdan çıkıp kapı önünde bulursunuz kendinizi. Moraliniz sıfırlanmıştır, canınız öylesine sıkılmıştır ki doktorun uyarıları bile umurunuzda olmaz. Bir kez daha doktor ve hastane sözü duymak istemesiniz.

Elbetteki tüm bu olumsuz ve iç karatıcı tablonun dışında çok güzel örneklerle de karşılaşıyoruz zaman zaman. Mesleğini severek yapan, sizinle ve hastalığınızla ilgilenen, endişelerinize olan yaklaşımı ile dört dörtlük doktorlarımızda var ve olmalı! Öyle ki onlar bir süre sonra sizin en güvendiğiniz dostlarınız arasındaki yerlerini kendiliklerinden alıyorlar. Böylesi doktorlara denk geldiğinizde onları ömrünüzün sonuna kadar sahipleniyor, asla değiştirmeyi düşünmüyorsunuz.

Hep söylediğimiz gibi insanlar arası iletişim; el sıkmakla göz teması ile başlayan ve konuşmayla devam eden o süreç öylesine önemli ki bazı şeylerin oluşmasında. Bunu yakaladığınız anda, yani güvenebileceğinizi hissettiğiniz anda aradaki tüm engeller kalkıyor. Biliyorsunuz ki endişe dolu sıkıntılarınızla doktorunuza gitseniz bile o sizi bir şekilde rahatlatacak; ufkunuzu açacak, daha pozitif düşünmenize yardımcı olacak, size yol gösterecek, bilgilerini sizinle bıkmadan usanmadan paylaşacak, tüm sorularınızı yanıtlayacak. Gözlerinizin önünü perdeleyen gri bulutları sıcacık gülümsemesine eşlik eden anlayışı ile aralayacak.

Çünkü doktorluk dünyanın en saygın mesleklerinden bir tanesidir ve yapılanlar insan sağlığı söz konusu olduğu için hiçbir şekilde rencide edilmemeli her şeyin üstünde tutulmalıdır. Mesleğe adım atarken edilen o kutsal yemin bir takım art niyetlerin, kötü emellerin, para hırsının gölgesinde kalmamalıdır. Gerçekten özveri isteyen, emek isteyen, sevgi isteyen bu mesleğin adına yaraşır şekilde yapılması içinde doktorların daha anlayışlı olmaları ve hasta psikolojisini çok iyi analiz etmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Bilemiyorum belki de onlara çok yüklendiğimi, onların da bu ülkenin insanı olduklarını ve pek çok dertle mücadele etmek zorunda kaldıklarını unuttuğumu düşünebilirsiniz. Doğrudur ama mademki bu saygın mesleği yapıyorlar o halde; hastalarını karşılarına aldıklarında tüm dertlerini, sorunlarını, sıkıntılarını bir kenara bırakmış olmaları gerektiğine inanıyorum ben. O beyaz önlüğü giydiklerinde, o muayenehaneye adım attıklarında her şey pozitif hale gelmeli; tıpkı hepimizin işten eve dönerken evin kapısından bambaşka bir ruh hali ile içeriye adım atmamız gibi…

Doktorların hastalarını hep aynı gözle görmelerini, onları hastalıklarına göre değerlendirmelerini ve hayata olduğu kadar ölüme de alışkın olmalarını anlayabilirim ama tüm bunlar; hepimizin önce insan olduğumuzu unutturmaz.

Bizim daha duyduğumuzda içimizi acıtan hastalıklarla kaybedişlerle sürekli uğraşıyor olmak elbette doktorlara bir duruş bir vizyon kazandıracaktır ama bu onların hastalarına karşı acımasız olmalarını gerektirmez.

Doktorlar ne kadar ölüme yatkın olsalar da bizler değiliz, o nedenle bu tarz haberleri bizlerle paylaşırken acımasızlığı, o soğuk tavrı, o ruhsuz kişiliği bir yana bırakmalılar bence. Çünkü insan ne kadar hazırlıkla olursa olsun böyle bir haberi ilk duyduğunda alacağı şok, yaşayacağı ani travma gerçekten de önemli. Böylesi bir olayı birkaç defa çok yakından yaşamış birisi olarak biliyorum ki eğer yapınız güçlü değilse ruhunuzu korumanız gerçekten zorlaşıyor… hatta biliyorsunuz ki bu konuda bir ikilem var. Bir kısım doktor böylesi bir haberin hiç verilmemesinden; diğer kısım ise saklanmadan net bir şekilde hasta ile paylaşılmasından yana. Açık söylemek gerekirse bende saklanmasından yana değilim, her şeyin açık açık paylaşılmasının gerekli ve doğru olduğunu düşünüyorum çünkü bu hayat sadece bize ait, vereceğimiz kararlar da. Ama bu paylaşımın şekli, dozu ve sonrasındaki takip çok önemli. Çünkü hastalığınızın bedeniniz üzerinde yaratacağı olumsuz etkenlere birde ruhsal çöküntü travma eklenirse yaşama sıkı sıkıya sarılma şansınız kalmayacaktır. İşte doktorlar hastalarının elinden bu şansı almamalılar diye düşünüyorum ben. Haksız mıyım?

Yıllar önce bir bisiklet kazasında topuğuna ağır bir darbe alıp yaralanan kızımı kollarımda doktora götürdüğümde hissettiğim o duygusuz sert hareketleri dün gibi hatırlıyorum. Dönüşte kızımla beraber bende ağlamıştım, göz yaşlarımız her bir hıçkırığımızda birbirine karışmıştı. Yine bir başka tablo… Boğazları birbirine yapışık derecede şiş ve ateşli bir halde minik kızımla bir gece yarısı nöbetçi doktorun yanındayız. Mecburiyetten yapılan olumsuz davranışlara sesimi çıkaramıyorum ama bizlere sormadan kocaman bir iğneyi kızımın şiş bademciklerine batırıp iltihap akıtmaya çalışmasını, beceremeyince de bir şey yok diyerek bizleri paylamasını unutamıyorum. Oradan nasıl çıktığımı bilememiştim o beklenmedik kaba davranış sırasında. Bitmedi…daha altı ay önce en saygın hastanelerin birinde bir profesör tarafından hastalıkla ilgili sorduğum bir soru yüzünden azarlanmam ise işin bir başka boyutu. Tam tersine bir kısım doktor bizleri hastalıklarımız konusunda bilinçli olmaya davet edip, aklımıza gelebilecek her türlü soruyu sormamız gerektiği konusunda uyarıp, bu uğurda kitap yazmış olsalar dahi büyük bir kesim ne yazık ki bundan yoksun…

Ve maalesef bizler hastalığımızla yalnız ve çaresiz kalıyoruz böylesi doktorların karşısında. İşte benim sözümde onlara… Kim bilir bakarsınız bu satırları okuyup bir an için düşünen ve belki de bizlere hak veren doktorlar vardır aramızda. Sonuçta bizler insanız ve insanca yaşamı hak ediyoruz diye düşünüyorum ve ben yine de umutlu olmak istiyorum.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
02.12.2006

PAHA BİÇİLEMEZ DEĞERİMİZ SAĞLIĞIMIZ




Sağlığımız... yaşarken, hayatı adım adım tüketirken pek de farkına varamadığımız o nadide, o eşine paha biçilemez değerimiz. Hatta acımasızca har vurup harman savurduğumuz, hep bizimle olacağına sonuna kadar inandığımız, bir an için “nasılsın?” diye hatırını sormadığımız ya da sormayı aklımıza dahi getirmediğimiz sessiz can yoldaşımız. Bedenen ve ruhen eksikliğini daha o gitmeye başladığı anda hissettiğimiz, tekrar elde edebilmek için kıyasıya mücadele verdiğimiz belki de bize bağışlanan en değerli varlığımız. Günün ilk ışıkları ve kuş cıvıltıları ile sabaha gülerek merhaba diyebilmek ne büyük nimet aslında. Tek şartı sağlıklıyken bunun farkına varıp, tadını çıkarabilmek galiba. Tüm acılardan, sızılardan sıyrılmış duru bir güzelliği doyasıya yaşamak ve yaşattırmak... Sürekli olarak bedeninde ağrıyan yerlerini, acılarını, sızılarını hissederek; kendini, sonunun ne olacağını, hep bu acılarla yaşamak zorunda kalıp kalmayacağını düşünerek uyanmak yerine; sevdiklerini düşleyerek uyanmak ve başlayan her yeni günde, sağlıklı olduğumuz için bir kerecik olsun şükür edebilmek...


Sağlıklı olduğumuzu hissedebilmek dışarıdaki sıcacık güneşin, ılık akşam esintilerinin, güzel kokulu bir çiçeğin farkına varabilmek; gönlümüzün çektiğini yiyip içebilmek, tadlarını fark edebilmek; gün içinde hep rutin diye sıkılarak yaptığımız yığınla işi rahatça, kimseye ihtiyaç duymadan yapabilmek, kusacası yaşamanın aslında sağlıkla ne kadar güzel bir anlam kazandığının bilincinde olmak.

Sağlık nadide ve kırılgan olduğu kadar korunmaya ve ilgiye de muhtaçtır. Değerini bilmeden, anlamadan harcadığımızda bir daha eski halini yakalamanız mümkün olmaz. Gitti mi gider ne yazık ki, geri dönüşü çok zor ve zahmetlidir, asla ilki gibi de olmaz. Aslında sağlığımız başlangıçta bize sonsuz bir depo gibi görünür. Çok umarsızca harcarsanız eğer bir gün siz fark edemeden sonuna geldiğinizi görürsünüz ama artık yeniden doldurmanız için çok geçtir. O nedenle kıymetini bilmek arada bir hatırını sorup gönlünü almak ve yaşantımızda ne denli önemli olduğunu hatırlamak lazımdır.

Sağlığın önemini henüz kaybetmeden fark edenler, tüm güzel sabahları sevdikleriyle paylaşanlar ve hayatı doya doya sağlıklı yaşayanlar için...

Hep sağlıkla ve sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
24/7/2003

UÇURUMUN KIYISINDA



Tek sahnelik perdeyi yaşıyoruz hepimiz. Değişik yerlerde, değişik konumlarda üstlendiğimiz görevlerimizle beraber hayatı işliyoruz küçük ve naif dokunuşlarla. Kimi zaman yoğun, çoşkulu; kimi zaman durağan, yalnız ve çaresiz o kadar çok olay yaşıyor ve yaşatıyoruz ki çevremizdekilere. Bazen kırılgan bazen olgun tavırlarla karşılıyoruz yaşadıklarımızı. Ama öyle anlar var ki, uçurumun tam kıyısında olduğumuzun farkına dahi varamıyoruz. Mantığımızın ve aklımızın bizi yapayalnız bıraktığı o hassas anlarımızda uçurumun kenarında en kritik danslarımızı yapıyoruz aslında hayatla.


Boşvermişlik duygularımız inanılmaz cesaretimizle bir olup bizi adeta en kenar noktalara taşıyorlar bizden habersiz. Atacağımız tek bir adımla kendimizi uçurumun en dibinde göreceğimiz kadar kıyısındayız artık hayatın. Ve biz ne yapıyoruz? Bazen gözümüzü kulaklarımızı kapatıp her türlü öneriyi, geriye yapılan çağrıları duymazlıktan gelerek atlıyoruz uçurumdan aşağıya. Düşüyoruz en dip noktaya kadar. Bazen düşerken bile farkına varamıyoruz gerçeklerin, bize olacakların. Taa ki... en dipte kendimize gelip sersemliğimiz dindiğinde artık acılar ve gözyaşları ortak oluyor kaderimize. Kader diyoruz ama aslında bizim kendi tercihimizdi o yol ayrımı. Uçurumun kenarından düşmeyi biz bile bile seçtik, kendimizi kandırmayalım. Şimdi tüm olanları kadere yükleyip, kendimizi ya da vicdanımızı rahatlatmak mı gayemiz? O zaman kolay gelsin hepimize.

Bir de diğer yönden düşünelim, tam kıyısındayken uçurumun, görünmez bir elin sizi alıp geriye çektiğini, mantığınız duygularınıza yetişinceye kadar da size kol kanat gerdiğini hayal edelim. İlk şaşkınlığımız geçtikten sonra, hafif buruk bir tat ile beraber uçurumun kıyısından bakalım uçsuz bucaksız derinliklere. İşte yine kader önümüzü kesti... Ya da biz kaderimizi bu şekilde yönlendirdik; o vahim kazayı hiçbir yara almadan, göz yaşı dökmeden atlattık. Bu tercihi yapmak, yapabilmek kolay mı peki? Hayır, hiçde değil. Uçurumun kıyasındayken bir tek adımla daha da çok uçmak varken; insanın kendini frenlemesi, o ince çizgide kalabilmesi, kendini tutabilmesi o kadar zor ki... Ama zor olan olgular daha değerlidir belki de. Zoru başarmak zevk verir insana, değerini daha iyi anlarsınız, harcadığınız emek duygularınızı katmerleştirir çünkü.

Şöyle bir düşünürsek eğer, yaşantımızda çok kereler uçurumun kıyısında olduğumuzu fark ederiz garip bir şekilde. O kıyıda kader ile hayatımızın dansını yaparken minicik bir an durun ve soluklanın lütfen.

Belki de geri dönüş adımınız o kadar zor olmayacaktır kimbilir. Herkese uçurumlardan uzak dingin bir yaşam diliyorum.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
28/07/2003

NEDEN BU KADAR DUYARSIZ OLDUK?



Birer birey olarak toplumda yaşam mücadelesi veriyoruz her birimiz. Kariyerimiz, statümüz, geleceğimiz, ailemiz ve çocuklarımız için çalışıyoruz; hemde her türlü zorluğa rağmen yılmadan, ayaklarımızın üzerinde dimdik durarak. Her türlü çabayı hatta bazen insanüstü gayreti bile gösteriyoruz kendimiz ve sevdiklerimiz için. Ama ya diğerleri, bizimle aynı yaşamı paylaşan, aynı havayı soluyan çevremizdeki diğer insanlar? Onlar için neler yapıyoruz, haklarında neler düşünüyoruz? Belki de varlıklarından haberdar bile değiliz. Belki de çevremizde olup olmamaları bizi hiç ilgilendirmiyor.


Ne yazık ki acı ama gerçek bu sonuç. Peki ama neden bakış açımız bu denli kısıtlı?

Neden her şeyi görmemizi engelleyen at gözlüklerimizi bir kenara atıp çevremizde olup bitenle daha çok ilgilenmiyor, hassaslığımızı ve sevgi dolu kalbimizi yakınlarımız dışındaki insanlar için de kullanamıyoruz?

İşin içinde kendimiz ve sevdiklerimiz olduğunda akan sular dururken; tanımadığımız yardıma muhtaç insanlar için bu denli katı olabiliyoruz?

Bu nasıl bir döngü?

Kalbimiz, duygularımız değişebilir mi?

Yakınlarımızın başına gelen kötü olaylarda sızlayan içimiz, akan göz yaşlarımız yabancı bir insan söz konusu olduğunda durabilir mi?

Bence hayır! Toplum olarak yine de hoşgörümüz olduğuna, dünyanın en yardımsever, en merhametli insanların hep bizlerden çıktığına inanıyorum. İnanıyorum ama nerede bu duyarlı insanlar?

Kendisinde engeli olmadığı için engelli insanların verdiği yaşam mücadelesinde sessiz kalanlar, sadece uzaktan acıyarak ve merakla bakmanın yürekleri daha çok kanattığını bilmezler mi? Yardıma muhtaç, sevgiye ve ilgiye aç yığınla çocuğun ( çocuklarımızın) sokaklarda, bakımevlerinde çektiği yüz karası muameleleri görmezler; bir tanesinin yerine bile kendi çocuklarını koymazlar mı? Akıllarına her geldiğinde hiç düşünmeden yakınlarını, akrabalarını arayıp hal hatır sorarken; huzurevlerinde sıcacık bir elin dokunuşuna, yumuşacık sevgi dolu söyleşilere muhtaç yaşlıları düşünmezler mi? Huzur dolu evlerinde ayaklarını uzatıp yorgunluk atarken; yakacak bulamadığı için giysilerini yakmak zorunda kalan, morarmış ellerini nefesleri ile ısıtmaya çalışan kırık gönülleri bilmezler mi? Bir gün giydiğini diğer gün giymeyen, rengini, modelini hatta markasını beğenmediği için dolaplarda unuttuğu onlarca giysinin ve kullanmadığı eski eşyaların yardıma muhtaçların ellerinde aldığı değeri görmezler mi? Hasta olmadan, acı çekmeden henüz sağlamken organlarını bağışlayarak nice umutsuz insanın gözlerine yaşam sevinci yerleştirmenin güzelliğini hissetmezler mi?


NEDEN bu duyarsızlık?

Vermek, aldığını paylaşabilmek, hiç tanımadığınız gönüllerde sevinç pırıltıları yaratabilmek; küskün, hayata dargın bir insanı yaşama yeniden döndürmek; bir yaşlıyı bir çocuğu sevindirmek; bir engellinin sokağa çıkabilmesine yardım etmek, destek aradıklarında tek bir imza yada minicik bir maille onlarında arkalarında sağlam ve yıkılmaz kaleler olduğunu gösterebilmek;… tüm bunlar öyle naif hisler ki.

Bu minicik detaylar karşılığında yüreğinizde yaşayacağınız derin mutluluğun yerini hiçbir şey dolduramaz buna emin olabilirsiniz.

O halde harekete geçmek, ilk adımı atmak; çoktan gülmeyi unutmuş yüreklerde küçük ümit filizlerini yeşertmek için gayret göstermenin tam zamanı. Sadece uzaktan acımakla, hep başkalarının yardım etmesini beklemekle geçirmeyelim günlerimizi. Çevremizdeki olaylara, yaşayan insanlara daha duyarlı olmakla başlayabiliriz bu işe. Çocuklarımıza ilk eğitimi verirken bunun önemini o güzel yüreklerine yerleştirebiliriz. Yeter ki isteyelim canı gönülden, bakın neler çıkacak ortaya. Sizin iç huzurunuz ve parıldayan gözleriniz onlarca yürekte ses bulacak. Ben inanıyorum, yeter ki siz de inanın.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
06 01 2005

ÖLÜM BİZİ AYIRANA DEK...



Biliyorum, birazdan okuyacağınız satırlar bir çoğunuza belki de fazla abartılı yada çok pembe gelecek; ama ben yine de sizlerle paylaşmadan rahat edemeyeceğimi anladığım için seçtim bu özel konuyu. Evlilikten söz etmek istiyorum sizlere, birlikte bir hayatı paylaşırken aşkınızı toplum önünde resmileştirmenizden. Bence evlilik dünyanın en güzel olayı, yaşanmalı ve yaşatılmalı doya doya. Birbirini seven iki insan varsa ve yaşamlarını hep bir arada paylaşmaya karar verdilerse mutlaka evlenmeleri mi gerekli dediğinizi duyar gibiyim. Hem evlilik aşkı, o güzel büyüyü öldürüyor diyor bazılarınızda. Hepsine saygı duyuyorum ama ben yine de evliliğin bir insanın başına gelebilecek en güzel olay olduğuna inanıyorum. Tabii ki sözüm zorla yaptırılan veya mecbur kalındığı için yapılan evliliklere değil. Sözüm, birbirlerini seven ve yaşamlarını paylaşmaktan keyif duyan, aynı zamanda duygularını mantık süzgecinden de geçirebilme becerisine sahip insanlara.


İnanın bana evlilik, sevdiğiniz kişi ile aynı evi, aynı eşyaları, kısaca aynı hayatı paylaşmak çok keyifli…Buna yarısı sıkılmış diş macunları yada buz gibi gecelerde dahi açılan pencere camları dahil. Eğer gerçekten seviyor ve onsuz geçen her dakikayı özlüyorsanız olumsuz hiçbir şey size batmıyor ki. Yeter ki aranızdaki saygıyı da sevginiz kadar kutsal bilip koruyun. Bunu gerçek anlamda sağladığınızda herşey gerçekten de toz pembe olacaktır inanın buna.

Ben, ölüm onları ayırana değin birbirine aşık bir anne babanın oluşturduğu sıcacık bir ailede büyüdüm. Aşkı, sevgiyi ve özlemenin ne demek olduğunu yaşayarak öğrendim. Mutlu evliliklerin yine mutlu ve doyumlu çocuklar yetiştirdiğine şahit oldum. Aşkın, saygıyı koruduğunuz müddetçe asla kaybolmadığını, yıllar içinde müthiş bir sevgiye ve bağlılığa dönüştüğünü gözlemledim. Aralarında saygının boyutlarını koruyamayan ailelerde ise sevginin cam kavanozlar misali ufalanıp darmadağın olduğunu ve yapıştırılsa, onarılmaya çalışılsa bile asla eski haline dönemeyeceğini izledim.

Oysaki evlendiğinizde, o güzelliği ve ışıltıyı ömür boyu saklamak için kutsallığını bozmamak gerekiyor. Evet, evlilik son derece kutsal bir birliktelik. Sizlere sadece ve sadece onu korumak kalıyor. Saygı ve sevginizle yapacaksınız bunu da içinizden geldiği gibi ama azıcık özen göstererek. Paylaşımınızda aranıza asla maddiyatı sokmadan ve önce “ben “demeden tabii ki. Bu en tehlikeli iki konunun evlilikte hiç yeri yok bence. Etrafınıza şöyle bir bakın; evlilikler en kolay maddi sorunlar yüzünden bozulmuyor mu?

Evliyseniz aradan uzun yıllar geçse bile eşinizi her an özlersiniz. Birkaç günlük kısa ayrılıklar bile içinizi hüzünle sarıp sarmalar. Kavuştuğunuzda boynuna sımsıkı sarılıp sevginizi fısıldarsınız kulağına. Ne kadar kızıp söylenseniz de yorganı çekiştirmelerini, yataktaki yayılmalarını, yatarken ayağınıza değen sıcacık ayaklarını özlersiniz belli belirsiz.

Evlilikte mutluluk çanlarının hep sizin için çalması unutmayın ki yine sizin elinizde. Dört duvarınızı neşeli kahkahalarla çınlatıp, sevgi dolu çocuklar yetiştirmekte…

Bu güzelliği yaşamanız dileğimle.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
19/10/2004

4 Kasım 2009 Çarşamba

RUHUMUN KABUĞUNU KIRDIM!


Hayata bakıyorum kendi dışıma çıkarak ilk kez… yaşantımı, çevremi, insanları inceliyorum. Birdenbire yaşamı bu denli ciddiye aldığıma şaşırıyorum ve “neden daha önce değil de şimdi?” diyorum.

Siz hiç denediniz mi bilmem, zaman içinde kendi kendinize yarattığınız koruyucu kabuğun dışına çıkıp hayatınıza bir üçüncü gözle bakmayı… Korumasız, hassas ve son derece naif bir ruh halindeyken; sanki dokunuverseler kırılabilecekmişcesine narin duygularınızla, ruhunuz çırılçıplakken…

Sanki koşarak gittiğiniz ve aslında nereye gittiğinizi bilemediğiniz hayat yolunuzda aniden durmak, hız kesmek ve her şeyi daha net, tüm çıplaklığı ile görmek istemek gibi.

Tarifi zor…

Anıları, yaşananları birer birer hatırlayarak… Amaçlarımızı, onlar uğruna verdiğimiz onca çabayı, çektiğimiz üzüntüyü, döktüğümüz gözyaşlarını, yıldızlar kadar uzak sandığımız amaçlarımıza ulaştığımızda yaşadığımız garip boşluğu; damağımızda bıraktığı o tatlı mayhoş tadı. Biraz elde etmenin, erişilmezlere erişmenin sarhoşluğu, birazda ulaşılan amacın gözümüzde büyüttüğümüz kadar olmadığını anlamanın içimizi saran ezikliği…

Acıyor bir yerlerim, kabuğum yok artık. Her hatıra içimi daha bir acıtıyor; yaralanıyorum hatırladıkça, üzüntüm göz pınarlarımdan birer damla olup yanaklarımdan süzülürken.

Mutlu olmanın, sevip sevilmenin en güzel ve nadide taşları ile oynadığım satranç tahtasında kendi kendimi şah-mat ettiğimi hissediyorum.

Her şeyden korumasız halim; masum çocukların saflığına benziyor adeta. Gelebilecek her türlü acımasızlığa açık; yorumsuz, çaresiz, naif. Halbuki terazinin ağır basan yanı mutluluklarım, kazançlarım, elde ettiğim tüm amaçlarım, topluma kazandırdıklarım. Yine de bambaşka bir yerde, bambaşka bir kimlikte olmayı istiyorum nedensiz. Başıma gelecekleri, yaşayacağım zorlukları, kaybedeceklerimi bilerek.

Peki neden?

Cevabı yok galiba. Tüm suçum, ruhumu sarıp sarmalayan kabuğun kırılmasında mı acaba? Tüm suç yıllarca o kalkanın altına saklanan benliğimde mi? Bilmiyorum, bilemiyorum…

Tek bildiğim korkuyor olduğum. Kendimden, duygularımdan, vereceğim kararlardan, endişelerimden, her şeyden… Geriye dönmek isteyip de dönememekten, yıkılan köprülerimi yeniden kuramamaktan.

Çırpınıyorum deliler gibi kurtulmak adına çıplak ruhumdan, olur olmaz düşüncelerimden. Ama her çırpınışta bizi yaşama bağlayan pamuktan iplik daha da inceliyor sanki, koptu, kopacak. Ne zamana kadar süreceğini bilemediğim bu ruh halimle gözlerimi kapatıyorum yavaşça. Göz yaşlarım yine de akıyor göz pınarlarımdan kirpiklerimi ıslatarak. Ne garip… İnsan gözleri kapalı haldeyken de ağlayabilirmiş. Daha önce hiç fark edememişim.

Sessizliğin sesini dinliyorum bir yandan ve düşünüyorum. Düşündükçe rahatlayacağımı sanırken, yanıldığımı anlıyorum. Çünkü düşünme hızım o kadar fazla ki; saniyeler mertebesinde yığınla olay gözlerimin önüne dikiliveriyor. Sanki çok hızlı çalışan bir slayt makinası gibiyim. Ardı ardına açılan resimler görüyorum hızla. Her bir kare beni içine, yeni düşünceler yumağının tam ortasına çekiyor; gidip geliyorum, gidip gelemiyorum. Bu hız beni yoruyor hissediyorum. Halbuki şu anda gözlerim kapalıyken yapmak istediğim tek şey dinginliğe kavuşmak, düşüncelerimden olabildiğince uzak. Tıpkı masmavi bir denizin ortasında, bir kayıkta her şeyden uzakta olmak gibi. Kısa bir süre bu durumda kalmayı diliyorum, tüm düşünceleri beynimden uzaklaştırıp nefes almanın ritmini hissetmek, yavaşça…

Yaşıyorum, hayatın o en hızlı temposu yerini sakinliğe terk edip kabuksuz, çıplak ruhumla baş etmeyi öğrenene kadar yavaş adımlarla. Ama yeni bir kabuk, yeni bir koruma zırhı yaratmaya gerek kalmadan.

Başarabilir miyim? Şimdilik bilmiyorum ama en azından daha güçlüyüm ve deneyeceğim bunu biliyorum.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16/09/2004

KISKANÇLIĞIN SOĞUK NEFESİ ENSENİZDE Mİ?


Kıskançlık... bir türlü anlayamadığım, tanımlamakta zorluk çektiğim, insanların o güzel manevi değerlerinin yanına pek yakıştıramadığım bir karmaşık duygu.

İnsanlar neden kıskanırlar?

Kendi kendime bu soruyu defalarca sorduğum halde, yanıt bulmakta zorlanıyorum. Kıskançlık bana göre sevmeyi ve paylaşmayı tam öğrenememiş, ben duygusu ağır basan insanların kendi egolarını tatmin etmeye çalıştıkları yada bazı duygularını bastırmaya çalışırken yaşadıkları o soğuk ama bir o kadar da yakıcı duygu...

Kıskançlık her insanın doğasında vardır ve insanlık kadar gerçektir. Ama gerek aldığımız eğitim ve gerekse yaşam şeklimizle kimimiz kıskançlık nedir bilmezken, bazılarımız sadece kıskançlık yüzünden birbirlerinin canına kıyacak kadar değişim gösterebiliyor. Dahası bu duyguyu böylesine yoğun yaşayıp, sevdiklerine de hissettiriyorlar ve hayatlarını bir anlamda yaşanmaz hale getiriyorlar. Bir bayan kendisinden daha güzel bir bayanı, kısa boylusu uzun boyluyu, fakiri zengini, evsizi ev sahibi olanları, arabasız olanlar araba sahiplerini, gelir seviyesi düşükler daha güzel şartlarda yaşayanları, çocuk sahibi olamayanlar çocuklu aileleri, çoğunlukla da eşler birbirini kıskanıp duruyorlar. Peki ama neden? Ben esas gerekçeyi bir türlü bulamıyor ve kıskananları haklı göremiyorum. Belki de diğer duygularımın yanında yer vermiyorum, aslını isterseniz vermek de istemiyorum. Ama zaman zaman ensemde kıskançlığın soğuk nefesini hissediyorum...

Yazılarını severek takip ettiğim Ahmet Altan “Kıskanmak ve içinizdeki bıçak” isimli deneme yazısında bakın kıskançlığı nasıl özetliyor. “Şeytanın yarattığı gökkuşağı gibidir kıskançlık. İçinde siyahtan mora doğru her türlü karanlık rengin kıpırdaştığı bir gökkuşağı…”

Kıskanmayı kendimizden uzak tutalım ne olur, o soğuk duygunun önce kendi içimizi kemirmesine, sonrada karşımızdakilerin duygularını incitmesine izin vermeyelim. Özellikle çocuklar...onlara bu duygunun varlığını bile hatırlatmayalım. Tek yolu sevmek ve paylaşmak...Herkesi, her şeyi ayırt etmeden, karşılık beklemeden seven ve sahip olduklarını çevresindekilerle paylaşan çocuklar yetiştirelim. Bu o kadar da zor değil inanın bana.Bu duygu bütünlüğü içinde yetişen bir çocuğun arkadaşlarını, kardeşlerini ve ileriki yaşamında etrafındakileri kıskanmasına gerek kalmayacaktır o zaman.

İnsanların belirli hedeflere sahip olmaları adına, kendilerinden daha yüksek düzeydekilerle kıyaslama yapmaları onların kıskanmalarını gerektirmez ki. Beğenip, gıpta edebilirsiniz ve içinizden “keşke bende de olsa, keşke bende onun gibi olsam,...” dersiniz o kadar. Bu son derece masum, son derece naif bir histir ve hissedilmelidir. Ama kıskanmak, sahip olmadığımız bir değere başkalarının sahip olduğunu görünce içimizi kemiren o karabasana yenik düşmek...Bunu anlayamıyorum.

Ama biliyorum ki sevmeyi bilen, paylaşmayı isteyen hiç kimse kıskanmaz. Kıskançlığın o iç yakıcı duygusuna yenilip, hem kendine hem de sevdiklerine hayatı çekilmez hale getirmez.

Kalbini sevginin o eşsiz pınarına dayayan, sevgiye doyan, güvenmeyi bilen, paylaşımın erdemlerin en güzel duygusu olduğuna inanan insanlar... Hayat sizlerle güzel, sizlerle anlamlı inanın bana.

Kıskançlığın o soğuk nefesini ensemizde duymadığınız güzel günlere...

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20/09/2003

KADERİNİ KENDİN ÇİZ!



Doğarken elimize tutuşturulan boş film kareleri, yaşantımızı sarıveren acı tatlı tüm olayların üzerimizdeki etkisiyle renklenip, ileride hatırlayacağımız güzellikler halini almaya başlayıncaya kadar biz fark etmeden doluverir. Yaşantımızın sonlarına yaklaştığımızda ise birer film şeridi gibi gözlerimizin önünden akarlar, buna bazen hüznün gözyaşları, bazen acı özlemler, bazen pişmanlıklar, bazen de unutulmaz mutluluklar eşlik eder.

Her yeni yol ayırımı ve verdiğimiz, vermek zorunda olduğumuz yepyeni kararlar…İşte kaderimiz yada bir başka deyişle alınyazımız. Peki tüm yaşadıklarımızda, acı tatlı tüm olaylarda bizim hiç mi rolümüz, hiç mi katkımız yok dersiniz? Gerçekten de herkes kaderini mi yaşar sadece? Bence hayır. Sadece kadere, sadece alınyazısına inanmak, ona boyun eğmek olmaz. Çünkü bir yere kadar olaylar sizi alıp sürüklese de,bir köşe başında karar vermek zorunda olan yine sizlersiniz. Kendi iç sesiniz, hisleriniz ve mantığınız. Bir şekilde sağa yada sola gitmek, giderken diğer yoldaki tüm olasılıkları elinizin tersi ile itmek zorundasınız, hem de seçtiğiniz yolun size neler getireceğini bilmeden, bilemeden. Seçtiğiniz yol belki sizi bulutlarla kavuşturacak kadar size yakın olacak, belki de “keşke” nin o dayanılmaz kıskacı arasında bırakacak.

Ama başınıza gelen ve gelecek olan her ne ise tüm yaşamınızdan sadece siz sorumlusunuz. Hatalar, keşkeler… elbette ki olacak. Önemli olan onlardan ders çıkarıp bir sonraki yol ayırımında kendi lehinize kullanabilmek. Öyle değerler vardır ki, bunlar gerçekten de bizim seçimimizle ilgili değildir. Doğduğumuz şehir, ailemiz, sosyal statümüz bunlar bize doğarken verilen ilk değerlerdir. Kendi kendimize yetecek yaşa gelene kadar yaşadıklarımızda öyle. Ama ya sonrası… Yani yol ayırımlarında karar verecek durumda olduğumuz andan itibaren her şeyin sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz. Hayatımızı yaşamak adına. Bize verilen boş kareleri doldururken; seçtiğimiz arkadaşlar, gittiğimiz okullar, mesleğimiz, hayat arkadaşlarımız, çalıştığımız işler…hepsi bize ait kararlarla örülüdür. Kendimizi yaşamın içinde ve onca kalabalıkta yapayalnız, bomboş hissederken, bir anda önümüze çıkan ve bizi yüreğimizden yakalayan insanları hayatımıza sokup sokmamakta yine bize ait karardır. Bazen iç sesimize kulak verip onlarla tüm güzellikleri yaşamak adına cesurca kararlar verir; bazen de var olan düzenimizi bozmamak adına mantığımızı devreye sokup bucak bucak kaçarız. Hiç umulmadık bir anda bir yerde karşılaşmamız kaderin bir cilvesi; onun devamı ise bizim kendi tercihimizle oluşan bir film karesidir sadece. Sonuçta ya derin bir pişmanlık yada güzel bir birliktelik ve yaşanan hoş anılar sizi bekliyor olacaktır.

Hayatımıza kılavuzluk eden işaretleri çözmeyi bilip, kendimize en güzel şekli ile yorumlamaya çalışmak… İşte işin esprisi burada sanırım. Ama hangi tercihi yapacak olursanız olun, cesaretiniz asla kaybetmeyin. Değişikliklerden, yeniliklerden kaçmayın. Hayatınızın süs çiçekleridir onlar. Kendiniz korumak adına kapalı bir kutu içinde yaşamak yerine hayatınızı renklendirin. Süs çiçeklerine de fırsat verin. O film karelerini en tatlı hatıralarla doldurmak, yolun sonuna geldiğinizde pişman olmamak için. Dolu dolu yaşayın, gökkuşağının her renginden kendinize yeni güzellikler keşfetmeyi öğrenin.

Kaderinizi güzelleştirmek içinde öncelikle olumlu düşünmeye çalışın ve yürekten inanın. Bir şeyi çok ister ve gerçekten inanırsanız hayalleriniz gerçekleştirebileceğinizi ise asla unutmayın.

Yaşam öyle kısa ki, ertelemeye gelmiyor, siz siz olun sakın yaşamı ertelemeyin. Hiçbir şeyin hayatta garantisi olmadığını da unutmayın.Yarın hiç olmayacakmış gibi dolu dolu yaşayın hayatınızı. Bazen deli dolu, bazen dingin, ama yüreğinizin sesine ayak uydurarak ve her bir dakikasından zevk alarak.

Yatırımlarını daima mutluluk üzerine yapanlardan ve verdiği kararların arkasında cesaretle duranlardan olup, bunun keyfini sürün. Cesaretsizliğe köle olanlar gibi “keşke” lerin derin girdabında boğulmayı ise aklınıza dahi getirmeyin.

Şu anda yepyeni bir yol ayırımında olabilirsiniz. İçiniz kıpır kıpır, hafif bir endişe zaman zaman içinizi doldursa da, heyecanla ve cesaretle karar vermeyi bekliyorsunuz. Terazinizin bir kefesine kaybedeceklerinizi koydunuz, diğer kefesine ise sadece umutlarınızı. Mantığınız size engel olmaya çalışsa da iç sesiniz umutlarınıza sımsıkı bağlanmış durumda bırakmak istemiyor. Can Dündar’ın dediği gibi köprüleri yakmaya hazırsınız yeni köprüler kurabilmek için. Seçtiğiniz yolun her adımında görülmeye değer bir manzara, her köşesinde bir sürpriz, her dönemeçte unutulmaya yüz tutmuş duygular ve heyecanlar sizi bekliyor biliyorsunuz, hissediyorsunuz.

Şu anda hayatı geriye bakıp anlamayabilmeyi değil, ileriye doğru alabildiğince yaşamayı istiyorsunuz. İşte kaderiniz ellerinizde, haydı artık ne duruyorsunuz?

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

12 03 2004

İÇİMİZDEKİ unutMA SESİ...


Unutmaya çalışırken bize acı veren o kişiyi, kalbimizi paramparça eden, yaşantımızdan bir anda yıllarımızı alıp götüren o hüzünlü olayı, bizlere hatırlatacak her şeyden olabildiğince uzaklaşmak… ya da tam tersine hergün, her saat yaşamak yine, yeniden , defalarca ve bıktırırcasına.

Unutmak istemi; sanki hatırlamak istemediklerimizi, gönlümüze, aklımıza, düşüncelerimize daha çok yaklaştırır. Boğmaya, yok etmeye çalıştığımız, bir zamanlar bizi kötü bir şekilde etkileyen olaylar silsilesi ki; bu bir aşktan ayrılık, bir terk edilme, varımızı, yoğumuzu, işimizi kaybetme, yaşadığımız ve ölümle burun buruna geldiğimiz kötü bir kaza veya sevdiğini ebediyen kaybetme olabilir; yakamıza öylesine sarılmışlar, beyin kıvrımlarımızın arasına öylesine yer etmişlerdir ki… Tam unuttuğumuzu sanıp, rahatlayacağımız anlarda, taptaze önümüze dikiliverirler, sanki dün yaşanmışcasına içimizi acıtırlar, bir tırpan misali kazdıkça kazarlar.

İnsanoğlunun genel yapısıdır bu. İyi olayları, mutlu anılarımızı kendiliğinden hak ettikleri yerde ve güzellikte titizlikle korurken; bize yaşamı çekilmez hale getiren, dayanma sınırlarımızı alabildiğine zorlayan tüm kötü anılarımız biz unutmaya çalıştıkça bizi yaralamaya, kabuk tutan yerlerimizi yine yeniden kanatmaya devam eder. İlginçtir ama gerçektir.

Kimbilir belki de kaçmak, o hatıralardan tamamen uzaklaşmak yerine onlarla iç içe yaşayıp bir süre sonra kanıksamak bizi daha az yaralayacaktır. Her an gözümüzün önünde duran eşyaları düşünün bir kez. Sürekli etrafımızda oldukları için bir süre sonra onların orada olduklarını fark etmeyiz bile. Peki ya düşüncelerimiz ve anılarımızda öyle mi? Bilinçaltımız biz “unut” dedikçe aksine unutmayı reddeder. Daha çok acıyı, o anıların en ince detaylarını tek tek önümüze serer. Dışarıdaki bir yabancı misali, gözlerimizin önünden bir film şeridi geçer gibi geçer unutmak istediklerimiz.

Unutmak, unutabilmek gerçekten silmek mümkün mü acaba?

Bunun için en iyi ilaç zamandır. Çünkü zaman hatıralarımız üzerinde bir nevi törpü görevi görür. Hem güzel ve tatlı anılarımız, hemde kötü ve bizi derinden yaralayan hatıralarımız için aynı hızla çalışır. Her geçen gün, her yitirilen dakika ve saatle beraber unutmaya olan yatkınlığımız artar. İşte bu nedenle değil midir ki en güçlü aşkların zamana yenik düşmesi, evlilik tarihlerinin unutulması, yaptığımız ilk dansımızın partneri, bebeğimizin en güzel ve sevimli dakikaları, ilk söylediği keyifli sözcükler, ilk araba kazamız, ilk başarısızlığımız, öğrenciyken aldığımız ilk kırık not, çocuğumuzun ilk adımları, ilk hayal kırıklığımız… tatlı, acı tüm anılarımız…

O halde unutmaya fazlaca çaba harcamadan zamana bırakalım tüm kötü hatıralarımızı. Öyle ki üzerinden yeterli zaman geçtiğinde ve gün gelip artık hatırlanamaz hale geldiğinde biz bile şaşıracağız buna. Nasıl olup da unuttuğumuza. Eskiden kalbimizi paramparça eden kötü anılar dudaklarımızda naif bir tebessüm yaratacak sadece.

ZAMAN!
Haydi bekliyorum seni
Belki biraz sabırsızım ama
Öyle ihtiyacım var ki sana
Ve en çok da UNUTMAYA!!!

Sevgiyle kalın.
BELGİN ERYAVUZ

16.02.2004

HAYALDEN GERÇEĞE GİZEMİN KOYNUNDA


Hayalleri, onun getireceği çoşkuyu heyecanla bekletmeden, bir an bile tereddüt etmeden yaşamak, hem de delicesine, en çılgın en olmaz diyebileceğimiz anlarına kadar. Bırakın bazen çok masum olan hayallerimiz zaman zaman azgın denizler misali çoşsun, dalgalansın; o çoşkunun ardından gelecek dinginliği ve huzuru da yaşamanıza izin verin kendinize. Çünkü insanlar hayalleri ile yaşar, hayal kurduğu sürece yaşadığının farkına varır. Çünkü kurulan hayaller gerçeklerle aramızdaki köprüler gibidir. O an için en ulaşılmaz görünenleri bile.

Küçücük bir çocukken kurduğumuz masum hayaller, ilerleyen yaşımızla birlikte şekil alır, yön ve boyut değiştirir. Ama yaşımız kaç olursa olsun kurduğumuz hayaller yaşantımızın birer parçasıdır. Gün gelir kurduğumuz hayalleri özler, onlara ulaşmak için delice özlem duyarız. Gün gelir kurduğumuz hayallerin çılgınlığı karşısında şaşkına döneriz. Bazı bazı gerçek olması için her yolu deneriz. Adeta hayaller yaşantımızın birer parçası haline gelir.

Düşünsenize bir kere, hayal edebileceğiniz o kadar çok şey var ki yeryüzünde. Mesela bir minik balık olup denizde yüzdüğünüzü, engin maviliklerde, o eşsiz güzelliklerde saatlerce kalabileceğinizi hayal edin. Her biri birer tablo eseri izlenimi veren o tarifsiz manzaranın tam ortasında olmak, engin sessizlikte kalabilmek ne hoş bir duygudur. İçinize dolan dinginlikle kendinizi hafiflemiş hissedersiniz, mutluluğunuz bir anda ne kadar da artar.

Veya bir beyaz güvercin olup, gökyüzünde özgürce kanat çırptığınızı düşünün. Masmavi gökyüzünde, pembe beyaz bulutlarla oynaşır, arada bir güneş ışınlarına göz kırpar ve süzüldükçe özgürlüğünüzü hissedersiniz, hem de alabildiğine. Bilmediğiniz diyarlardan , denizaşırı ülkelere gider, görmediğiniz yepyeni güzellikleri keşfedersiniz.

Kendinizi hayalinizde en çok olmak istediğiniz bir meslekte de düşünebilirsiniz. En çok yapmak istediğiniz işi yamanın size vereceği keyfi düşünerek, bunu beklide gerçek yaşamınızda da gerçekleştirebilirsiniz. Çünkü hayaller insanların bakış açılarını genişletir, ufuk çizgilerini sınırsız boyutlara taşır. Böylece her kurulan hayal makul olduğu ölçüde gerçeklere dönüşmek yolunda kamçılayıcı bir etken yaratacaktır kendi iç dünyanızda. Hayalleriniz sizi gerçek dünyanızdaki amaçlarınıza ulaşmanızda bir araç olacaktır. Hayallerinizde aşkın sınırsız yolculuğunda durdurak beklemeden yol alabilirsiniz. Hayallerinizde aşkınızla elele, gözgöze bulutlarda gezinebilirsiniz. Mutluluğunuz hayal dünyanızda katmerleşerek artar, çünkü bu dünyada ayrılıklar, kavgalar, yanlış anlaşılmalar yoktur. Bu dünyada sadece sevgi, alabildiğine aşk ve hoşgörü vardır. Bu dünyadaki özlemler sevgiyle yoğrulmuş kalbinizi belki kendinden habersiz, belki de haberi olan aşkınızla aranızda bir iletişim köprüsüdür zaman zaman.

Hayal kurun kurabildiğiniz ölçüde, sınırsız hayaller dünyasına yolculuğa çıkın her fırsat bulduğunuzda. Kendinize normal yaşantınız içinde küçük zaman dilimleri ayırın ve kurduğunuz hayallerinizle mutluluğunuza mutluluk katın. Yaşayın doya doya, hayattan tad alarak, hayal dünyanızın genişlettiği bakış açınızla etrafınızdaki güzellikleri fark edin.

Kurduğunuz hayallerinizin gerçek taraflarını, her gerçeğin size kazandıracağı artıları yakalamanız dileği ile...

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16/08/2003
Kıbrıs-Magosa

GURURUN KESKİN VİRAJINDA


Gurur… gururlu olmak… zaman zaman damarlarımızdaki kanın asilliği ile bağdaştırdığımız ve ölesiye övündüğümüz bir karakter yapısıdır gurur. Uğruna pek çok şeyi feda ettiğimiz; pek çok şeye gönlümüzü, gözümüzü kapatıp yıktığımız; üzüntümüzü, acımızı siperine yatırdığımız; göz yaşlarımızı arkasına sakladığımız büyük güç…

Ne gariptir ki uğruna yitirdiklerimiz ne kadar çoksa, o ego, o gurur denen güçlü yapı daha bir belirginleşir sanki içimizde. Gururumuz vardır ya gerisi boştur nasılsa. Oysaki gururdur bizi sevdiğimizden ayıran, gururdur en güzel işimizi bir anda kaybettiren ve yine o gururdur saadet dolu yuvamızı bir el pençesi ile yıkıp darmadağın eden. Bir anlık öfkeye kurban ettiğimiz en değerli varlığımıza, sevdiğimize bile gururumuz nedeni ile asla dönemeyiz. Ağzımızdan çıkacak tek bir özür, tek bir sevgi sözcüğü her şeyi unutturacak kadar gizemli iken, biz gururun esiri oluruz tüm yaşamımız boyunca.


Gururun keskin ve geri dönülmez virajlarında duygularımızı birer birer harcarız çoğu zaman. Gidene, kaybettiklerimize değil de gururumuza önem veririz. Onun sırtını sıvazlarız çoğu kez, onu yaşatmak; virajlarını daha da keskinleştirmek için belki de. Yitip giden değerleri görmezden gelerek çoğu zaman.

Gururun dozunu ayarlamak ve kendi içimizdeki kişilik saygımızla bir güzel harmanlayıp yaşamak işin püf noktasıdır aslında. Çünkü diğer türlü yalın ve sade gurur, bastırılamadığı için önüne gelen her şeyi yıkıp parçalayan bir rüzgar gibi esebilir zaman zaman. Böylesi bir rüzgarın ardından kırılmış kalpleri, yıkılmış gönülleri toparlamak, eski hallerine döndürmek öyle zordur ki…

Zaten yine o meşhur ve katı gururumuz buna bile izin vermeyecek; o sıcacık kalplerin, sevgi dolu gönüllerin üzerinden silindir gibi ezip geçmeniz için sizi sürekli sıkıştıracaktır. Sonuçta siz gururunuza yenik düşecek ve yapayalnız kalacaksınız onca kalabalık yaşamın içinde; siz, gururunuz, yalnızlığınız, keşkeleriniz, yıktıklarınız, yıkıntılarınız…

Halbuki gün; hayatın içine yavaş yavaş karışmakta ve karışırken de hayatın içinden alacağınız şeylerin giderek fazlalaşmasını sağlamak zamanıdır. Bir şeyi yıkmak, bir kalbi kırmak, tüm güzellikleri elinizin tersi ile bir anda yok etmek öyle kolaydır ki. Zor olan karşılıklı ilişkilerde yumuşaklığı korumak, duyguların incinmesine, bir cam misali kırılıp tuzla buz olmasına izin vermemektir kesinlikle. İşte o nedenle gururun fazlası zararlıdır. Önlem almadığınız taktirde, gün gelir gururunuz gözünüzü öylesine boyar, benliğinize öylesine sahip çıkar ki. Onsuz tek bir adım bile atamaz hale gelirsiniz; yaşamınızın her anında, attığınız her adımda gururunuz sizden bir adım öndedir çünkü. Oysaki kendi iç saygınızla her an kontrolünüz altında olan gururdan size zarar gelmeyecektir.

Aşırı gurur; gölgeleri yüreğinizin üstüne düşürür, içinizdeki güneşi söndürür. Öyle ki yapmak istedikleriniz, duygularınız, kendi iç sesiniz gururunuzla çarpışır durur. Ama bu çarpışmadan zaferle çıkan sadece gururunuzdur. Siz gururlu ama kırgın kalpler dünyasında gezinir durursunuz hayat boyu. Attığınız her adımda hayat skalanızdaki “keşke” leriniz artarken, kaçırılmış onlarca fırsatın, boşa geçirdiğiniz yılların arasından gururunuz size acı acı gülümser, yine de fark etmezsiniz. Tüm kaçırılan değerleri telafi için elinizi çabuk tutmanız gerektiğini, bir adımında öyle yada böyle mutlaka sizin tarafınızdan atılmasının artık şart olduğunu düşünseniz de; ah… o zalim gururunuz buna izin vermeyecektir bir türlü. Sizi sizden bile kıskanan, tek başınıza kalmanıza sebep olan bu yoğun karakter yapısı sizi tamamen esir almıştır.

Oysaki her şeyin aşırısının zararlı olduğunu unutmamak gerekir.İşte buradan hareketle gururumuzun da aşırı dozlarda olmasına, karakter yapımızı bozmasına, karşılıklı ilişkilerimizde yıpratıcı boyutlara gelmesine izin vermeyelim.

Hayatın tüm güzelliklerinin, yumuşak ve sıcacık kalplerin içimizi dolduran sevgilerinin değerini bilelim. Mutluluğu ve bizi sevenlere göz kırpalım ustalıkla. Sevdiklerimize sıkı sıkıya sarılalım. Yaşarken yaşatalım hakkınca, ama o gururumuzun esiri olmadan.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06 04 2004
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...