17 Ağustos 2025 Pazar

İNSAN KÜTÜPHANESİ (2/2)

2016 yılından itibaren İstanbul Sabancı Üniversitesi öğrencileri, Toplumsal Duyarlılık Projeleri kapsamında yıllık olarak düzenlenen bu etkinliğe katılıyor.

Tıpkı bilinen normal kütüphaneler gibi, İnsan Kütüphanesinde de okuyucular, kütüphane görevlileri, kitaplar ve kitap katalogları var.

Elbette buradaki kitaplar bizim gibi insanlar.

Farklı sosyal gruplardan, çoğunlukla ayrımcılığa ya da toplumsal dışlanmaya maruz kalmış, kalıp yargılardan nasibini fazlasıyla almış, yüksek IQ'ya sahip, eski alkolik veya zorbalığa uğramış ilginç kişiler.

Amaç farklı sosyal gruplardan insanlar arasında yapıcı bir diyalog kurulması.

Rahat ve güvenli bir ortamda yapılan bu diyaloglar sayesinde, kalıplaşmış yargılar sorgulanıyor.

Okuyucu, seçilen kişi ile kişisel bir diyaloğa girip, yaşadıklarını, hayat hikayesini öğrendikçe yeniden düşünüyor.

Bir zaman sonra ön yargılar yıkılıyor.

Karşılıklı empati artarken, günümüzde unutulmaya yüz tutmuş hoşgörü yeniden can buluyor.

Son olarak 3 Temmuz 2024 tarihinde Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleştirilen "Yaşayan Kütüphane: Okuyan Kitaplar" etkinliği bu projeyi bir adım öteye taşır.

Böylece daha önce İnsan Kütüphane'sine katılmış insanlar arasında bir diyalog ortamı yaratılmış olur.

Karşı karşıya gelen insanlar birbirlerini dinlerken, birbirlerinin deneyimlerini de öğrenmiş olur.

Bir anlamda toplumun farklı kesiminden insanlar, farklı yaşam deneyimlerini öğrendikçe; birbirlerini daha kolay anlamaya başlar.

Sevgisizlik, aşağılama, hor görme gibi negatif duygular daha kolay törpülenir.

Kim bilir belki de bu ve benzeri yollarla, her zaman önemsediğimiz SEVGİnin tohumları; ekilen kalplerde yeşerirken dünya insanlarını bir nebze olsun gülümsetir.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

03.05.2025

Kaynaklar: https://cip.sabanciuniv.edu; https://onedio.com; https://www.hiwellapp.com.

 

 

 

 

 

 

 

İNSAN KÜTÜPHANESİ (1/2)

Hepimizin aslında farkında olduğu, hatta yanlış olduğunu bildiği halde yine de yaptığı bir davranış şekli; karşımızdaki kişiye ön yargıyla yaklaşmak.

Oysaki ön yargı (olumlu veya olumsuz) her türlü, başkalarını adil bir şekilde yargılamamızı engelliyor.

Çünkü ön yargının etimolojik tanımı, bir kişi ya da bir şey hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan bir değer yargısı geliştirmek.

Yani tam olarak bilinmeyen bir duruma karşı takındığımız bir tutum söz konusu.

Peki ön yargı ile mücadele etmek mümkün mü?

Evet.

Bu amaçla ‘İnsan Kütüphaneleri’ kurulmuş.

Bu kütüphanede kitaplar yerine insanlar var.

Yaşayan, nefes alan insanlar.

Bu nedenle belki de bu projede ‘İnsan Kütüphanesi’ ifadesine ek olarak ‘Yaşayan Kütüphane’ de diyebiliriz.

Projenin genel amacı, insanlara ön yargılarından kurtulmaları için bir olanak sağlamak.

2000 yılından itibaren uygulanan bu özel projeye dünya üzerindeki seksenden fazla ülke katılmış.

İlk örnek Danimarka’dan.

Bu kütüphanede bir kitap yerine bir kişi ödünç alınıyor.

Ardından 30 dakika boyunca onun hayat hikayesi dinleniyor. Aralarda akla gelen her türlü soru sorulabiliyor.

Burada bulunanların belirli ünvanları var. Tıpkı ödünç alıp okuyacağımız kitabın kapağında yazan ismi gibi.

O kişilerden herhangi birinin yaşam öyküsü dinlendiği zaman; bir kitabı sadece kapağına bakarak yargılamanın yanlışlığı gibi; aslında o kişiye nasıl da ön yargılı bir tutumla yaklaşıldığı kolayca anlaşılıyor.

Çünkü bu kütüphanede sorunlar paylaşılıyor.

Yargılanmadan dinleniyor.

Toplum içinde olduğunu, bir anlamda değer gördüğünü hisseden kişiler sorunlu hayatlarını paylaştıkça rahatlıyor.

Bir anlamda terapi görmüş gibi hissediyor.

Bununla beraber bu anlatım sırasında karşısındakini dinleyen kişi de hayatın zorluklarının sadece kendisinde olmadığını fark ediyor. Bir anlamda hem anlatan hem de dinleyen paylaştıkça; karşılıklı olarak birbirlerinin yaralarına merhem oluyor.

Farkındalık karşılıklı olarak artıyor.

Daha anlayışla davranılmanın önemi hissediliyor.

İnsan kendi yaşadıklarını sorgularken koyduğu acımasız kalkanı kaldırma cesareti gösteriyor.

Kısacası herkes birbirine şifa oluyor.

Ülkemizde de bu özel projenin benzer uygulamaları var. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

03.05.2025

6 Ağustos 2025 Çarşamba

KARA BEDEN (3/3)

Sarah’ı Paris sokaklarında yalnız ve çaresiz halde bulanlar tarafından bu kez de hayat kadını olarak çalıştırılır.

Kendisini hor gören, her şekilde aşağılayan, hakaret edip kullanan, insandan çok hayvan olarak gören Avrupalı beyaz erkeklerin adeta oyuncağı haline gelir.

Para karşılığı erkeklere satılır. Sıraya giren soyluların ardı arkası bir türlü kesilmez.

 Gelin görün ki, kısacık yaşamının o upuzun süren işkencelerine daha fazla dayanamaz.

Sonunda 1816 yılında henüz 23 yaşındayken, Paris'te hayata veda eder.

Belki de ilk defa acıları son bulmuştur.

Ama o da nesi?

Bu kara bedenin dramı henüz bitmemiştir.

Ölümünden hemen sonra; bilimin en parlak dehalarından birisi olarak kabul edilen, ‘paleontolojinin kurucu babası’, Fransız bilim insanı, cerrah George Cuvier tarafından vücudu yarılır.

Beyni ve ü r e m e organı çıkarılır. Özel sıvı dolu kavanozlarda saklanarak Paris İnsanlık Müzesi (Musée de l’Homme) ‘ne konur.

Ardından bedeninin kalan parçaları bir şekilde birleştirilir. Doldurulur. Mumyalanır.


Paris’te halka açık bir müzede sergilenir.

Ta ki 1974 yılına kadar.

Kadın ve insan hakları derneklerinin yoğun baskısı sonunda sergilendiği müzenin deposunda saklanır.

Bu tarihten 20 yıl sonra; Güney Afrika Başbakanı Nelson Mandela tarafından Fransa’dan iadesi istenir.

Aradan yıllar geçer.

Tarih sayfaları 2002 yılını gösterdiğinde saklandığı depodan teslim alınır.

Bedeninden geriye kalanlar, doğduğu topraklarda kendi kabilesi tarafından kendi gelenekleriyle gömülür.

Ölümünün üzerinden geçen tam 186 yıl sonra vatanındadır kara bedeni.

İlerleyen yıllarda; özellikle insan ve kadın hakları kuruluşlarının referansı olan Sarah’ın bu acı dolu yaşamı, çeşitli kitaplara, makalelere, filmlere konu olur. . Onlardan biri olan ‘Venus Noire’ isimli film, Sarah’ın hayat hikayesini tüm dünyaya anlatırken; yapımcısına pek çok ödül kazandırır.

Son söz olarak yapılan araştırmalar maalesef pek çok Afrikalı kadının; benzer koşullarda benzer eziyetleri yaşamak zorunda bırakıldığını gösteriyor.

1870 yılından 1960’lı yıllara kadar Afrika’dan getirilen kadınlar, erkekler ve hatta çocukların; etrafı dikenli tellerle çevrili hayvanat bahçelerinde teşhir edildiğine dair ‘İnsan Hayvanat Bahçeleri’ isimli 2020 yılındaki yazımda da belirttiğim gibi; medeniyeti dillerinden düşürmeyen ülkelerin geçmişleri çok da parlak değil.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

31.03.2025

Kaynaklar: http://www.birikimdergisi.com; http://sanatkaravani.com; https://tr.wikipedia.org; https://dunyalilar.org; https://www.cumhuriyet.com.tr; https://belgineryavuz.blogspot.com/2020/05/insan-hayvanat-bahceleri-12.html.

 

 

 

KARA BEDEN (2/3)

Sarah henüz 21 yaşındadır, sahibi olan İngiliz subay tarafından bir sirke satıldığında.

Yüzü rengarenk boyanır.

Sımsıkı kıyafetler giydirilir.

Yetmezmiş gibi siyah kıvırcık saçlı başına tüyler takılır.

Sonra da sirkte bir kafes içinde zorla dans ettirilerek sergilenir.

Sirke gelen Avrupalılar onu şaşkınlık içinde seyreder.

Kendisini izleyenler tarafından sürekli hakaret, alay, sataşma ve tacize uğrar.

Bir süre sonra bir müzeye götürülür. Camdan bir kutuya hapsedilir. Boynunda zincirle kıyafetsiz olarak sergilenmeye devam eder.

Ziyaretçisi gün geçtikçe artar. Özellikle Avrupalı erkeklerin isteği üzerine cam kutunun kapısı açılır.

Ona dokunan, dürten, taciz edenler, hatta bedenine iğne batırıp bıçakla kesenlerin sayısı gün geçtikçe artar.

Gün gelir Sarah çektiği acılara dayanamaz ve bayılır.

İşte ancak o zaman dinlenme hakkı kazanır.

O artık İngiliz erkeklerinin eğlence kaynağı olmuştur.

Kısa sürede ülke çapında ünlenir.

Posterleri yapılarak dört bir yana asılır.

Akla gelebilecek her türlü gösterinin yegane malzemesidir artık.

Aradan tam dört acı dolu yıl geçer.

Günler böyle geçerken, takatini tamamen kaybedip ayakta duramayacak hale gelince Paris'teki bir gezici sirke satılır.

Ne yazık ki orada da vahşi hayvan terbiyecilerinin deney tahtası olmuştur.

Meraklar tatmin edilince, sirk tarafından bir bilim insanına satılır.

Bilim insanı Sarah’ın bedeninden canlı canlı parçalar alır. Onları kendince değerlendirir ve Avrupa ırkını göklere çıkaran bilimsel makaleler yazar.

Sonunda bir çöp gibi sokağa atılır Sarah.

Sonra ne mi olur? (devamı 3/3’de)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

31.03.2025

KARA BEDEN (1/3)

Kara bedeninde hayat bulmaya çalışan bir kadının dramı var bu yazımda.

İçimizi burkan, kalbimizi ince ince titreten ve sorgulatan bir öykü.

Normalde hayata can katan kadınların, ne yazık ki hayat boyu verdikleri yaşam mücadelesi hiç bitmiyor.

Çağlar öncesinden bugüne değişen ne var diye düşündüğümüzde, elimizde kocaman bir ‘HİÇ’ yanıtı kalıyor.

Sarah Sartjie Baartman.

Güney Afrika'da 1789 yılında doğmuş bir kız çocuğu.

İlk talihsizliği, ne yazık ki henüz doğumunda kendisine can veren annesini kaybetmesi ile başlar.

Yeryüzünün ilk insanları olduğu düşünülen Khoikhoi – Hotanto kabilesine mensup babası tarafından büyütülür.

Bu zenci kavim aslında Afrika’daki diğer zenciler arasında en açık renkli olanları. 170.000 yıl öncesinden günümüze uzanan hayat yolculuklarındaki yaşam biçimleri ve inanışları oldukça farklı. Ortalama boyları 1,66 metre kadar.

Kadınlarının en belirgin özelliği ise k a l ç a ve ü r e m e organlarının normalden hayli büyük olması.

Tarlada çalışırken bebeklerini k a l ç a larında kolayca taşıyarak iş yapan bu kadınlar; anatomik yapıları nedeni ile kendi kabileleri tarafından tercih edilen kadınlar olur.

Sarah’ın doğduğu yıllar Afrika’nın İngiliz sömürgesi altında olduğu acımasız zamanlara denk gelir.

Babasını İngiliz sömürgecileri ile girdiği koloni çatışmasında kaybetmesi ile ikinci talihsizliğini de yaşar ne yazık ki.

Böylece Pieter Cesars isimli siyahi bir tüccarın kölesi olarak, Cape Town’daki bir çiftlikte hizmetçi olarak çalıştırılır. 

Kısa sürede sömürgeci Hollandalıların ilgisini çeker.

Günlerden bir gün tüccarı ziyarete gelen Alexander Dunlop adındaki bir İngiliz subayı tarafından satın alınır.

Henüz 19 yaşındayken Avrupa’ya götürülür.

Mensubu olduğu kabile kadınlarının o kahredici özelliklerini fazlasıyla taşıyan bedeni nedeniyle; daha ilk andan itibaren ilgi çekmeye başlar.

Onu satın alan İngiliz subay, Sarah’ın bu sıra dışı özelliğini kullanabileceğini düşünerek onu Londra'ya götürür.

Avrupa’ya adım atması ile korku, endişe ve acı dolu yıllar başlamış olur. (devamı 2/3’de)

30 Temmuz 2025 Çarşamba

800 YILLIK GELENEK

Güneybatı Avrupa'da İber Yarımadası üzerinde yer alan Portekiz’in başkenti Lizbon'da, neredeyse 800 yıllık bir kadim gelenek hala uygulanıyor.

Hem de iki farklı yerde.

Bir tanesi tarihi ve kültürel açıdan zengin Mafra beldesinde yer alan Mafra Milli Sarayı içinde.

1717-1755 yılları arasında Barok mimarisi tarzında yapılmış bu manastır ve saray kompleksi; aynı zamanda 1910 yılında milli anıt olarak, Portekiz'in yedi harikasından biri kabul edilmiş.

Bu sarayın ikinci katında Rococo tarzında yapılmış muhteşem bir kütüphane var.

Mafra Milli Saray Kütüphanesi.

Zemini pembe, gri, beyaz ve diğer renklerdeki mermerlerle tam bir görsel şölen yaşatırken; ahşap kitaplık raflarında yaklaşık 36 bin deri kaplı çok kıymetli eser bulunur. Bir kısım esere ise paha biçilemez.

Diğer kütüphane ise Portekiz'in batısındaki Coimbra kentinde.

Avrupa’nın en eski eğitim kurumlarından biri olan Coimbra Üniversitesi’nin içindeki Joanina Kütüphanesi ( Biblioteca Joanina), tam bir Barok kütüphanesi.

Kütüphane bünyesinde diğerinde olduğu gibi zengin bir kitap arşivi var.

Kıymetli el yazmaları ve değerine paha biçilemeyen yaklaşık 60.000 cilt eser kitaplık raflarını süsler.

Bu nedenle de dünyanın en güzel kütüphanelerinden biri olarak kabul edilir.

Söz konusu kütüphaneleri bir araya getiren ve ilginç yapan ise kitapları korumak için yıllardır uygulanan sıra dışı yöntem.

YARASALAR.

Bu yazıya denk gelip araştırmaya başlamadan önce kütüphaneyi, kitapları ve yarasaları aynı ortamda düşünmek aklıma gelmemişti.

Oysaki buradaki uygulama tam 800 yıllık bir geleneğe bağlı olarak yıllardır yapılıyor.

Her iki kütüphane içinde de iki yüzyıldan uzun süredir yaşayan bir yarasa kolonisinin bulunduğu söyleniyor.

Yarasalar, eski ve son derece nadide kitaplara zarar verebilecek böcekleri yiyerek onları koruyor.

Nasıl mı?

Geceleri, neredeyse kütüphanenin ev sahipliğini yapan yarasalar kış aylarında gizlendikleri oymalı ahşap raflardan çıkar.

Eski kitapların arasında uçmaya başlar.

Nadide sayfalara zarar verebilecek böceklerle beslenirler.

Yaz aylarında ise kütüphanenin dışındaki meyve bahçesinde yaşamayı tercih ederken, her dönem kitapları kemirecek böcekleri avlamakla meşgul olurlar.

Bu sayede kimyasal madde kullanımına gerek kalmadan zararlı böcekler yok edilir.

Ancak bu sırada yarasaların oluşacak dışkılarının kütüphane mobilyalarına ve ahşap yüzeylere zarar vermemesi adına bir başka önlem daha alınır.

Her akşam, ziyaret bitiminde kütüphane görevlileri tarafından  okuma masaları özel bir örtüyle kaplanır.

Sabah olunca kaldırılıp, kütüphane özenle temizlenir.

Bu çalışma yılın her günü hiç aksatılmadan yapılır.

Bu mükemmel koruma yöntemi sayesinde tarih, mimari, kitaplar, doğa ve insan tam bir uyum içinde; yaşama en güzel imzalarını atar.

Son yapılan araştırmalarda veriler; kitapların artık özel sistemlerle korunduğunu savunsa da; kütüphane görevlilerinin geleneği yaşatmak adına uzun kulaklı gri yarasaları beslediklerini not ediyor.

Dünya çapında yaklaşık 1.400 türü bulunan ve gerçek uçuş kabiliyetine sahip tek memeli olan yarasaların bu faydalı dokunuşunu öğrendikten sonra; onlar hakkındaki olumsuz düşüncelerimizin bir nebze de olsa azaldığını düşünüyorum.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

08.05.2025

Kaynaklar: https://www.egitimsistem.com; https://kayiprihtim.com;  https://www.milliyet.com.tr;  https://www.oktayaras.com.

 

 

21 Temmuz 2025 Pazartesi

GERÇEK ANLAMDA ZAMAN (3/3)

Bu azim ve cesaretle tam 10 yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir mağarada yerin tam 134 metre altındaki zifiri karanlığa iner.

Bu defa kendisine hedef aldığı süre 6 ay olur.

Bu uzun sürede yine dış dünyadan tümüyle izole bir şekilde yaşayacaktır.

Mutlak karanlık ve adeta sağır edici sessizlik içinde deneyimine başlar.

Deneyin ilk günlerinde alışkın olduğu rutini korumaya çalışır. Bedenindeki yorgunluğu, açlığı izler.

Ona göre yemeye ve uyumaya özen gösterir.

Gelin görün ki gün ışığı ve saat olmadan zaman algısı bozulmaya başlar. Günler geçtikçe zihni bulanıklaşır.

Bu arada ilk haftalarda 26 saatlik bir uyku-uyanıklık döngüsü yaşayan Michel Siffre; deneyin 37. gününde günlük rutininden tuhaf bir şekilde kopar.

Ardından günlerin bazen 15 saat kadar kısa; bazen de 50 saat kadar uzun algılandığı bir dönem yaşar.

Elbette bu değişimler Michel Siffre’nin ruhsal durumunu olumsuz anlamda etkiler. Gün ışığından uzakta, temassız geçen günler nedeniyle oldukça yıkıcı bir depresyon hali ortaya çıkar.

Zihinsel durumu hızla bozulur.

Paranoyaklaşır.

Halüsinasyonlar görmeye başlar.

Gerçeklikten tamamen kopar.

Aklı darmadağındır artık.

Güneşten, dünyadan, takvimden, saatten tamamen izole kalarak biten 6 ayın sonunda;  onu yukarıdan izleyen diğer bilim insanları mağaraya iner.

Tam 1 ay süreyle Michel Siffre ile birlikte mağarada kalıp; deneyin sonuçlarını beraberce değerlendirirler. Kendisine göre sadece 151 gün geçtiğini düşünen bu cesur bilim insanı, yer altında kaybettiği zamanı öğrenince şaşırır.

Veriler ışığında bedeninin gün ışığından bağımsız olarak kendi saatini icat ettiğine hep beraber şahit olurlar.

Yaşadıkları ilk şoku atlattıklarında ise; insan beyninin yerleşik bir zaman sistemine sahip olduğunun kanıtlandığını anlarlar.

Aradan yıllar geçer.

Meraklı ve azimli bilim insanı 1999 yılında yer altına yeniden iner.

Artık genç değildir. Bu defa amacı, yaşın ve yaşlanmanın sirkadiyen döngüye olan etkilerini gözlemlemektir.

Aşırı ve zorlayıcı koşullarda insan biyolojisini anlamaya takıntılı ruh hali ve zihnin sırlarını açığa çıkarmak isteği; yaşamı boyunca devam eder.

Çünkü insan zihninin kilidini açan anahtarın zamanla bir ilgisi olduğuna inanır.

Tüm bu deneylerin sonunda; psikolojik etkileşimle beraber değişen uyku-uyanıklık döngüsünü etkileyen en önemli faktörün gün ışığı olduğu kesinlik kazanır.

Hepimizin kabullendiği 24 saatin doğal bir döngü süresi olmadığı anlaşılır.

Dünya genelinde buna benzer başka deneyler de yapılır. Bunun için bazıları mağaraları, bazıları özel tasarlanmış, yalıtılmış mekanları tercih eder.

Elde edilen verilerle sonuç hep aynı çıkar.

İnsanların zaman algısı tamamen değişir.

Kendi deyimi ile “Çılgınlığa yavaş bir kayma“ yaşayan Michel Siffre sayesinde; sirkadiyen ritim araştırması, uzayda astronot izolasyonu ve hücre hapsinde ruh sağlığı konularının önü açılır.

Sayesinde modern uyku biliminin ve zaman psikolojisinin temelleri atılır.

Peki ya kendi hayatı?

Bozulan ruh sağlığının iyileşmesi yıllarını alır. Mağaradaki günleri yıllarca peşini karanlık bir gölge olarak takip eder. Üstelik kalıcı hafıza kaybı yaşar. Kısacası keşifleri için sağlığından olur ve büyük bir bedel öder.

“Akıl kendi başına bir evrendir. ”  diyen Michel Siffre, 25 Mayıs 2024 yılında, doğduğu şehirde 85 yaşında hayata veda eder.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

23.04.2025

Kaynaklar: https://listelist.com; https://eurasiadigital.medium.com; https://tr.wikipedia.org.

 

 

 

 

 

GERÇEK ANLAMDA ZAMAN (2/3)

Michel Siffre, zaman kavramına takılmadan, karanlıkta, saat olmadan, hiç bir ses olmadan, bir anlamda dış dünyadan tamamen izole bir halde yaşamanın nasıl bir his olacağı fikrine adeta saplanıp kalır.

Bu şekilde yaşamanın insan ruhunu nasıl etkileyeceğini merak ederek, gözlem yapmaya karar verir.

Hem de kendi üzerinde.

Tüm itirazlara ve uyarılara kulak tıkayarak bu tehlikeli deney için hazırlıklar yapar.

16 Temmuz 1962 yılında Fransız Alpleri’ndeki buzulda Scarasson uçurumunun 100 metre derinliğinde bir mağaraya iner. Hava sıcaklığı sıfır derecenin altında, nem oranı ise %100'dür.

İlk mağara deneyimi bu zor şartlar altında gerçekleşir.

Yanında dış dünya ile irtibat kuracağı hiçbir şey yoktur.

Her uyuduğunda, uyandığında ve yemek yediğinde; mağaranın dışında, ondan haber bekleyen bilim insanları ile kısa irtibatlar kurduğu basit bir telsiz aleti dışında.

Mağarada kaldığı günler boyunca okur, notlar alır, araştırmalar yapar ve çokça düşünür.

Bedeninin istediği zamanlarda yemek yer ve bolca uyur.

Kısacası kendi zaman kavramına göre hareket eder, özgürdür bir anlamda.

Ancak gün ışığından yoksun olduğu için yavaş yavaş zaman kavramını yitirmeye başlar.

Tam iki ayını burada izole bir şekilde geçirir.

14 Eylül'de bulunduğu yerden çıktığında tarihin 20 Ağustos olduğunu düşünür. Çünkü kendine göre mağarada sadece 35 gün kalmıştır.

İşte o zaman Michel Siffre ve diğer bilim insanları; şaşırtıcı bir şekilde aşırı izole haldeki yaşamın; zamanın diğer insanlardan farklı bir şekilde algılanmasına yol açtığını anlar.

Bu sayede kronobiyoloji (biyolojik ritimleri ve altta yatan mekanizmaları inceleyen bilim dalı) ve sirkadiyen saat gibi hususlarda önemli veriler elde edilir.

O zamana kadar biyolojik saat ile gün döngüsünün uyumlu olduğunu düşünenler; değişen uyku-uyanıklık döngüsüne kafa yormaya başlar.

Çünkü mağara deneyinde Michel Siffre’nin biyolojik saati, mağarada geçen ilk birkaç günden hemen sonra 48 saatlik uyku-uyanıklık döngüsüne adapte olur ki; bunun 32 saati sürekli hareket, 16 saati ise uykuyla geçer. Ve bu bir rutin haline gelir.

İşte 1962 yılında gerçekleşen bu deney, bilim dünyasının zamana bakışını tamamen değiştirir.

Gelin görün ki bu deney 23 yaşındaki genç bilim insanı için yeterli olmaz.

Tamamen izole şekilde yaşamın insan bedeni ve ruhu üzerindeki etkilerini daha derinden incelemek isteği daha da artar. (devamı 3/3’te)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

14.04.2025