"Gerçekle
düş arasındaki savaşta, güçlü tarafın gerçek olmadığını belirtmekten mutluluk
duyarım."
Üzerinde
düşünülecek hayli derin bir cümle öyle değil mi?
Annesi
İrlandalı, babası Prusyalı olan; Pulitzer ve Nobel ödüllü; Amerikalı yazar John
Steinbeck tarafından söylenmiş bu anlamlı söz.
Şimdi
paylaşacağım ve maalesef kanınızı donduracak konunun sonunda; bir kez daha
okursanız, belki kendinizi bir parça da olsa avutursunuz diye düşündüm.
Hepimiz
biliyoruz ki hayvanat bahçelerinin tarihteki ilk ortaya çıkışı çok eski yıllara
dayanıyor. Hayvan koleksiyonu oluşturmakla başlayıp, yabani hayvanları
sergilemeye ve insanlara bilmedikleri hayvanları yakından göstermeye kadar
uzanan bir süreç.
Günümüzde
doğadan koparılan hayvanların zorla tutulmasına olan tepkiler artarken ve
hayvanat bahçelerinin kapatılması gündemi zorlarken; insanlık ayıbı olarak çok
yakın geçmişte yaşananları öğrenmek içimizi acıyla dolduruyor maalesef.
Aynı
‘Hayvan-at Bahçeleri’ gibi ortaya çıkmış ’İnsan-at Bahçeleri ya da İnsan
Hayvanat Bahçeleri’.
Tam
anlamıyla bir insanlık ayıbı olarak tarih sayfalarında yerini almış. Üstelik
uzun yıllar boyunca varlığını sürdürmüş.
İlk
kez 1874 yılında vahşi hayvan tüccarı olan Alman Carl Hagenbeck tarafından
uygulamaya konur. Avrupa'nın en önemli hayvanat bahçelerinin sahibi olan Hagenbeck; başlattığı hayvanat bahçesi mimarileri
ile bu alanda bir devrim yaratır.
Ancak gelin görün ki bir gün bahçesindeki
egzotik hayvanların arasına insanları da eklemeye karar verir.
Bu
amaçla Afrika'ya Uzak Doğu’ya seyahatler yapar. Orada yakalanan ve zorla
getirilen yerliler birer ikişer hayvanların arasında sergilenmeye başlar. Ve ne
ilginçtir ki bu fikir çok tutulur. İnsanlar tıpkı hayvanlar gibi kafesler
ardında sergilenmeye başladıktan sonra hayvanat bahçeleri dolar taşar.
Londra’dan
Paris’e, Hamburg’dan Barcelona’ya, Varşova’dan Milan’a kadar Avrupa'nın önemli şehirlerinde devasa
kalabalıklar toplanır. Bu işe para yatıranlar inanılmaz paralar kazanır. Derken
çığ gibi yayılan insanat bahçeleri Amerika’yı da etkisine alır.
Yaşadıkları
topraklardan zorla koparılıp getirilen binlerce çocuk, kadın, erkek; zengin
beyaz insanlara ilkelliği, vahşiliği göstermek amacıyla demir parmaklıklar
ardına konur. İzleyenlerin gözü önünde maalesef olmadık eziyetlere maruz
bırakılır.
Bu
eziyeti yaşayanlar arasında Kızılderililer, Afrika yerlileri, Eskimolar,
Aborjinler ve
Hintliler başı çeker. İnsan değil, insana yakın varlık olarak
isimlendirilirler. Oysaki tek farkları ırkları, tenlerinin rengidir.
Sadece
1889 yılında Paris’teki Dünya Fuarı’nda milyonlarca insan; sömürge ülkelerden
getirilen ve maalesef çıplak ya da yarı çıplak olarak sergilenen çok sayıda köleyi
görmeye gelir. Aşağılar. Alay eder. Kafeslerin dışından itip kakar. Kafes
ardındaki hayvanlara yaptığı gibi yiyecek atar.
1896
yılında Amerika Cincinnati’de Kızılderili kabilesi Siyular sergilenir. Bir yıl
sonra bu gösteri Paris’te tekrarlanır.
1906
yılında Marsilya, 1907 yılında bir kez daha Paris, 1922 yılında yeniden Marsilya, 1931 yılında
Paris derken; bu insanlık ayıbı her sene artan meraklı izleyici kitlesi ile
devam eder.
1931
yılında Paris Eiffel Kulesi'nin altına kurulan alandaki sergiyi ise altı ay
içinde tam 34 milyon kişi gezer. Bu bir rekordur.
Yıllar
yılları kovalarken ve insan acımasızlığı katlanarak artarken; maalesef
kafeslerde yaşamaya mahkum edilen insanlar birer birer ölmeye başlar. Nedeni alışık
olmadıkları hava şartları, tutuldukları sağlıksız ortamlar, yetersiz beslenme
ve yakalandıkları salgın hastalıklar olur.
Nihayet
1958 yılında Brüksel’de açılan insanat bahçeleri tartışmalara neden olunca eski
gücünü kaybeder. İzleyiciler azalınca insanat bahçeleri birer birer kapanmaya
başlar. Köleler de serbest bırakılır.
Ancak
bu köleler arasında bir kişi var ki onun hayatı sonradan filmlere konu olur. (devamı
2/2’de)
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
19.12.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder