29 Aralık 2019 Pazar

TEBESSÜMLE GELSİN YENİ YIL



Zamanın dur durak bilmeyen koşuşturmasını durdurmaya gücümüz yetmiyor. 
Yavaşlatmaya bile…

Öte yandan değişim; girmiş zamanın koluna; elindeki davulu inletircesine gümbürdeyerek geliyor tam karşımızdan.

Peki bizler ne yapıyoruz?

Büyük bir dirençle karşılıyoruz onu. Gücümüzün yetmeyeceğini bile bile.

Oysaki zaman hızla akarken, yıllar yılları peşine takmış sürüklerken bizler de 
değişiyoruz. Farkına varsak da varmasak da…

Dünya değişiyor.

İnsanlar değişiyor.

Gelenekler, alışkanlıklar değişiyor.

Mevsimler bile eskisi gibi değil artık.

Yıllar önce yok saydıklarımız birbir önümüze gelirken onlarla yüzleşmeye bile korkuyoruz.  

Peki ya cesaretle dolu olsaydık neler olurdu dersiniz?

Yanıtını Brezilyalı roman ve söz yazarı Paulo Coelho’ versin mi?

“Elveda diyecek kadar cesursan, hayat seni yeni bir merhaba ile ödüllendirir.”

Unutmamalıyız ki her şeye rağmen, yaşanan tüm olumsuz olaylara rağmen bizi biz yapan en güzel değerlerimiz onlar. Tecrübe yolundaki basamaklarımız hepsi. Yaşandı ve bitti. Gerisi cesaretle atacağımız tek bir adıma bakıyor sadece.

Çevremizle, başkalarıyla ve onların yaptıklarıyla zamanımızı harcayacağımıza kendimize odaklanmak en güzeli değil mi?

Kendi insani değerlerimizi geliştirmek için çabaladığımızda ve öğretilerini kazanç hanemize yazdığımızda; her anın getirisinden keyifle ders aldığımızı göreceğiz.

Yaşamın zarafeti ve asilliği de burada saklı bence.

Güven duyalım; önce kendimize. Endişelerden uzakta kalmaya dikkat ederken; kalbimizden geçirdiklerimizle aklımıza gelenleri aynı potada eritelim. Ama içinde hep sevgi olsun bolca.

Bakış açımıza dürüstlüğü, yaşam tarzımıza zarafeti ve sevginin sıcaklığını yerleştirelim ki mutluluğun anahtarı hep elimizde kalsın.

Elden ele geçerken de ışıltısı göz kamaştırsın.

Yeri geldiğinde kabul etmenin, yeri geldiğinde susmanın, yeri geldiğinde geri adım atıp özür dilemenin, yeri geldiğinde sabırla beklemenin, yeri geldiğinde koşuşturmanın, yeri geldiğinde durup nefeslenmenin; yaşamımıza güç kattığının farkına varalım.

Ama hepsinden önemlisi bir HİÇ olduğumuz gerçeği hep aklımızın bir köşesinde dursun. Sadece gökkuşağının en özel renkleri anlarımıza eşlik ettiğinde değil; en acı zamanlarda dahi yaşamanın güzel olduğunu unutmayalım. Olmaz mı?

Kendimizi iyi hissettirecek ve geliştirecek her duygu ve davranış; ben inanıyorum ki kalpten kalbe tüm dünyaya yayılacak.

Umutlar el ele verip hepimizi güzel bir yaşamın içine çekecek.

Tıpkı Can Yücel’in dediği gibi;

‘’Şu göğüs kafesimi genişleten umudum var oldukça, güzel günlere olan inancım hiç bitmeyecek.’’

Çalışkan, başarılı, şansını doğru yönde kullanan, zamanını bilgi hazinesini parlatmak için kullanan, vicdanlı, sevgi dolu ve gülümseyen insanlar olduğumuzda hayat daha yaşanır olacak. Değişimler can acıtmayacak. Yenilenen yıllarla beraber içimize doğan UMUT IŞIĞI günlerimizi her daim aydınlatacak.

Yepyeni bir yıl daha kapımızı çalarken; içten dileklerimiz tüm insanlık adına gelsin istiyorum.

İçimizdeki yeni yıl çoşkusu zamanın ruhuna zarafet taşısın. Hayaller gerçeklere dönüşürken gönül kapımız sonuna kadar açık kalsın. Her kim giriyorsa o kapıdan sevginin en sıcak haliyle sarıp sarmalansın.

Ruhumuzdaki iyilik ve kötülük savaşında kazanan hep iyilik olsun. Yaşamın kıymetini bilen bakış açımız, olumlu düşüncelerimizi desteklesin. Duygularımıza öncülük etsin. 
Etsin ki davranışlarımız o ışıkla şekillensin.

Daha anlayışlı, daha zarif, daha bilgili, daha üretken, daha olumlu, daha vicdanlı, daha sevgi dolu, daha saygın olalım. Affetmenin erdemine vakıf olduğumuz her anımıza şükürler eşlik etsin.

Kalp gözümüz açık, farkındalık radarımız net olsun Sevginin ortak paydasında buluşan ellerimiz hiç ayrılmasın. 

Kendimizi daha çok anladığımız, daha çok sevdiğimiz, daha çok gülümsediğimiz bir yıl olsun.

Yeni yıl bize gülümserken bizler de ona gülümseyelim içtenlikle.

‘’Yarım nefeslik bu hayatta sevgiden başka hiçbir şey planlama.’’ diyor Mevlana. 
Gelin Mevlana’nın torunları olarak sevgimizi çoğaltalım bu yeni yılda.

Sözcüklere yükleyelim.

Bakışlarımıza.

Tebessümlerimize.

Davranışlarımıza.

Sevginin kazanacağı ve içimizdeki yaralara merhem olacağı; şifası bol, renkleri ruhumuzu doyuran NİCE YILLARA BERABERCE.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.12.2019


18 Aralık 2019 Çarşamba

NOBEL ÖDÜLlü YAZARın UTANCI


100 yıla yaklaşan uzun bir ömür.

Pek çok eserde hayat bulan duygu ve düşünce.

Sayısız ödül.

Mutluluk.

Yer yer gözyaşı ve hüzün.

Yakasına yapışan ancak atlatılan ölümcül hastalık.

Her ana yayılan bir gizem.

Derman kesen bir açlık.

Gurur.

Son notalarda ise büyük bir utanç.

İşte karşımızda dünya edebiyatının ünlü yazarlarından Knut (Pedersen) Hamsun.

Edebi çevrelerde ‘En Karanlık Işık’ olarak anılan yazar; 1859 Norveç doğumlu.

Gelin bu önemli yazarın yaşamına biraz ışık tutalım.

Çocukluğu ve gençliği kırsal bölgelerde geçer. Bu nedenle okula gidip resmi olarak eğitim göremez. Ancak okumayı ve yazmayı çok sever.

Hayatının tek ideali olan yazarlıkta ustalaşmak için bir yandan yazarken bir yandan da önüne çıkan her işte çalışır. Bir ara tercih ettiği Amerika macerası ise zorluklar içinde sadece iki yıl sürer.

Ülkesine geri döndüğünde yaşam mücadelesine kaldığı yerden devam eder. Denediği küçüklü büyüklü işler, inişli çıkışlı denemeler, açlık, evsizlik, hastalık hiç biri onu pes ettirmez.

Derken şansı yavaşça dönmeye başlar. 

Oslo’nun sokaklarında yaşam mücadelesi veren gururlu bir adamın hikâyesini anlattığı ‘Açlık’ romanı; onun ilk romanı olarak tarihe geçer.

Üstelik roman kahramanını öyle içten anlatır, romanı öyle kurgular ki satır aralarında adeta kanınız donar.

Edebi çevrelerde kazandığı başarı onu yazmaya daha da yönlendirir. Yalın dili, kendine has üslubu ile pek çok makale ve roman yazar.

Sonunda 1920 yılının Nobel Edebiyat Ödülünü alır.

Edebi kariyeri gün geçtikçe gelişirken, hayatında hiç olmadığı kadar maddi imkâna sahip olur.

Bol bol seyahat eder hatta yolu İstanbul’a düştüğünde gördüklerinden öyle etkilenir ki bizim şehrimiz hakkında bir kitap dahi yazar.

Belki de o dönemler yazarın en güzel yıllarıdır.

Çünkü İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkesinin işgaline sebep olan Nazilerle yakınlaşması ve onları desteklemesi yaşamındaki sıkıntılı günleri de beraberinde getirir.

Vatanına ihanetle suçlanır. Hapis ve rekor para cezasına çarptırılır. İşte bu olumsuzluklar yaşamı boyunca edindiği güçlü ve saygın imajını sarsar.

Ancak gelin görün ki yaşamının en büyük utancını henüz yaşamamıştır.

Savaş sırasındaki tutumlarını hiç affetmeyen ve kalben kırgın olan Norveç halkı yazara sessiz ama etkili bir ders verir.

Nasıl mı?

Günlerden bir gün genç bir Norveçli, okuduğu bir Knut Hamsun romanını; yazarın evinin önüne sessizce bırakır. Bir süre sonra bir başka kırgın Norveçli okur bu gencin yaptığını yapar. Onu diğerleri izler. Böylece yazarın romanları kapının önünde kocaman bir yığın oluşturur.

Hayatının son demlerinde yaşadığı bu acı ders ve utanç yazarı çok üzer. Pişmanlık, mutsuzluk içinde geçirdiği o son yılları 1952 yılında bir huzurevinde son bulur.

İşte farklı bir bakış açısı.

İşte medeni bir dokunuş.

İşte protestonun belki de en zarif hali.

Sessizce yapılan son derece etkili ve ders alınası bir eylem.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.10.2019




12 Aralık 2019 Perşembe

KARİA SARAYINDAN GÜNÜMÜZE


Gelin beraberce tarihte uzun bir yolculuğa çıkalım. Milattan önceki yıllarda güzel 
Ege’mize uzanıp, Büyük Menderes nehri ile Dalaman çayı arasında meşhur Karia (Karya) uygarlığına bakalım.

Tarihler M.Ö. 5. yüzyılı gösterirken, Karia halkı tazelenmenin en güzel göstergesi olan bahar mevsiminin gelişini coşkuyla kutlamak üzeredir.

İşte o günlerin birinde, Karia sarayının çiçeklerle bezeli bahçesinde gezinen genç bir kız çığlık atarak yere yığılır. Acılar içindeki genç kız kralın biricik güzel prensesidir. Maalesef gri renkli zehirli bir yılan tarafından sokulmuştur.

Zehrin etkisiyle ateşi yükselir. Yüzü gözü şişmeye başlar. Bir yandan da titreme nöbetine girer. Etrafını çeviren hekimlerin çabası sonuç vermez. Krala prensesin öleceğini duyurmak zorunda kalırlar.

Hayatındaki tek varisinin ellerinden kayıp gideceğini duyan kral perişan olur.

Ateşler içinde sayıklayan kızının başından bir an olsun ayrılmayan kral çaresizlik içinde sabahı sabah eder. Güzel prensesin başına gelenleri duyan Karia halkı tapınaklarda duaya başlar.

Tam o çaresizlik anında saraya bir haber ulaşır. Sarayın kapısına gelen bir balıkçının yardım edebileceğini duyan kral hemen balıkçıyı huzuruna davet eder.

Uzun boylu, yanık tenli, yeşil gözlü, iri yarı, orta yaşlı balıkçı kendinden emin haliyle 
Simi adasından geldiğini söyler. Bir yandan da yanında getirdiği şifalı merhemi çıkarır. Kendisi gibi balıkçı olan dedesinden yapımını öğrendiği merhemin, yöreye has otlarla yosun karışımından oluştuğunu söyler. Kraldan aldığı izinle merhemi prensesin tüm bedenine sürer.

Prensesin kısa sürede ayağa kalkacağını belirten balıkçı, merheminin zehirli balıkların soktuğu insanlarda etkili olduğunu da ekler.

Gerçekten de ertesi gün balıkçının dediği doğru çıkar. Genç kızın ateşi düşer. Şişlikleri iner. Birkaç içinde de tamamen eski sağlığına kavuşur.

Duruma çok sevine kral, kızını kurtaran balıkçının ailesi ile beraber saraya getirilip yerleştirilmesini emreder.

Kendi sarayındaki hekimlerle tanıştırdığı balıkçıdan doğayı araştırmasını, denizdeki yosunlardan, ormanda keşfedeceği türlü çiçek ve bitkiden ilaçlar yaparak insanların hayatını kurtarmasını ister.

Peki kralın kızını ölümden kurtaran balıkçı kimdir dersiniz?

Yunan mitolojisinde kendisini insanları tedavi etmeye adayan tıp tanrısı Asklepios'un oğlu Aesculepios-Aesculap. Sağlık ve temizlik tanrıçası Hygieia’nın da ağabeyi aynı zamanda.

Aradan geçen zaman içinde kralın dileği gerçek olur. Şifalı otlardan, çiçeklerden ve yosunlardan yapılan ilaçlar sayesinde pek çok hasta sağlığına kavuşur. Şifa bulur.

Bu öyküden yola çıkarak güzel Anadolu’muzda başlayan ilaç yapımı, yıllar içinde "Koca Karia İlacı" sözüyle tarih sayfalarında kendisine haklı bir yer bulur.

Kulaktan kulağa taşınırken zamanın azizliğine uğrayarak hepimizin bildiği o tabir haline dönüşür.

‘Koca karı ilacı.’

Günümüzde modern tıp yeni buluşlarla koşar adım gelişme gösterirken, yine de geleneksel tedavi yöntemlerinin hala varlığını koruduğunu söylemek yanlış olmaz. Öyle değil mi?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.11.2019



4 Aralık 2019 Çarşamba

ANLAYABİLİR miyiz BİLEMEDİM? (2/2)


İsmi Proxy Sendromu.

Kayıtlarda ‘Munchausen by Proxy Sendromu’ olarak geçiyor.

Bir nevi özel bir çocuk istismarı şekli.

Bu kez kişilik bozukluğu olan kişi (genellikle anne) bir kurban seçiyor. Çoğunlukla da kendi yavrusunu.

Böylece tüm bu ağır ve eziyet dolu sözde tedavi süreçlerini baskıyla, azarla, tehditle, şiddetle kendi çocuğuna uyguluyor. Onu tamamen dış dünyadan izole ederek sadece kendisine saklıyor.

Dışarıdan çok ilgili, fedakar, sevgi dolu bir anne imajı yaratırken çocuğuna bebeklikten itibaren işkence yapıyor.

İşin üzücü yanı onu kendisine muhtaç, ilaçlara bağımlı, gerçek hasta haline getirene kadar da pes etmiyor.

Böylesi bir sendromdan haberdar olmamı sağlayan izlediğim bir belgeseldi.

İsmi ‘Mommy Dead and Dearest’. Türkçeye ‘Annesi Ölü ve Sevgili’ olarak çevrilmiş.
Annesini öldürme suçundan cinayetle suçlanıp on yıllık hapis cezasına çarptırılan 
Gypsy Rose Blanchard; yıllarca annesi Dee Dee Blanchard tarafından işkencelere zorlanan genç bir kız. İlk başlarda annesini öldüren bir genç kızın hayatı gibi görünse de, ilerledikçe nedenler, gerçekler, yaşanan acılar ortaya çıkıyor.

Olay 2016 yılında Amerika’da geçiyor. Şu anda Gypsy hapiste ve çıkacağı günü umutla bekliyor.

Bebeklikten itibaren evde, tekerlekli sandalyeye mahkum olan, midesinden tüple beslenen; her ay saçları ustrayla kazınan, sürekli ağır ilaç almaya zorlanan ve yaşamı boyunca yalanlarla hep kandırılan bir çocuktan bahsediyoruz. Üstelik tamamen sağlıklıyken.

Yine de tüm o zor şartlar altında okuma yazmayı kendisi öğrenmiş, yetenekli, sevgi dolu bir kız kendisi. Dünyada en çok da annesini seviyor. Ancak yaşadığı travmalar onu bu acı sona taşımış.

Hiçbir şey nedensiz ve dışarıdan göründüğü gibi değil.

Madalyonun her zaman bir diğer tarafı var.

O nedenle olaylara, başka yaşamlara, davranışlara bakarken ön yargılı olmamak gerekiyor. Çünkü hepsinin altında bambaşka nedenler olabiliyor. Her iki tarafı da anlamamız gerekiyor belki de ama konu çocuklar olunca bu iş öyle zor ki…

Karşımızda tıbba, doktorlara meydan okuyan iki tehlikeli sendrom var. Her iki sendromun altında yatan gerçek sebep ise sevgi ve ilgi eksikliği bana göre.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.09.2019







ANLAYABİLİR miyiz BİLEMEDİM? (1/2)


Bazı hayatlar zor.

Bazı hayat hikayeleri ise insanın canını acıtacak kadar keskin.

Empati yapmak, neden olduğunu anlamaya çalışmak insanı öylesine zorluyor ki…

İşte onlardan bir tanesi Munchausen Sendromu ve onunla ilişkili Proxy Sendromu.
İlk defa duydum. Ancak araştırdıkça, okudukça, bilgilendikçe şaşkınlığım arttı. 

Yaşananları, yapılanları anlamaya çalışmak bile insani duyguları alt üst etmeye yetiyor.  Yazımın başlığı da böylesi bir zorluğu işaret ediyor.

Karşımızda oldukça tehlikeli bir sendrom var. İsmini 18. yüzyılda yaşamış bir Alman baronundan almış.

Rus ordusunda süvari olarak çalışan baron müthiş bir yalancıymış. Savaştaki kahramanlıklarını süsleyip çevresine anlatırken abartmaktan hiç kaçınmazmış. Etrafa yayılan öyküler bir süre sonra öyle bir hale gelmiş ki, herkes baronun gerçek yüzünü, yani yalancılığını anlamış. 

İşte buradan hareketle 1951 yılında Doktor Richard Asher bu terimi; gereksiz yere doktorları meşgul eden ve hastaneleri dolaşıp hasta olduklarını ispatlamaya çalışan; gerçekte sağlam insanlar için kullanmaya başlamış.

Böylece yalancı barona ithafen ‘Munchausen Sendromu’ sağlık literatüründeki yerini almış.

Munchausen sendromu; ruhsal ve fiziksel anlamda tamamen sağlıklı olduğu halde; ustaca hasta taklidi yapmak hatta bu amaçla kendisine zarar vermek olarak tanımlanıyor.

Aslında bir kişilik bozukluğu.

Dünya genelinde ve ülkemizde sayıları hayli yüksek. Ancak öyle gizli seyrediyor ki dışarıdan anlamak, hatta tahmin etmek çok zor.

Bu kişiler edindikleri medikal bilgilerle doktorları, hemşireleri ustalıkla kandırıyor, onları hasta olduklarına tamamen inandırıyorlar. Üstelik kendilerine yaptıkları kimi zaman akıl almaz boyutlara ulaşıyor. Bedenlerini bilerek yaralamak, susuz bırakmak, zehirlemek, istenen testlere başka maddeler eklemek bunlardan sadece bir kaçı.

Peki amaçları ne dersiniz?

Sadece ilgi çekmek.

Bu uğurda acı veren tedavileri kabul ediyor, en ağır ameliyatlara göz yumuyor, hatta bundan zevk alıyorlar.

En çok çocukken istismara uğramış, özgüveni eksik, kendisi ya da yakını ciddi hastalık geçirmiş, medikal alanda çalışmayı hayal eden, kendisini sürekli suçlayan, cezalandıran genç yetişkinlerde görülüyor. 

Peki tedavisi var mı?

Maalesef teşhisi çok zor.

Israrcı tutumlarını değiştirip gerçeği kabul edenlerin sayısı hayli az.

Hal böyle olunca da tedavilerin yetersiz kaldığını belirtiyor konunun uzmanları.

Bu sendromun bir tık ötesi ise bence daha da vahim. (devamı 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.09.2019

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...