30 Haziran 2022 Perşembe

YEMEK BİR KAÇIŞ OLMASIN

Maalesef çoğumuz aşırı kilolu bir insan gördüğümüzde bakışlarımızı ondan ayırmıyor, hatta birbirimizi dürtmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Üstelik rencide edici, gönül yaralayıcı sözleri sarf ederken ses tonumuzu ayarlamaya gerek duymuyoruz.

O anda o kişinin de insan olduğunu, bir kalp taşıdığını, ruhu ve duyguları olduğunu, duygusal anlamda hepimizden daha hassas bir durum yaşadığını unutuyoruz.

Oysaki aşırı kilolu insanlar için yemek yemek bir kaçış noktası.

Neden mi?

Bunun sebeplerinin çok değişik olabileceğini belirtiyor uzmanlar.

Derinlerde, çoğu çocukluk yıllarında yaşanan zorluklar, acılar, üzüntüler, hatta belki kimseye itiraf edilemeyen tacizler; kötü muameleler bunlardan bir kaçı sadece.

Haliyle o kişinin aklının ermediği, dertlerini anlatamadığı o yıllardan itibaren yaşadıklarını kabullenip paylaşması yıllarını alıyor.

Bir erişkin, hatta yetişkin olduğu halde çocukluk travmalarını içine hapseden, hatırlamak istemeyen, kendisine bile itiraf etmekten kaçınanların sayısı tahminlerin çok üstünde maalesef.

Çoğu ailesine anlatamıyor. Anlatsa da kendisine inanılmayacağını düşünüyor. Yine de bir cesaret deneyenlerin çoğu daha da içine kapanıyor. Azarlanması hatta manevi şiddet görmesi de cabası.

Tüm bu olumsuz argümanların sonunda kişi bir şeylere sığınma ihtiyacı hissediyor.

Yiyerek yaşadıklarını unutmaya çalışıyor. Bir anlamda kendisine yemeklerle yeni bir dünya yaratıyor. Ve yıllar içinde bu bir bağımlılığa dönüşüyor.

Giderek kilo alıyor, kilo aldıkça rahatladığına inanıyor ve daha çok yiyor.

Gelin görün ki tüm gün dilediğini yese bile doymuyor.

Çünkü ruhu aç.

Yaralı.

Küskün.

Kırgın.

Anlaşılmaya muhtaç.  

Yapılan araştırmalar; aşırı kilolu insanların yaşamlarını zorlaştıran ve onları bu yola itenlerin çoğu zaman ebeveynleri olduğunu gösteriyor.

Burada disfonksiyonel aile ortamı en büyük neden olarak karşımıza çıkıyor.

Kavga, gürültü, şiddet, baskı, aşırı disiplin ve ceza içeren eğitimler, elbette sevgisizlik en büyük nedenleri.

Günümüzde dahi tombul bir bebek, al yanaklı gürbüz bir çocuk olsun diye gerekirse zorla yedirmeye çalışan pek çok aileye tanık oluyoruz. Hatta bazıları baskının dozunu fazlasıyla artıyor.

İleriki zamanlarda iş işten geçtiğinde dahi bu düşkünlüklerinden vaz geçmiyorlar maalesef.

Sağlıklı olmaları için destek çıkacakları yerde; en sevdikleri yemekleri yapmayı tercih ediyorlar. Zararlı olduğunu bile bile satın alıyorlar. Sevgilerini bu yolla ifade ettiklerini düşünüyorlar. Aslında en büyük hatayı yaptıklarından habersizler ne yazık ki.

Aşırı obez insanlar ölümüne yemek yiyor. Çoğu yatıp ertesi sabaha uyanmamayı diliyor. Bedenlerinden ve hayatlarından nefret ediyor. Acınacak durumda olduklarına inanıyor. Kendilerine kızıyor ve aynalara küsüyor.

Aldıkları kilolar bir kartopu misali büyüyüp bedenlerini işgal ettikçe özgürlüklerini kaybediyor.  Bakıma muhtaç hale gelmek en büyük korkuları olduğu halde kendilerine mani olamıyor.

Sonuçta yemeğe ve başkalarına bağımlı bir hale geliyorlar

Yemek onları rahatlatıyor. Çünkü yemek yerken başka hiçbir şey düşünmüyorlar. Endişeden uzaklaşıyorlar.

Bir karar vermek, kilo vermeye çabalamak için desteğe ihtiyaç duyuyorlar. En çok da etrafındaki kişiler tarafından dinlenip anlaşılmaya.

Elbette yaşamda değişiklik yapmak kolay değil. Kendiliğinden olmuyor. Onları sarıp sarmalayacak, kalbinin derinliklerindeki korkuyu yok edecek, kaçışını durduracak, yüzleşmesi için cesaretlendirecek; en çok da anlayıp sevecek kişilere şiddetle ihtiyaç duyuyorlar.

Bakın Oscar Wild kendimize dair ne demiş?


‘’İnsan en çok kendisinden korkar; kendi duygularından, kendi güçsüzlüklerinden, kendi zaaflarından, kendi acılarından, kendi coşkularından ürker. Yaşama her dokunuşunda, duygularının alevlenip kendisini yakacağından çekinir. Onun için kaçar yaşamdan, aşktan kaçar, öfkeden, hareketten, sevinçten, kendisinden kaçar.’’

Şimdi derin bir nefes alıp düşünelim.

Gerçekten de kendimizden mi korkuyoruz?

Tüm bu bağımlılıkların derininde hep bu korku mu var?

Yanıtlarını sizlere bırakıyorum.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

18.05.2022

Not: yapılan son araştırma raporlarına göre; güzel ülkemiz obezitede Avrupa'da birinci, dünyada ise dördüncü sırada yer alıyor maalesef.

 

13 Haziran 2022 Pazartesi

OLABİLİRDİ’lerin KAYBI



Lübnan doğumlu Amerikalı ressam ve yazar Rabih Alameddine, insanı sorgulatan ve düşündüren satırlarında şöyle der;

"İnsan hiçbir şeyin kaybını, ‘olabilirdi’lerin kaybı kadar derinden duyumsamaz. Hiçbir nostalji, asla gerçekleşmemiş olan şeylere duyulan nostalji kadar acı vermez."

Ne kadar ilginç ve doğru bir saptama öyle değil mi?

Evet insani duygularımız var ve kaybettiklerimize üzülüyoruz.

Bu durum son derece doğal bir süreç.

Gelin görün ki sadece hayallerimizi süsleyen ve gerçeğe dönüşmemiş düşüncelere de özlem duyuyoruz ve içimiz acıyor.

Peki neden?

Olabilirlilik; olmamasından olması daha güçlü olan, olmasını önleyecek güçlü bir engeli bulunmayan demek. O nedenle belki de olabilecek olan şeyler hayallerimizi süslerken, karşımızda güçlü bir engelimiz yokken bile yine de olmuyor.

Neden mi?

Tam o anda karşımıza çıkan yol ayırımında verdiğimiz karar. Belki zorlama, belki çevre baskısı, belki el alem ne der kaygısı, belki kurulu düzeni bozmaktan korkmak, çoğu zaman da cesaretsizlik.

Sonuç?

Tarifsiz bir acı, hatta pişmanlık.

Ardından ‘Şimdiki aklım olsaydı farklı yapardım.’ tarzındaki serzenişler.

Örnek mi?

O kadar çok ki.

Şu anda ne yaşıyorsak; ikili ilişkilerde olsun, iş ve öğrenim hayatında olsun ya da sosyal yaşamda; o anda verdiğimiz kararların sonucunu yaşıyoruz.

Dış etmenler bir yana sonuçta kararı biz verdik.

Her ne olursa olsun sevabı da günahı da kendimize ait.

Çünkü o karar anlarında içimizdeki müziğin sesini duymadık.

Ünlü Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi; dans edenleri deli zannettik. Oysa o müzikle dans etme cesaretimiz olsaydı bugün bu acıları yaşamazdık.

Çok mu radikal geldi bilemiyorum ama bana göre doğru.

Elbette herkesin doğrusu kendisine.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

23.04.2022

 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...