24 Temmuz 2024 Çarşamba

SADECE 10 saniye

Evrende zaman kavramının göreceli olduğunu biliyoruz hepimiz.

Bu tezi savunan Einstein'ın İzafiyet Teorisi’ne göre; zamanı algılama biçimimiz bulunduğumuz yer, hareket şeklimiz ve hızımıza göre değişiyor.

Yeri geliyor 1 saat kısacık bir an gibi algılanıyor.

Yeri geliyor 2 saniye bitmek bilmeyen bir süreymiş gibi bizi zorluyor.

Ama öyle ya da böyle hepimizin yaşam hanesinde zaman kavramı son derece önemli.

Şimdi böylesi bir zaman aralığına yakından bakacağız sizlerle.

Önümüzde sadece 10 saniye olduğunu var sayalım.

Kısacık bir zaman aralığı aslında.

Gelin görün ki bazı şeyler için o kadar uzun ki.

Ama önce dünyamızdaki her canlı için vazgeçilmez olan ve hayata tutunmasını sağlayan en önemli elementlerden bir tanesini hatırlayalım.

Oksijen.

Üç bilim insanı tarafından farklı tarihlerde ve farklı coğrafyalarda keşfedilmiş.

Atom numarası 8.

Kendisi bir ametal.

Renksiz, kokusuz ve tatsız bir gaz.

Bu gaz atmosferimizdeki diğer gazlarla muhteşem bir denge içinde.

%21 oranındaki oksijene, %77 oranında azot ve %2 oranında diğer gazlar eşlik ediyor.

Ne bir eksik, ne bir fazla.

Her şey olması gerektiği gibi yerli yerinde.

Bu sayede dünya üzerindeki canlılar nefes alıyor, su ve besin ihtiyaçlarını karşılıyor.

Ancak oksijenin olmaması durumunda her şey bir iskambil kule misali darmadağın oluyor. bir başka deyişle o muhteşem denge kendini adeta yok ediyor.

Nasıl mı?

Bilim insanları sadece 10 saniye için oksijenin kaybolması halini araştırdıklarında; dünya genelinde pek çok felaketin olabileceğini ortaya çıkarmış.

Öncelikle dünya genelindeki sular; okyanuslar, denizler, göller, nehirler, kısaca tüm su kütlesi anında kayboluyor. Çünkü oksijen olmayınca; suyu oluştururken oksijenle birleşen hidrojen gazı en hafif element olarak uçuyor ve bir daha geri dönmüyor.

Sonuçta su yok oluyor.

Ama bununla beraber diğer felaketler de birbirini izliyor.

Oturduğumuz beton binalar, barajlar, kuleler özetle betondan yapılan her şey toz gibi dağılıyor. Çünkü betona bağlayıcılık özelliğini kazandıran ana bileşenlerinden bir tanesi oksijen. Bu bağlayıcılık ortadan kalkınca beton sadece bir tozdan ibaret kalıyor.


Bu arada binalarda ve hayatımızın her alanında yer alan metaller birbirine bağlanmaya başlıyor. Çünkü normal şartlarda metal parçaların üzerinde; onların birbirine bağlanmasına engel olan; oksidasyon tabakası oksijen olmadığı için oluşamıyor.

Hava basıncının yüzde 21'ini oluşturan oksijen birden ortadan kaybolduğunda, basınçtaki bu şiddetli değişiklik iç kulağımızın patlamasıyla sonuçlanıyor.

Araçların çalışması duruyor. Havada seyir halinde olan uçaklar, sadece 10 saniye için havada kalıp, ardından yere çakılıyor. Pistteki hiçbir uçak kalkış yapamıyor.

Güneşin zararlı ışınlarından korunmamıza yardımcı olan ozon tabakası (ki ozon 3 oksijen atomlu bir element) olmayacağı için, dünya ısınırken, canlılar korumasız kalıyor.

Yer kabuğunun yüzde 45'i oksijenden oluştuğuna göre; oksijen birdenbire yok olduğunda yer kabuğu geriye pek bir şey kalmayana dek kırılıp parçalanmaya başlıyor. Bu ise tüm canlıların binlerce metrelik serbest düşüşe geçeceği anlamına geliyor.

Dünyada bunlar olurken; vücut ağırlığımızın yüzde 60'ını oksijen oluşturduğu için bir anda küle dönüşüyoruz. Yani bizler de yok oluyoruz.

Kısacası dünyada yaşam bitiyor.

Sadece 10 saniyede.

Dünyamızı, oluşumunu incelediğimiz her an yaşam dengesinin düzeni karşısında şaşırıp kalıyoruz.

Öyle değil mi?

Çiçeklerin renginden, kokusundan, albenisinden hayvanların çeşitliliğine; gözle göremediğimiz canlılardan sadece yağmur sonrası çıkan salyangozlara kadar her şeyde muhteşem bir uyum var.

Üstelik bir tanesinin eksikliği bir başkasının hayata tutunmasını engelliyor. Fazlalığı ise bambaşka sorunlar doğmasına sebep oluyor.

Bu nedenle bence hayatı, hayatın dengesini ve uyumunu hep minnettarlıkla hatırlamamız gerekiyor.

Yaşam hepimize bir hediye, süresi her ne olursa olsun.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

15.04.2024

Kaynaklar: https://www.sondakika.com; https://www.yenisafak.com.

 

 

 

16 Temmuz 2024 Salı

KADERİN EN GÜZELİ (2/2)

Gösterinin yapılacağı gün; Picardie bölgesindeki piste gidip diğer ülke temsilcileri, yabancı subaylar ve devlet başkanları ile beraber merak içinde beklemeye koyulurlar.

Pilot son hazırlıklarını yapmak için meydana gelir. Montunu giyip gözlüğünü takar.

Ardından uçağa biner ve uçak havalanır.

Havada parendeler, taklalar, manevralar atarak doyurucu bir gösteri yapar.

Piste iner.

İzleyenler tarafından gönülden kutlanır ve alkışlanır.

Fransızlar gururlu, diğer herkes biraz da kıskançlıkla uçağa bakakalır.

Derken oradaki bir yetkili kalabalık arasından bir gönüllü ister.

İkinci uçuşunda pilotun arkasında ona eşlik edecektir.

Ali Rıza Paşa’nın yanındaki delikanlı gönüllü olarak hemen öne çıkar.

Aynı pilot gibi delikanlı da mont giyer ve gözlük takar.

Tam kalabalıktan sıyrılıp uçağa binecekken; Ali Rıza Paşa delikanlının kolundan çekiştirir.

Uçağa binmemesini ister.

Delikanlı şaşkın bir halde sebebini öğrenmek istese de Paşa sadece binmemesi gerektiğinde ısrar eder.

Sonuçta Paşa’nın sözünü dinleyen genç geri adım atar, montu ve gözlüğü bir başka gönüllüye verir.

Yeni gönüllünün hazırlıkları tamamlanır.

Derken uçak yeniden havalanır.

Yine bir önceki gibi gösteriler; perendeler, manevralar, taklalar yapılır.

Tam her şey yolundayken bir anda uçak adeta bir alev topuna döner. Ardından korkunç bir gürültü ile piste çakılır.

Pilot ve gönüllü hayatlarını kaybeder.

Herkes şaşkın ve üzgündür elbette.

Gelin görün ki en çok şaşıran delikanlı olur. Ve kendisini az önce ölümden kurtaran Paşa’ya hayretle bakar.

Paşa, hayatlarını kaybedenler için üzgün ama aynı zamanda bir genci kurtardığı için mutludur.

Aslında Ali Rıza Paşa o gün sadece bir delikanlıyı değil, kocaman bir ulusu kurtardığını bilemez elbette.

Çünkü o delikanlı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk milletinin Atası Mustafa Kemal Atatürk'tür.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

22.03.2024

Not: Bizlere böylesi güzel anektodları aktaran Sn. Sunay Akın’a ve bu özel öyküden haberdar olmamı sağlayan üniversiteden arkadaşım Sevgili Nurettin Kazancı’ya teşekkürlerimle.

Kaynaklar: https://www.hikayelerimiz.com; https://onedio.com; http://www.istanbullite.com; https://www.caneracarbay.com.

 

 

 

 

KADERİN EN GÜZELİ (1/2)


"Kaderini sev, belki seninki en iyisidir.’’ der; fikirleri ve üslubu ile yerleşik düşünce kalıplarını kıran; Alman filozof Friedrich Wilhelm Nietzsche.

Gerçekten de haklılık payı var.

Bizler insan olarak ne kadar çalışıp çabalasak, hayal kurup inatla üzerine gitsek de bir nokta var ki o noktadan sonrasını değiştiremiyoruz.

İsmine kader ya da yazgı diyoruz.

Önceden ve değişmeyecek bir biçimde belirlenmiş olduğuna inanıyoruz.

O an ki kabul edişler ya da isyanla reddedişler sonunda verilen kararlar; aslında sadece kendimizi değil, başka insanları da bir şekilde etkiliyor. İşte çoğu zaman bunu unutuyoruz.

Tıpkı bir kelebeğin narin kanatlarını çırparken, kilometrelerce uzakta bir yerlerde fırtına yaratabilecek bir etkiye sahip olması gibi.

Kısacası yaşarken yalnız değil hep beraberiz.

Düşüncelerimizle, kararlarımız ve eylemlerimizle birbirimizi etkileyip duruyoruz.

İşte bunu hatırlamamıza vesile olan özel bir anektod var şimdi sizinle paylaşacağım.

Sadece bir kişiyi değil kocaman bir ulusu etkilemiş çünkü.

Tarih sayfaları 1910 yılını gösterirken, Fransa’nın başkenti Paris’te; dünya ülke yetkililerinin katıldığı heyecanlı bekleyişe gelmeden; bir yıl öncesine gidelim.

1909 yılında İstanbul’da uçak ve balonlarla ilgili ilginç bir gösteri yapılır. Bu gösteriden hayli etkilenen dönemin Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa; modern silahlarla ilgili gelişmeleri yakından izlemek adına Paris ve Berlin’de askeri ateşelikler açar.

Enver Paşa Berlin Ateşiliğine,  Binbaşı Fethi Okyar ise Paris Ateşeliğine gönderilir. Görevleri havacılıkla ilgili iş birliğini geliştirmek olacaktır.

Bu gelişmeden tam bir yıl sonra, neredeyse tüm Avrupa ülkeleri askeri manevra ve tatbikat yapma işlerine ağırlık verir.

İşte 12-18 Eylül 1910 yılında, Fransa’nın kuzey bölgesinde yer alan Picardie manevraları da bunlardan biri olur.

Tatbikatın başkomutanı; Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz ve Fransız ordularına başkomutanlık yapan; Mareşal Ferdinand Foch’dur. Kaynaklar aslında bu tatbikatın amacının, Almanya'nın Berlin tatbikatlarına bir yanıt olduğunu belirtir.

Yeniden o anlara dönersek, Fransızlar oldukça heyecanlıdır.

Hızlı taşıma ve keşif anlamında çok faydalı olacağına inandıkları uçaklarını tanıtmak için; dünya genelindeki ulusların katılımcılarını ülkelerine davet ederler.

O dönem için böyle bir buluş herkesi merak ve şaşkınlığa sevk ederken; dönemin Osmanlı hükümetine de davet haberi gelir.

Osmanlı yetkilileri, yeniliklere ve buluşlara meraklı olan Ali Rıza Paşa'nın gönderilmesine karar verir.

Dönemin Harbiye Nazırı, namıdiğer Düztaban Ali Rıza Paşa hemen saraya çağrılır.

Fransızların uçağından bahsedilir ve Osmanlı hükümetini temsilen; yanına bir kişiyi daha alarak; Paris’teki askeri ateşe Fethi Okyar’ın yanına gitmesi buyurulur.

Ali Rıza Paşa,  biraz düşünür.

Derken aklına gelen Kolağası genç delikanlı ile yola çıkar.

Paris'e gider gitmez bir otele yerleşirler. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

22.03.2024

4 Temmuz 2024 Perşembe

HAZİN SON (2/2)

Ömer Seyfettin’in sağlığı giderek bozulur ve güçten düşer. Bunu gören doktorları bol meyve ve üzüm hoşafı gibi tatlı besinler tavsiye eder. O dönemlerde, şeker bilinen bir hastalık olmadığı ve kesin bir teşhis konulamadığı için maalesef uygulanan tedavi yanlış kalır.

Ömer Seyfettin, Kadıköy civarında yalnız yaşadığı evinde yemek yiyemez ve neredeyse yataktan kalkamaz hale gelir. Süratle zayıflar. En yakın arkadaşı olan Ali Canip, Ömer Seyfettin’i hiç yalnız bırakmamaya çalışsa da doktor tavsiyesi üzerine yediği bol meyve, şekerini daha da yükseltir.

Geçen 3 yıl içinde hastalığı iyice ağırlaşır ve durumu kötüleşir.

Bunun üzerine 4 Mart 1920 yılında Haydarpaşa Hastanesine kaldırılır.

2 gün sonra 6 Mart 1920 günü de gencecik yaşında hayata veda eder.

O sıralarda ne arkadaşları ne de onu tanıyanlar bu üzücü kayıptan haberdar olmaz.

Ta ki zihinlere adeta kazınan o anın fotoğrafı gazetelerde yayınlanana kadar.

Gazeteyi okuyan ve haberi görenler kıyameti kopar. Ömer Seyfettin’i tanıyanlar ve arkadaşları hastaneye adeta koşarak gelir. Ölümü edebiyat dünyasında acı bir şekilde yansımış olsa da gelenler her şey için artık çok geç olduğunu anlar.

Bu durum Ömer Seyfettin’in yaşamı gibi ölümünün de tartışılmasına zemin yaratır maalesef.

Bazı kaynaklar; ünlü yazarın hastanede yalnız başına ölünce ve tanıyanı çıkmayınca sahipsiz kabul edildiğini belirtir. Bu nedenle hastane yetkilileri tarafından bedeni kadavra olarak kullanılmış; hatta bu bağlamda yazarın başı bile gövdesinden ayrılmıştır.

Bazı kaynaklar ise bedenine otopsi yapıldığını savunur. Açıklamalarında otopsi sonucuna göre Ömer Seyfettin'in şeker hastası olduğu ve hastaneye yatmadan önce beyin kanaması geçirdiği notları yer alır. İddia edilen fotoğrafın ise tıp fakültesinde çekilmiş başka bir kadavra görüntüsüne ait olduğu belirtilir.

Gelin görün ki olaylar bununla da bitmez.

Yalnız bir şekilde hayata veda eden Ömer Seyfettin maalesef tek parça halinde dahi gömülemez. Kemikleri başka bir kıtaya götürülür. Ancak ölümünden 19 yıl sonra kemiklerinin Asya'dan Avrupa'ya nakli gerçekleştirilir.

Öykü ve makaleleri pek çok deri ve gazetede yayınlanan Ömer Seyfettin; kısacık ömrüne 10 kitap, 125 öykü sığdırır.

Yalnız Efe, Perili Köşk, Bahar ve Kelebekler, Yüksek Ökçeler, Kaşağı, Efruz Bey, İlk Namaz, Ant, Falaka, Ferman, Forsa, Kızılelma Neresi, Kütük, Pembe İncili Kaftan ve daha niceleri…

Türk Edebiyatı'na bu kadar çok sayıda eser kazandıran, aynı zamanda edebiyatımızın en çok okunan yazarlarından olan Ömer Seyfettin’in kısacık hayatı ve dramatik sonu işte böyle.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

03.04.2024

Kaynaklar: https://tdk.gov.tr; https://www.cnnturk.com; https://www.gzt.com; https://onedio.com; https://tr.wikipedia.org.

 

 

 

 

HAZİN SON (1/2)

Atatürk’ümüzün hikaye kitaplarını büyük bir ilgi ile okuduğu ve masasından hiç ayırmadığı bir yazar.

Türk edebiyatının unutulmazlarından.

Sade dili, canlı ve etkileyici satırları ile Yeni Lisan Hareketinin ve modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden.

Kişisel deneyimlerinin yanında, etkilendiği tarihsel olaylarla kurguladığı öyküleri bugün bile aklımızda.

36 yıllık, kısacık bir ömür geçirmiş olsa da o yaşama sığdırdıkları bir o kadar çok.

Türk dilinin, edebiyatının ve daha geniş anlamıyla kültür hayatının yönünü değiştiren bu büyük adam ÖMER SEYFETTİN.

Çok şey başardığı halde yaptıklarını hiç yeterli bulmayan yazarın; yaşamı kadar ölümü de hazin bir sonla olmuş.

Yapayalnız hayata veda eden usta yazarın; öldükten sonra başına gelenler ise kalplerde burukluk yaratacak kadar üzücü maalesef.

1884 yılında Balıkesir'de doğar Ömer Seyfettin.

Binbaşı bir babayla kaymakam kızı bir annenin dört çocuğundan biridir.

Öğrenimine Gönen'de bir mahalle okulunda başlar. Babasının atanması nedeniyle ailece Gönen'den ayrılırlar. İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a gelip, dede konağına yerleşirler.

Sırasıyla Mekteb-i Osmanî’ye, Askerî Baytar Rüştiyesi, Edirne Askerî İdadîsi ve son olarak İstanbul’daki Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'yi bitirir.

Mezuniyetinin ardından, piyade asteğmeni rütbesiyle Selanik'te göreve başlar.

Derken İzmir’e tayin olur. Tam bu aralarda Genç Kalemler'e katılır. 1911 yılında ‘Yeni Lisan’ isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayımlanır.

Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine yeniden orduya çağrılır.

Komanova’da Sırplar’a, Yanya’da Yunanlılar’a karşı savaşır.

1913 yılında Kanlıtepe’de Yunanlılar’a esir düşer. Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında tam on ay süreyle tutsak kalır.

Tarihler 17 Aralık 1913 gününü gösterdiğinde vatanına İstanbul’a geri döner.

Bu arada okumaktan ve yazı yazmaktan hiç vazgeçmez. Öğretmenlik ve yazı yazma aşkı ömrü boyunca aralıksız devam eder.

Döndüğünde annesi ölmüş, babası ise yeniden evlenerek İstanbul’dan ayrılmıştır.

Kendisini bir anda çok yalnız hisseder.

Askerlikten ayrılıp edebiyat öğretmenliği görevine atanır. Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirilir. Ardından Dil Araştırma Kurulu üyeliğine seçilir.

1915 yılında bir doktor kızı olan Calibe Hanım ile evlenir. Bir kız çocukları olmasına rağmen anlaşmazlıklar nedeniyle 3 yıl sonra evlilikleri sonlanır.

O yıllarda yaşanan savaş ve gerekse kendi aile için sıkıntılarından kaçmak adına Anadolu’da uzun seyahatlere çıkar. Ve her hafta en az bir öykü yazmaya çalışır.

Fakat 1917 yılında, o dönem doktorların bir türlü teşhis edemedikleri amansız bir hastalığa yakalanır.

Sonrasında neler mi olur? (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

03.04.2024

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...