27 Nisan 2019 Cumartesi

KAPAĞI OLMAYAN SEPET


Bazı duygularımız var ki ele avuca sığmıyor. Ne kadar temkinli ve sağduyulu olursak olalım, onlara söz geçiremediğimiz anlar bizi utandırıyor.

Çekememezlik, nefret, kıskançlık, aç gözlülük yapımızda var.

Gün geliyor kendimizden daha iyi, daha başarılı, daha farklı, daha güzel insanlara karşı sevgi ile yaklaşmak yerine acımasızca eleştiriyoruz.

Başkaları ile ilgili güzel durumlardan rahatsızlık duyuyoruz.

Gıpta edip, çalışıp yükselmek; kendimizdeki farklı tınıları görüp onları geliştirmek yerine inatla somurtuyoruz.

Onlar adına mutlu olmak ve hatta yapabiliyorsak alkışlamak çok daha güzel oysaki. 

Bu zarif davranış şekli bize kendimizi çok daha iyi hissettirecek üstelik. Ben buna garanti verebilirim.

Kendimiz için de istemek ve bunun için çabalamak varken; onların bu güzellikleri kaybetmesini arzulamak büyük bir bencillik.

Peki sadece bu kadarla yetiniyor muyuz dersiniz?

Maalesef hayır.

Oysa bilmiyoruz ki o önemli konuma gelmek, o başarıyı elde etmek için hayatlarında neleri feda ettiler? Nasıl bedeller ödediler? Belki de hala ödemeye devam ediyorlar.

Bu aralar okumakta olduğum Limon Ağacı romanından not aldığım bir cümle tam da burada hayat bulacak.

Yazarı Sandy Tolan şöyle diyor;

‘’Bütünü görebilme ve birini ya da bir şeyi sadece tek bir görüş veya öğretiyle yargılamamak gerekir.’’

Gerçekten de öyle.

Görünenin arkasındaki, derinindeki şey çok daha farklı olabilir. Bunu unutmamak gerek.

Sosyal çevre, iş ortamı ve hatta aile meclislerinde dahi onlar hakkında olumsuz haberler duymak için can atıyoruz. Haklarında çıkan kötü haberlerle içten içe sevindiğimiz bile oluyor.

Bu oldukça acımasız bir tepki. Yükselen kişiyi aşağıya çekme eğilimi.

‘Yengeç Zihniyeti’ ya da ‘Yengeç Sepeti Sendromu’ olarak biliniyor.

Peki neden yengeçler?

Denizlerin yan yan giden ve topluca yaşama alışkın olmayan yengeçlerinin tipik davranış tarzları var. Özellikle bir araya getirildiklerinde.

Sepetin içine konan bir yengeç tek başına sepetten rahatça kaçabiliyor. Ancak sayıları arttıkça bu durum bir kaos halini alıyor. Sepetten kurtulmak isteyen her bir yengeç diğer arkadaşı tarafından aşağıya çekiliyor. Birbirlerini yukarı itmek yerine, aşağı çekerek engelliyorlar. Panik halleri artıyor. Bir süre sonra birbirlerine iyice tutunup kapaksız sepetten kurtulma şanslarını tamamen yitiriyorlar. Sonunda kimse kazanamıyor.

İşte bu nedenle de yengeç sepetlerine kapak konmaya gerek duyulmuyor. Onlar birer kapaksız sepet olarak iş görüyor.

“Ben sahip değilsem, sen de olamazsın.”

“Ben başaramıyorsam, sen de başaramazsın.” anlayışını ifade eden bu deyim ilk olarak; Filipinli feminist kadın yazar Ninotchka Rosca tarafından kullanılmış.  

Rekabetçi duygulara eşlik eden yüksek dozdaki bencillik ve hırsı, var olan güzellikleri yok etme arzusunu anlatan bu deyim; Filipin halkı arasında oldukça popülermiş.

Beraberce oluşturacağımız sevgi ve saygı kalkanında yaşarken; başkaları için sevinmenin ve mutlu olmanın inceliğinden hiçbir zaman ayrılmamamız dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.03.2019




18 Nisan 2019 Perşembe

MUTLULUĞA BOYANSAK


Renklerin en özeli, en güzeli ile mutluluğa boyansak her birimiz. Kalp kırıklıklarından, acı ve üzüntülerden uzakta huzurla gülümseyerek yaşasak…

İçimizdeki o huzurlu yerde, elimizde kitabımız, yanımızda sevdiklerimizle şakıyan kuşların sesinde dans etsek…

Bana bunları düşündüren bir animasyon filmi oldu.

İsmi ‘Le Tableau’.

Türkçe’ye ‘Mutluluğa Boya Beni’ olarak çevrilmiş. 

Le Point dergisi tarafından “Yılın en yaratıcı ve şiirsel Fransız filmlerinden biri” olarak seçilen film; bir Fransız yapımı. 

İçinde aşkın gücünü, yaşamın kıymetini, savaşın anlamsızlığını bulacağımız güzel bir film.

Süresi 76 dakika.

Filmin kahramanları öyle ilginç ki seyrederken bizi film boyunca düşündürüyor. 
Çünkü bitmemiş bir tabloda dile gelen çizimlerle başlıyor film ve devam ediyor.

Çizimi ve renkleri tamam olan Toupin’ler; çizimleri ve renkleri eksik Pafini’ler ve taslak halindeki Reuf’lar kahramanlarımız. Onların dünyası, içinde bulundukları o bitmemiş tablo.

Tabii bir de bu kahramanları fırça darbeleri ile tablosunun her bir köşesine serpiştiren; kimini tamamlayan ama kimini eksik bırakan; kayıp ressamımız var.

Renkli Toupin’ler gücü ellerinde tutuyor. Yaşadıkları güzel şato ile etrafındaki çiçekli bahçeye kimseyi sokmamakta kararlı. Oysa eksik renkleri ile Pafini’ler ve taslak halindeki Reuf’lar da onlara katılmak, beraber yaşamak istiyor.

İşte macera dolu yolculuk; bu arayışla bitmemiş tablodan çıkıp, başka tablolara yol alarak devam ediyor. Amaçları düzeni sağlamak, ressamı bulup eksik renklerini tamamlatmak aslında.

Metaforların gücünü her bir karede görebilmek mümkün. Güçlünün kendisini ayrıcalıklı ve üstün görmesi; eksik kalanların seslerini duyururken ezilmesi; taslak olanların ise yok sayılması…

Aralarında mutlu olan var mı peki?

Aslında yok gibi.

Güçlüler kendi üstünlüklerini fazlasıyla önemsedikleri için yaşamı ıskalıyor. Güçsüz olanlar; ellerindekinin değerini hiçe sayıp; mücadele peşine düşüyor. Bir yer edinmek, söz sahibi olmak adına. Yok sayılanlar ise hayatın ezici darbesi altında adeta yaşamdan vaz geçmiş gibiler.

Tüm bu karakterler gerçek yaşamda da yok mu?

İnsanları dış görünüşlerine, maddi statülerine göre yargılayıp değerlendirenler; kendilerini herkesten üstün görenler; başkalarını aşağıya çekerek en üstte olmaya çalışanlar, şişkin egolu benciller maalesef sayıca oldukça fazla.

Ancak tüm bu olumsuz örneklerin yanında; hayatın gelip geçiciliğini idrak etmiş, sevgiyle gülümseyebilenler de var. Ve hayat onlarla çok daha güzel.

Biliyoruz ki kimse dört dörtlük değil. Hepimizin bir eksiği, kimine göre fazlası var. Asıl olan kendimizle olan yarışımız. Hayata nasıl baktığımız. Zarafeti yaşamımıza nasıl katabildiğimiz bence.

Ve eğer hepimiz mutluluğa boyanmak istiyorsak en özel renk bence SEVGİ ve SAYGInın RENGİ. Beyaz kadar masum, yeşil kadar huzurlu, mavi kadar yaşam dolu, kırmızı kadar heyecanlı, turuncu kadar çoşkulu, sarı kadar sıcak ve siyah kadar asil.

Hepimizde temel özellikler var. Tıpkı taslak halindeki Reuf’lar gibi. 

Üstüne koymak, güzelliklerle inşa etmek, rengarenk boyamak bizlerin elinde. Tıpkı filmde renkli boyaları bulunca eksik renklerini tamamlayan Pafini’ler gibi. 

Elbette her şey tamamlandığında egoya yenilmeden, tevazuyu elden bırakmadan. Gerekirse, imkanlar yetersizse ve şartlar el vermiyorsa eksik renklerimizle yine de yaşama gülümsemenin bir yolunu bularak. Korkularımızın sandığımız gibi korkulacak ya da bize zarar verecek bir şey olmadığını, biraz cesaretle, biraz bilgilenerek korkularımızı yenebileceğimizi artık öğrenerek…

Yazımı filmden bir replikle bitirmek istedim;

‘’Bazen; basit bir çizim, özenle hazırlanmış ayrıntılı bir resimden daha güzel olabilir."

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.02.2019







7 Nisan 2019 Pazar

GÖNÜL GÖZÜ OZANI (2/2)


Aradan belli bir süre geçtikten, köyden yeterince uzaklaştıklarına kanaat getirdikten sonra; nefeslenmek adına dururlar. Esma hemen ayakkabısını çıkarıp rahatsız eden şeyden kurtulmak ister. Ancak şaşkınlıktan adeta dili tutulur. Çünkü ayakkabısının içinde koca bir tomar para ve bir not saklıdır.

İşte o zaman kocasının her şeyden haberdar olduğunu, ona mani olmak yerine verdiği karara saygı duyduğunu kalbi sızlayarak anlar.

Notta ne mi yazıyordur?

“Al, bu para ananın ak sütü gibi helal olsun. Gittiğin yerde kendini ezdirme. Bir de GÜZELLİĞİN ON PARA ETMEZ, BU BENDEKİ AŞK OLMASA.’’

Yanında kalan tek varlığı minik kızını da bir süre sonra toprağa vermek zorunda kalan, acılar için de kıvranan, bu arada bağlamasını elinden hiç bırakmayan ve karanlık dünyasını güzel kalbiyle aydınlatan bu adam kim dersiniz?

Aşık Veysel Şatıroğlu.

Hepimizin ezbere bildiği pek çok türküsünde yaşadığı bu trajik olaylar hep etkili olmuş. Karanlık ve uzun ince bir yola böyle acılarla beslenerek çıkmış.

Acı dolu hayatını türküleri ile hafifletmeye çalışan ozan; eşinden ve kaybettiği çocuklarından sonra köyünü terk eder.

Üretmeye, elinden düşürmediği sazı ile hayatın renklerini görmek ve göstermek için çalıp söylemeye devam eder. Bir süre sonra Gülizar isimli bir kadınla hayatını birleştirir.

Köy Enstitülerinde bağlama ve halk türküleri dersleri verir. Bu arada ilk şiirini Mustafa Kemal Atatürk için yazar.

Bugüne kadar gelen ve adeta efsane olan türküleri ile tüm Türkiye’nin kalbinde sevgi dolu bir yer edinir.

21 Mart 1973 yılında doğduğu köyde hayatına veda eder.

Ondan geriye sazının sözünün o tatlı nameleri ve bu hayat dersi kalır.

İşte eserlerinden birkaç tanesi…

“Ala Gözlü Benli Dilber”, “Uzun İnce Bir Yoldayım”, “Dostlar Beni Hatırlarsın”, “Kara Toprak”, ”Hepimiz Bu Yurdun Evlatlarıyız”, ”Memlekete Destan Oldum” “Aşkın Beni Elden Ele Gezdirdi”, “Sen Bir Ceylan Olsan Ben De Bir Avcı”, “Sen Olmasan”, “Gönül Bir Güzeli Sevmiş”.

Tüm parasını başka bir adam için kendisini terk eden, kızıyla bir başına bırakan karısına veren böylesi adamlara rastlamak ne yazık ki mümkün değil. Sevgisini, saygısını, hayata karşı duruşunu ve gönül gözüyle bakan kalbini alkışlıyorum ben de sizler gibi.

Bu öykü vesile olsun ve saygıyla bir kez daha anılsın istedim.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.02.2019

Kaynaklar: http://www.isinasli.org;  https://www.bilgiustam.com; https://www.ensonhaber.com.

GÖNÜL GÖZÜ OZANI (1/2)


Sivas’ın Şarkışla ilçesinde minicik bir Alevi-Türkmen köyü var. 

İsmi Sivrialan köyü.

Pek çoğumuzun yerini dahi bilmediği bu köyde, 1894 yılında bir erkek çocuğu hayata gözlerini açar.

Çiftçi bir ailenin gururla büyüttüğü bu çocuğa Veysel ismi verilir.

Yedi yaşına kadar hayatın tüm renklerini gören gözlerinden birini, yaşadığı beldede çıkan bir çiçek salgını nedeniyle tamamen kaybeder. Diğer gözüne ise perde iner. Yine de ışığı varlığını seçebildiği için şanslıdır.

İki kız kardeşi de aynı hastalık nedeni ile hayattan ayrılan Veysel, kısa bir zaman sonra iyileşeceğini umarken; hayatın ona başka bir sürpriz hazırladığından habersizdir.

Bir gün ahırda ışığı seçen gözü sayesinde inek sağarken yanına gelen babasını fark edemez. Ayak sesine aniden döndüğünde ise babasının elindeki değnek Veysel’in gözünde büyük hasar yaratır. Küçük Veysel tamamen karanlığa gömülür.

Düşünsenize o yıllarda köy meydanında gözleri görmeyen, arkadaşları gibi koşup oynayamayan bir erkek çocuğu.

Ne yapar dersiniz?

Hayata küsmez.

Evet evdedir. Evet tek başınadır. Ama kardeşleri ve ailesi yanındadır.

Babası yaşadığı suçluluk duygusu bir yana, gittikçe içine kapanan oğlunun haline daha fazla dayanamaz. Ve Veysel’e şiir okumaya başlar.

Babasının okuduğu şiirlerle önüne yepyeni bir dünya açılır. Halk ozanlarının şiirlerini keyifle dinlerken bir yandan da ezberler.

Bu azmi onu hayatı boyunca terk etmeyecek bir arkadaşla tanıştırır. Babasının hediye ettiği sazını çok sever. Ustalardan saz çalmasını öğrenir. Bu anlamda kendini geliştirir.

Delikanlılık devresi bittiğinde akrabalarından Esma isminde bir kızla evlendirilir.

Bu evlilikten bir kızları, bir de oğulları olur. Artık mutludur. Ancak oğlunu henüz on günlükken kaybeder. Peşinden önce annesi sonra da babası kara toprağın altına girer.

Yaşadığı acılar yüreğini kor gibi yakmaya devam ederken; bir yandan da tüm bu terk edilişlere, ayrılıklara alışmaya çalışırken; hayatının diğer büyük dramını yaşar. Karısı Esma, iki yıl kucağından indirmeden sevdiği minik kızını ve kendisini terk eder.

Şimdi gelin Veysel’in eşiyle yaşadığı o son geceye gidelim.

Sivrialan köyündeki o mütevazi köy evine.


Sakin bir yaz gecesindeyiz. Veysel ve eşi uyumak için yatağa girer. Ancak gelin görün ki kadının kalbi kıpır kıpırdır. Bu gece onun için özeldir. Bu nedenle bir türlü uyuyamaz. Çünkü kocasını, minik kızını ve yuvasını terk edecektir. Aşık olduğu sevgilisi ile köyden kaçmanın planlarını uzun süredir yapmaktadır.

Kocasının uyuduğuna emin olduktan sonra bile yatakta kıpırdamaz. Ta ki pencerede beklediği taşın sesini duyana kadar. Yatağından acele ile kalkar. Önceden hazırladığı eşyalarını alır. Kapının önünde duran ayakkabılarını giyer. Hiç vakit kaybetmeden bahçede kendisini bekleyen sevgilisinin yanına gider. Beraberce koşarak oradan ayrılırlar.

Köyden uzaklaşana kadar durmadan koşarlar. Ancak gelin görün ki Esma’nın her zaman giydiği ayakkabısı o gece hiç de rahat değildir. İçindeki bir şey onu fazlası ile rahatsız eder. Yaptıklarının doğru olmadığını, böyle bir terk edişin yakınları ve köylüler tarafından hiç de hoş karşılanmayacağını, affedilmeyeceğini; hatta bunun bir töre sorunu olacağını bilir. Bilir de sesini hiç çıkarmaz. Var gücüyle koşmaya devam eder.

Sonra ne mi olur? (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.02.2019

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...