30 Haziran 2020 Salı

Nedir Bu Açık Süt Modası?

Erken uyumayı deniyorum bir süredir. E tabi vücut alışmış geç saate, hemen uyum sağlayamadı. Ben de bu yüzden tıpkı çocukluğumdaki gibi ballı süt içmeye başladım. Normalde çok fazla süt içme alışkanlığım yoktu. Halbuki severim de. Neyse işte her akşam süt içmeye başlayınca haliyle markette de alışveriş sepetime daha fazla süt eklemeye başladım.



Tam da bununla ilgili bir hikaye anlatacağım size…
Dün markette yine süt reyonunda seçim yapmaya çalışırken yakınımda bir kadın belirdi ve kınayan gözlerle bir bana, bir de elimdeki ambalajlı süte baktı. Ben de dayanamam böyle durumlarda, hemen bir sıkıntı mı var diye sordum. Meğer hanımefendi kutu süt almama takılmış.  Doğal ve organik sütler açıkta satılırken, neden marketten kutu süt aldığımı sordu. Sağlığımız konusunda bu kadar hassasken; ben de ambalajlı ve açık sütler hakkında bildiklerimi tek tek açıklamak istedim.

1- Açık sütler doğal ve organik değildir. Organik sertifikası olmayan hiçbir gıda için organik diyemeyiz.
Piyasada çeşitli markalarla satılan açık sütler var. Bunlar hangi denetimlerden geçiyor, hangi koşullarda üretiliyor bilmiyoruz. Çünkü açıkta satılan sütler denetlenmeyen kayıt dışı sütler. Kaynağını bilmediğiniz, denetimden geçmeyen bir süte doğal denilemez.
2- Ambalajlı sütler katkı maddesi eklenmeden kutulandığından sağlıklıdır.Çiğ sütler tüm dünyada ambalajlanmadan önce ısıl işlemden geçirilir. Böylece insanlarda ciddi hastalık riski oluşturabilecek etkenler sütten tamamen uzaklaştırılır. Açıkta satılan sütler herhangi bir işlemden geçmediği için bu ciddi sağlık riski her zaman var.
3- Çiğ olarak tüketime sunulan açık sütlerde soğuk zincir sağlanamadığından, tüketiciye ulaşana kadar geçen taşıma sürecinde bakteriler çoğalır.
4- Açık sütler alındıktan sonra evde uzun süre kaynatılır. Bu kaynatma esnasında vitamin ve besin kaybı yaşanır.



Ben tabii ayaküstü kısaca tüm süreci anlattım hanımefendiye. Ki bunları bilmek için uzman olmaya gerek olmadığını, kısa bir araştırmayla ve biraz daha bilinçlenerek bu bilgilere kolayca ulaşabileceğini vurguladım. Ön yargıları kırıldı ve konuşmanın sonunda bana hak verdi. Söylediklerim hanımefendide ne kadar etkili olmuştur, açık süt alma alışkanlığından vazgeçebilir mi bilmiyorum ama en azından bir kişiye daha, doğru bilinen yanlışlar hakkında bilgi verdiğim ve sağlık gibi önemli bir konuda bu yanlışların ne tür tehlikeler barındırdığını anlattığım için mutluyum. Bir yandan da insanlara, araştırmadan etmeden körü körüne bir şeylere inandıkları için de kızıyorum.  Tüm dünyada olduğu gibi, ısıl işlemden geçen ve besin kaybına uğramayan kutu sütlerden güvenle tüketmek varken, macera aramak neden gerçekten anlamıyorum.
Siz siz olun, bilmediğiniz sütleri kullanmayın. Güvenli ve denetimli, ambalajlı sütün rahatlığını bırakıp macera aramayın. Benden söylemesi.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

20 Haziran 2020 Cumartesi

GÖRÜNTÜ YANILTABİLİR Mİ?


Yere ve şartlara göre çoğu zaman evet.

Özellikle sağduyumuzu bir kenara bırakıp, ön yargı ile baktığımızda yanılma payımız artıyor.

Düşünsenize iyi bir kıyafetin, pahalı bir arabanın bir anda bakışları değiştirdiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Dolayısı ile dış görüntü yanıltıcı ışıltılar saçmaya devam ediyor.

Hadi gelin kafamızda sanal bir görüntü yaratalım.

Oldukça sade giyimli bir kadınla, elinde pahalı telefonu, kolunda marka çantası ve son derece gösterişli giysisi ile etrafına neşeli tebessümler saçan bir başka kadın; aynı anda bir lokantaya adım atsınlar.

Hangisi öncelikli olarak masasına yerleştirilir?

Ya da hayli yıpranmış arabasından inen bir adamla, son model lüks arabasından kasılarak inen diğer adamın; lüks otel önündeki karşılanması nasıl olur dersiniz?

Maalesef maddiyatın yarattığı görüntü bir adım önde oluyor. Üstelik maddiyatın geçici olduğu gerçeğini bilmek bile bu durumu düzeltmeye yetmiyor. 

İşte 1950 yılına ait, yazıma konu olan fotoğraf da bunun güzel bir örneği.

Edirne Tren Garı’nda çekilmiş.

Sahibi Life dergisi fotoğrafçısı Jack Birns.

Bulgaristan göçünün arkasındaki dramı ve ironiyi anlatıyor aslında.

Nasıl mı?

Yaşadıkları zor zamanların acısı bakışlarına vuran bu kadınların hepsi kürk manto giymiş.

Ne kadar düşündürücü bir fotoğraf değil mi?

Evlerini, eşyalarını, doğup büyüdükleri toprakları ve hatta akrabalarını arkalarında bırakarak göçe zorlanan kadınlar; tam o kaosun ortasında sırtlarında kürkleri ile trene biniyor. Sanki yaşamları eskisinden de iyiymiş gibi. Sanki hiçbir dertleri yokmuş da, keyfi bir yolculuğa çıkıyorlarmış gibi.

İşte gerçeğin tamamen farklı olduğu bir yanılsama.  

O ana değin kürk manto giymeyi akıllarından dahi geçirmeyen bu kadınlar, sadece vardıkları yeni topraklarda en azından kısa bir sürede olsa yaşayabilmek için bu yola başvurmuş. Ve sırtlarına birer kürk manto takarak o bilinmez yolculuğa adım atmış.

Hiçbir eşyalarını yanlarına alamayan nice insandan söz ediyoruz.

Düşünsenize ne kadar zor bir durum.

Evinizi, eşyalarınızı, toprağınızı ve hatta akrabalarınızı ardınızda bırakıyorsunuz.

Minicik bir hatırayı dahi yanınıza alma şansınız yok.

Sadece giysilerinizle gidebilirsiniz.

Acımasızlık içindeki çaresiz boyun eğişin simgesi olmuş belki de bu fotoğraf o yıllarda.

Bir bilinmez yoldaki ilk adımda sırtı süsleyen bir kürk manto insana neler hissettirir ancak yaşayan bilir. Soğuk terler döktükleri o tren garında kürk mantonun sıcaklığını hissettiklerini hiç düşünmüyorum. Aksine ruhları daha da üşümüştür. Öyle değil mi?

Gönül gözü ile bakmasını bilenlerin sayısının çoğaldığı, zorlukların insanları farklı şekillerde sınamadığı, görüntünün sadece bir yanılsama olduğunun bilincinde; sevgisi ve merhameti bol bir dünya dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.05.2020






15 Haziran 2020 Pazartesi

KUYRUKLU YILDIZLARLA DANS EDEN KADIN


Gökyüzünün saçlı yıldızları onlar.

Işıltıyla geçtiklerinde insanı adeta büyülüyor.

Belki de bu yüzden, eski yıllardan günümüze; gökyüzündeki diğer yıldızlar gibi hep merak edildi kuyruklu yıldızlar.

Sadece buz ve kozmik toz karışımı oldukları halde onu gözlemleme arzusunu hiç kaybetmeyen; tam sekiz kuyruklu yıldızı keşfedip, onlarla adeta dans eden  cesur bir kadının hayat öyküsü var bugünkü dağarcığımızda.

Caroline Herschel.

1750 Almanya doğumlu.

Yoksul bir ailenin sekizinci çocuğu.

Maalesef çocukken geçirdiği tifüs hastalığı onda bazı izler bırakmış.

Boyu 1,29 metre sadece.

Bir gözü de tam olarak görmüyor.

En büyük desteği eğitime önem veren müzisyen babasıdır. Annesi karşı çıksa da azimli ve cesur Caroline eğitiminden hiç vazgeçmez. Bir yandan da kardeşlerinin bakımını sürdürür.

Çok sevdikleri babalarını kaybedince yerini ağabeyleri William alır. İngiltere’nin Bath şehrinde yaşayan; besteler yapan, pek çok müzik aletini başarıyla çalan William, kız kardeşini de yanına aldırır.

Bir süre sonra Caroline, Bath’ın en iyi sopranolarından birisi olur.

Ancak çok yönlü ağabeyinin diğer habisi olan gökyüzünü inceleme arzusu onda da vardır. İki kardeş gökyüzünü incelemek adına güçlü teleskopların başında saatler harcar.

Caroline ilk başlarda teleskopun temizliğinden sorumluyken; öğrendiği matematiksel hesaplarla gözlem yapmaya, onları hesaplayıp kayda almaya başlar.

Kendi küçük teleskopu ile gökyüzünün masmavi enginliğine dalmak Caroline için paha biçilmez bir mutluluktur artık.

Uranüs’ü ve uydularını; Satürn‘ün uydularını; kızılötesi radyasyonunu ve pek çok yıldız kümesini keşfeden ağabeyi gibi o da hiç boş durmaz.

Zaman içinde iyi bir gök bilimci olur.

Otuz üç yaşındayken toz ve gaz karışımından oluşan  yeni bir yıldız adayı nebulayı bulur. Aynı gece Andromeda Gökadasının uydusu Messier 110'u keşfeder.

Tüm bu yoğun çabaları sonunda; her gece dans etmek için ellerini uzattığı gökyüzünde tam sekiz kuyrukluyıldızı keşfeder.

Buluşları İngiliz kralı tarafından maaşla takdir edilir. Bu durum İngiliz tarihinde bir ilk olarak tarih sayfalarında yerini alır.

Ağabeyini kaybedince tüm özel çalışmalarını onun oğlu John’a devreder. Doğduğu şehre Hannover'e geri döner.

Bu arada ağabeyi ile beraber kendisine ait olan tüm keşifleri titizlikle derleyerek bir bütün halinde İngiliz Bilim Kurulu’na gönderir.

1828 yılında Kraliyet Astronomi Topluluğu Altın Madalyası ile onurlandırılır. Bundan yedi yıl sonra aynı topluluğun fahri üyeliğine getirilir.

1846 yılında Alman Prusya Kralı’ndan ‘Altın Bilim Madalyası’nı kazanır.

Kraliyet İrlanda Akademisi onur üyeliğine layık görülür.

Yaşamının son demlerinde dahi gözlem yapmayı bırakmaz. Tam 97 yaşında dans ettiği kuyruklu yıldızlara ve hayata veda eder.

Günümüzde Herschel ailesinin evi Astronomi müzesi olarak hizmet vermeyi sürdürmekte.

İşte zekası ve çalışkanlığı ile tarihe damgasını vuran başarılı bir kadın daha. Üstelik tek gözü ile zoru başarmış, herkesin farklı gözlerle bakmasına aldırış etmeden kendisiyle barışık kalmanın meyvelerini fazlasıyla hak etmiş harika bir kalp.

Bizlere yaşattığı tebessüm için önünde saygıyla eğiliyor ve kocaman alkışlıyorum. İyi ki yaşamış ve iyi ki hayran olduğu gökyüzünün ışıltılı kuyruklu yıldızlarıyla dans etmiş.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.04.2020


10 Haziran 2020 Çarşamba

DİNLEMENİN ZARAFETİ



‘’Bir insan dinleyişi ile karşısındakini yeniden var eder.’’

Ne kadar asil bir cümle öyle değil mi?

Sahibi hepimizin makalelerini ve seminerlerini severek takip ettiğimiz bir iletişim psikolojisi uzmanı Doğan Cüceloğlu.

Sadece dinleyerek karşımızdakine bir şeyler katabileceğimizi öyle güzel anlatmış ki bu tek cümlesi ile.

Bunu başarmak için yaşamın içindeki gizli güzelliklerin farkına varmak  gerekiyor elbette. Farkına vardıkça daha yapıcı olduğumuzu gözlemleyeceğiz zaten. Sonrasında da gündelik hayatımıza, ilişkilerimize ve hatta eleştirilerimize estetiği ve zarafeti davet etmenin bir yolunu bulacağız.

Yaşamın renklerini derinden hissedersek, etrafımızda bize göz kırpan gizli güzelliklerin farkına varmak o kadar da zor değil.

Yeter ki SEVGİnin ta KENDİSİ olarak bakalım karanlığa da, aydınlığa da; acıya da mutluluğa da.

Ne olacağı belli olmayan bir yarın için koştururken ya da sabırsız gergin beklerken bile; gizli güzelliklerin farkındalığında, olabildiğince zarafet taşıyabilse adımlarımız. 
Muhteşem olmaz mı sizce de?

Önümüze çıkan yol ayırımlarında başka seçenekleri keşiften korkmadan atalım bu adımlarımızı. Engeller elbette olacak. Aşmak için çabalayalım.

Her ne karar veriyorsak kendi adımıza özgür irademizin rotasından ayrılmayalım.

Kendi yaşam planımızı kendimiz yaptıkça açılacak ufkumuz. Başkaları için yaşamaya devam ettikçe tüm bunlardan uzaklaşıyor olduğumuzu artık biliyoruz çünkü.

Evet bu kararla hayatımızda bir takım değişiklikler olacak. Evet bazı alışkanlıklar yıkılacak domino taşları gibi. Evet bazı insanlar tarafından belki de hiç anlaşılamayacağız.

Gelin görün ki eğer o değişikliklerin bizi değiştirirken tecrübe hanemize neler kattığının farkındaysak ne mutlu bizlere.

Aldığımız her nefeste, bakışlarımızda, tebessümlerimizde, kucaklamalarımızda, paylaşımlarımızda, konuşma ve dinlemelerimizde, kısacası her şeyde uyumlu ve zarafetli olmak en güzeli.

Hayatın tam içine dalarken yüreğimiz radarımız olsun yeterli.

Tam da burada Mevlana’nın güzel bir cümlesine kulak verelim mi?

‘’Öyle dinle ki, ses ve söz önce bilgiye sonra hikmete dönüşsün. Koyun kaval dinler gibi değil; ağaç topraktan, yaprak yağmurdan suyu çeker gibi dinle. Kulağın kapağı yok, açman gerekmez; aklını aç, kalbini aç, insafını aç ki dinlemiş olasın."

Karşımıza çıkan insanları ve belki de olayları tanımanın en güzel yolu bu.

Neler söylediğini, nasıl tepkiler verdiğini, neyi önemsediğini ya da önemsemediğini anlarken, gizli yaralarını göreceğiz belki de. Bu ise bizi karşımızdaki her kim olursa olsun, fiziksel görünümünün altında yatan gerçek ruhuyla buluşturacak.

Saygıyla bakmak ve zarafetle dinlemek bu kadar kolay aslında.

Daha ne duruyorsunuz?

Karşınızda her kim varsa dinleyin. En azından bir kere de olsa deneyin. Ona ne kadar değerli olduğunu hissettirin. Bunu yaparken siz de kalbinizle hissedin.

Bakalım neler olacak?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.04.2020


2 Haziran 2020 Salı

AMELELİKTEN YAZARLIĞA (2/2)


Hayatın garip cilvesi olsa gerek. Belki de sadece bir tesadüf.

Esirler arasında olup da cami inşaatında çalışan kişi, savaş sırasında iki kurşunla göğsünden yaralanan kahramanımızdan başkası değildir.

Yine kaderin cilvesi olsa gerek;  sağ elini kurtarmak için girdiği zorlu yolda; maalesef hem sol elini hem de özgürlüğünü kaybetmiştir.

Hal böyle olunca beş yıl süren esareti boyunca; Kılıç Ali Paşa'nın Tophane'de kendi adına yaptırdığı camide amele olarak çalışmaya başlar.

Ayasofya’nın küçük bir modeli olan caminin mimarı Koca Sinan'dır. Burada canla başla çalışır. Başarılı olur. Özgürlüğünü yeniden kazanır. Yuvasına, o çok sevdiği ülkesine umutla geri döner. Ama saraydan beklediği desteği alamaz.

Tüm bu olumsuz durumlarda onu hayata bağlayan tek şey yazma hevesi olur. 
Yazdıkça iyileştiğini hisseder. Hatta bazı tiyatro eserlerinde İstanbul ve Türklerle ilgili gözlemlerini de aktarır.

Bir süre sonra evlenir. Artık bir sorumluluğu vardır. Ailesini geçindirmek amacıyla her türlü işte çalışır. Ancak vergi memurluğu görevindeyken çıkan açık hesaplar yüzünden başı yine derde girer. Kendisine yeniden esaret yolları görünür.

Tüm bu iniş çıkışlı olaylara rağmen yazmaktan hiç vazgeçmez. Sonunda 1605 yılında yayımlanan romanı ile şeytanın bacağını kırar.

Hepiniz yazarı ve romanını aslında çok iyi tanıyorsunuz.

Hanları şato, yel değirmenlerini dev sanıp onlarla savaşan; yarı kaçık, çokça akıllı yaşlıca bir adamın öyküsünün anlatıldığı roman dünyaca ünlü Don Kişot (Don Quijote).

Yazarı da yıllara meydan okuyan İspanyol romancı, şair ve oyun yazarı Miguel de Cervantes Saavedra.

Modern romanın ilk örneği sayılan Don Kişot bugün bile keyifle okunuyor. Pek çok dile çevrilen ve dünya edebiyatında ses getiren eserinde Cervantes aslında şövalye kahramanlık öykülerini yerer. Çökmeye yüz tutan İspanyol toplumunu mercek altına alır. Bu nedenle de bazı çevrelerce hiç sevilmez. Ünlü olduğu zamanlarda dahi zenginliği tadamaz.

İşte amelelikten yazarlığa uzanan zorlu bir yol.

İşte tesadüflerin yeri geldiğinde verilen kararları sorgulattığı, acısı bol, hüzünlü bir yaşam öyküsü.  

Yazımı Cervantes’in İstanbul üzerine yazdığı şiirden küçük bir alıntı ile bitirmek istiyorum.

‘’ Elveda anlı şanlı İstanbul,
  Elveda Pera ve Pelmas, Elveda
  Chufiti merdiveni, ve hatta Guedi Elveda,
  Güzelim Visitax Bahçesi, Elveda,
  Santa Zofia dediğiniz büyük tapınak
  Şimdi artık büyük bir mescitsin…’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.04.2020




AMELELİKTEN YAZARLIĞA (1/2)


Bazı yaşam öyküleri var ki öğrendiğimizde tesadüflerin insan yaşamını nasıl kökten değiştirdiğini kanıtlıyor.

İşte böylesi çarpıcı bir öykü var paylaşacağım.

Öyle ki yaşadığı zorluklara direnmiş, pes etmemiş, cesaretle attığı adımlar sayesinde yaşamına bambaşka bir yön vermiş bu kişi. Üstelik yaşadığı döneme nam salarken, yıllara yenik düşüp unutulmamış ve ününü günümüze kadar taşımış.

Çağdaş romanın babası olarak bilinen yazarımızı tanımaya hazırsanız sizleri İspanya Madrid’e davet ediyorum.

Yıl 1547.

Yedi kardeşin dördüncüsü olarak hayata gözlerini açar.

Babası gezgin bir sağlıkçıdır.

Düzenli bir eğitim görmez ancak kendisini yetiştirecek kadar akıllıdır.

Gelin görün ki henüz 22 yaşındayken bir kavgaya karışır. Yaralama olayından hüküm giyer. Cezası sağ bileğinin kesilmedir.

Kararı öğrenir öğrenmez Roma’ya kaçar. Amacı hayatındaki kötü gidişattan kurtulmaktır elbette. Ancak bu karar tüm yaşam akışını değiştirir. Bir süre sonra Papa'nın çağrısına uyar. Venedik donanmasına katılır.

Sanki hayatı başkaları tarafından yönlendirilmektedir.

Bu donanma 1571 yılında Osmanlı donanmasına karşı İnebahtı deniz savaşına katılır. Haliyle kahramanımız kendini savaşın içinde bulur.

Bu arada Osmanlı donanmasında kararsızlıklar ve iç çekişmeler yaşanmaktadır. Hiçbir deniz tecrübesi olmayan iki komutanın yönettiği deniz savaşı pek parlak geçmez. 
Sadece Uluç Ali Reis komutasındaki donanmanın bir bölümü başarı kazanır. Dolayısıyla bu savaş Osmanlılar için yenilgiyle sonuçlanır.  

Uluç Ali Reis, İstanbul'a döndüğünde Kaptan-ı Derya ilan edilir. Kılıç Ali Paşa ismini alır.

Peki Kılıç Ali Paşa aslında kimdir dersiniz?

İtalyan bir ailenin son derec zeki bir oğlu kendisi. Henüz küçücük bir çocukken ailesi tarafından Napoli’deki papaz okuluna gönderilmiş. Ancak yolda Müslüman korsanlara esir düşmüş. Hayatı da böylece farklı bir yolda ilerlemiş. Osmanlı topraklarında ünlü denizci Barbaros Hayreddin Paşa tarafından keşfedilmiş. İsmi de onun tarafından konmuş. Aldığı eğitimlerle kendisini yetiştirmiş. Müslüman olmuş. Ve kaderin cilvesine bakın ki yenilgiyle biten deniz savaşından sadece onun ekibi başarı kazanarak çıkmış.

Gel zaman git zaman; elde ettiği başarı ve unvan sonucu; yaklaşık 75-80 yaşlarında iken; kendisine bir cami yaptırmak için kolları sıvar Kılıç Ali Paşa.  

Dönemin padişahı Sultan III. Murad’ın istediği üzerine; cami için Tophane rıhtımını taş, toprak ve molozlarla doldurur. Savaşta esir alınanları da unutmaz. Aralarından seçtiklerini amele olarak işe alır. Çünkü kendisinin de bir zamanlar esir hayatı yaşadığını hiç unutmamıştır.

Peki o esirlerin arasında kim vardır dersiniz? (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.04.2020

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...