Erken uyumayı deniyorum bir süredir. E tabi vücut alışmış geç saate, hemen uyum sağlayamadı. Ben de bu yüzden tıpkı çocukluğumdaki gibi ballı süt içmeye başladım. Normalde çok fazla süt içme alışkanlığım yoktu. Halbuki severim de. Neyse işte her akşam süt içmeye başlayınca haliyle markette de alışveriş sepetime daha fazla süt eklemeye başladım.
Tam da bununla ilgili bir hikaye anlatacağım size…
Dün markette yine süt reyonunda seçim yapmaya çalışırken yakınımda bir kadın belirdi ve kınayan gözlerle bir bana, bir de elimdeki ambalajlı süte baktı. Ben de dayanamam böyle durumlarda, hemen bir sıkıntı mı var diye sordum. Meğer hanımefendi kutu süt almama takılmış. Doğal ve organik sütler açıkta satılırken, neden marketten kutu süt aldığımı sordu. Sağlığımız konusunda bu kadar hassasken; ben de ambalajlı ve açık sütler hakkında bildiklerimi tek tek açıklamak istedim.
1- Açık sütler doğal ve organik değildir. Organik sertifikası olmayan hiçbir gıda için organik diyemeyiz.
Piyasada çeşitli markalarla satılan açık sütler var. Bunlar hangi denetimlerden geçiyor, hangi koşullarda üretiliyor bilmiyoruz. Çünkü açıkta satılan sütler denetlenmeyen kayıt dışı sütler. Kaynağını bilmediğiniz, denetimden geçmeyen bir süte doğal denilemez.
2- Ambalajlı sütler katkı maddesi eklenmeden kutulandığından sağlıklıdır.Çiğ sütler tüm dünyada ambalajlanmadan önce ısıl işlemden geçirilir. Böylece insanlarda ciddi hastalık riski oluşturabilecek etkenler sütten tamamen uzaklaştırılır. Açıkta satılan sütler herhangi bir işlemden geçmediği için bu ciddi sağlık riski her zaman var.
3- Çiğ olarak tüketime sunulan açık sütlerde soğuk zincir sağlanamadığından, tüketiciye ulaşana kadar geçen taşıma sürecinde bakteriler çoğalır.
4- Açık sütler alındıktan sonra evde uzun süre kaynatılır. Bu kaynatma esnasında vitamin ve besin kaybı yaşanır.
Ben tabii ayaküstü kısaca tüm süreci anlattım hanımefendiye. Ki bunları bilmek için uzman olmaya gerek olmadığını, kısa bir araştırmayla ve biraz daha bilinçlenerek bu bilgilere kolayca ulaşabileceğini vurguladım. Ön yargıları kırıldı ve konuşmanın sonunda bana hak verdi. Söylediklerim hanımefendide ne kadar etkili olmuştur, açık süt alma alışkanlığından vazgeçebilir mi bilmiyorum ama en azından bir kişiye daha, doğru bilinen yanlışlar hakkında bilgi verdiğim ve sağlık gibi önemli bir konuda bu yanlışların ne tür tehlikeler barındırdığını anlattığım için mutluyum. Bir yandan da insanlara, araştırmadan etmeden körü körüne bir şeylere inandıkları için de kızıyorum. Tüm dünyada olduğu gibi, ısıl işlemden geçen ve besin kaybına uğramayan kutu sütlerden güvenle tüketmek varken, macera aramak neden gerçekten anlamıyorum.
Siz siz olun, bilmediğiniz sütleri kullanmayın. Güvenli ve denetimli, ambalajlı sütün rahatlığını bırakıp macera aramayın. Benden söylemesi.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Paylaşmak için buradayım. Hayatı, yaşadıklarımızı, bakıp da göremediklerimizi, görüp de es geçtiklerimizi, ortak paydadaki sevinç ve üzüntülerimizi, kısacası yaşamın içindeki her şeyi paylaşmak adına... Yazılarımla... Hepsi hayatın içinden yaşamın ta kendisi!
30 Haziran 2020 Salı
20 Haziran 2020 Cumartesi
GÖRÜNTÜ YANILTABİLİR Mİ?
Yere
ve şartlara göre çoğu zaman evet.
Özellikle
sağduyumuzu bir kenara bırakıp, ön yargı ile baktığımızda yanılma payımız artıyor.
Düşünsenize
iyi bir kıyafetin, pahalı bir arabanın bir anda bakışları değiştirdiği bir
zaman diliminde yaşıyoruz. Dolayısı ile dış görüntü yanıltıcı ışıltılar saçmaya
devam ediyor.
Hadi
gelin kafamızda sanal bir görüntü yaratalım.
Oldukça
sade giyimli bir kadınla, elinde pahalı telefonu, kolunda marka çantası ve son
derece gösterişli giysisi ile etrafına neşeli tebessümler saçan bir başka kadın;
aynı anda bir lokantaya adım atsınlar.
Hangisi
öncelikli olarak masasına yerleştirilir?
Ya
da hayli yıpranmış arabasından inen bir adamla, son model lüks arabasından kasılarak
inen diğer adamın; lüks otel önündeki karşılanması nasıl olur dersiniz?
Maalesef
maddiyatın yarattığı görüntü bir adım önde oluyor. Üstelik maddiyatın geçici olduğu
gerçeğini bilmek bile bu durumu düzeltmeye yetmiyor.
İşte
1950 yılına ait, yazıma konu olan fotoğraf da bunun güzel bir örneği.
Edirne
Tren Garı’nda çekilmiş.
Sahibi
Life dergisi fotoğrafçısı Jack Birns.
Bulgaristan
göçünün arkasındaki dramı ve ironiyi anlatıyor aslında.
Nasıl
mı?
Yaşadıkları
zor zamanların acısı bakışlarına vuran bu kadınların hepsi kürk manto giymiş.
Ne kadar düşündürücü bir fotoğraf değil mi?
Evlerini,
eşyalarını, doğup büyüdükleri toprakları ve hatta akrabalarını arkalarında
bırakarak göçe zorlanan kadınlar; tam o kaosun ortasında sırtlarında kürkleri
ile trene biniyor. Sanki yaşamları eskisinden de iyiymiş gibi. Sanki hiçbir dertleri
yokmuş da, keyfi bir yolculuğa çıkıyorlarmış gibi.
İşte
gerçeğin tamamen farklı olduğu bir yanılsama.
O
ana değin kürk manto giymeyi akıllarından dahi geçirmeyen bu kadınlar, sadece vardıkları
yeni topraklarda en azından kısa bir sürede olsa yaşayabilmek için bu yola
başvurmuş. Ve sırtlarına birer kürk manto takarak o bilinmez yolculuğa adım
atmış.
Hiçbir
eşyalarını yanlarına alamayan nice insandan söz ediyoruz.
Düşünsenize
ne kadar zor bir durum.
Evinizi,
eşyalarınızı, toprağınızı ve hatta akrabalarınızı ardınızda bırakıyorsunuz.
Minicik
bir hatırayı dahi yanınıza alma şansınız yok.
Sadece
giysilerinizle gidebilirsiniz.
Acımasızlık
içindeki çaresiz boyun eğişin simgesi olmuş belki de bu fotoğraf o yıllarda.
Bir
bilinmez yoldaki ilk adımda sırtı süsleyen bir kürk manto insana neler
hissettirir ancak yaşayan bilir. Soğuk terler döktükleri o tren garında kürk
mantonun sıcaklığını hissettiklerini hiç düşünmüyorum. Aksine ruhları daha da
üşümüştür. Öyle değil mi?
Gönül
gözü ile bakmasını bilenlerin sayısının çoğaldığı, zorlukların insanları farklı
şekillerde sınamadığı, görüntünün sadece bir yanılsama olduğunun bilincinde; sevgisi
ve merhameti bol bir dünya dileğimle.
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
01.05.2020
Kaynaklar:
https://www.edirneninsesi.com.tr; https://www.dunyabulteni.net; https://www.tarihteninciler.com.
15 Haziran 2020 Pazartesi
KUYRUKLU YILDIZLARLA DANS EDEN KADIN
Gökyüzünün
saçlı yıldızları onlar.
Işıltıyla
geçtiklerinde insanı adeta büyülüyor.
Belki
de bu yüzden, eski yıllardan günümüze; gökyüzündeki diğer yıldızlar gibi hep
merak edildi kuyruklu yıldızlar.
Sadece
buz ve kozmik toz karışımı oldukları halde onu gözlemleme arzusunu hiç
kaybetmeyen; tam sekiz kuyruklu yıldızı keşfedip, onlarla adeta dans eden cesur bir kadının hayat öyküsü var bugünkü
dağarcığımızda.
Caroline
Herschel.
1750
Almanya doğumlu.
Yoksul
bir ailenin sekizinci çocuğu.
Maalesef
çocukken geçirdiği tifüs hastalığı onda bazı izler bırakmış.
Boyu
1,29 metre sadece.
Bir
gözü de tam olarak görmüyor.
En büyük
desteği eğitime önem veren müzisyen babasıdır. Annesi karşı çıksa da azimli ve
cesur Caroline eğitiminden hiç vazgeçmez. Bir yandan da kardeşlerinin bakımını
sürdürür.
Çok
sevdikleri babalarını kaybedince yerini ağabeyleri William alır. İngiltere’nin
Bath şehrinde yaşayan; besteler yapan, pek çok müzik aletini başarıyla çalan
William, kız kardeşini de yanına aldırır.
Bir
süre sonra Caroline, Bath’ın en iyi sopranolarından birisi olur.
Ancak
çok yönlü ağabeyinin diğer habisi olan gökyüzünü inceleme arzusu onda da
vardır. İki kardeş gökyüzünü incelemek adına güçlü teleskopların başında
saatler harcar.
Caroline
ilk başlarda teleskopun temizliğinden sorumluyken; öğrendiği matematiksel
hesaplarla gözlem yapmaya, onları hesaplayıp kayda almaya başlar.
Kendi
küçük teleskopu ile gökyüzünün masmavi enginliğine dalmak Caroline için paha
biçilmez bir mutluluktur artık.
Uranüs’ü
ve uydularını; Satürn‘ün uydularını; kızılötesi radyasyonunu ve pek çok yıldız
kümesini keşfeden ağabeyi gibi o da hiç boş durmaz.
Zaman
içinde iyi bir gök bilimci olur.
Otuz
üç yaşındayken toz ve gaz karışımından oluşan
yeni bir yıldız adayı nebulayı bulur. Aynı gece Andromeda Gökadasının
uydusu Messier 110'u keşfeder.
Tüm
bu yoğun çabaları sonunda; her gece dans etmek için ellerini uzattığı
gökyüzünde tam sekiz kuyrukluyıldızı keşfeder.
Buluşları
İngiliz kralı tarafından maaşla takdir edilir. Bu durum İngiliz tarihinde bir
ilk olarak tarih sayfalarında yerini alır.
Ağabeyini
kaybedince tüm özel çalışmalarını onun oğlu John’a devreder. Doğduğu şehre Hannover'e
geri döner.
Bu
arada ağabeyi ile beraber kendisine ait olan tüm keşifleri titizlikle
derleyerek bir bütün halinde İngiliz Bilim Kurulu’na gönderir.
1828
yılında Kraliyet Astronomi Topluluğu Altın Madalyası ile onurlandırılır. Bundan
yedi yıl sonra aynı topluluğun fahri üyeliğine getirilir.
1846
yılında Alman Prusya Kralı’ndan ‘Altın Bilim Madalyası’nı kazanır.
Kraliyet
İrlanda Akademisi onur üyeliğine layık görülür.
Yaşamının
son demlerinde dahi gözlem yapmayı bırakmaz. Tam 97 yaşında dans ettiği
kuyruklu yıldızlara ve hayata veda eder.
Günümüzde
Herschel ailesinin evi Astronomi müzesi olarak hizmet vermeyi sürdürmekte.
İşte
zekası ve çalışkanlığı ile tarihe damgasını vuran başarılı bir kadın daha.
Üstelik tek gözü ile zoru başarmış, herkesin farklı gözlerle bakmasına aldırış
etmeden kendisiyle barışık kalmanın meyvelerini fazlasıyla hak etmiş harika bir
kalp.
Bizlere
yaşattığı tebessüm için önünde saygıyla eğiliyor ve kocaman alkışlıyorum. İyi
ki yaşamış ve iyi ki hayran olduğu gökyüzünün ışıltılı kuyruklu yıldızlarıyla
dans etmiş.
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
26.04.2020
10 Haziran 2020 Çarşamba
DİNLEMENİN ZARAFETİ
‘’Bir
insan dinleyişi ile karşısındakini yeniden var eder.’’
Ne
kadar asil bir cümle öyle değil mi?
Sahibi
hepimizin makalelerini ve seminerlerini severek takip ettiğimiz bir iletişim
psikolojisi uzmanı Doğan Cüceloğlu.
Sadece
dinleyerek karşımızdakine bir şeyler katabileceğimizi öyle güzel anlatmış ki bu
tek cümlesi ile.
Bunu
başarmak için yaşamın içindeki gizli güzelliklerin farkına varmak gerekiyor elbette. Farkına vardıkça daha
yapıcı olduğumuzu gözlemleyeceğiz zaten. Sonrasında da gündelik hayatımıza,
ilişkilerimize ve hatta eleştirilerimize estetiği ve zarafeti davet etmenin bir
yolunu bulacağız.
Yaşamın
renklerini derinden hissedersek, etrafımızda bize göz kırpan gizli güzelliklerin
farkına varmak o kadar da zor değil.
Yeter
ki SEVGİnin ta KENDİSİ olarak bakalım karanlığa da, aydınlığa da; acıya da
mutluluğa da.
Ne
olacağı belli olmayan bir yarın için koştururken ya da sabırsız gergin
beklerken bile; gizli güzelliklerin farkındalığında, olabildiğince zarafet taşıyabilse
adımlarımız.
Muhteşem olmaz mı sizce de?
Önümüze
çıkan yol ayırımlarında başka seçenekleri keşiften korkmadan atalım bu
adımlarımızı. Engeller elbette olacak. Aşmak için çabalayalım.
Her
ne karar veriyorsak kendi adımıza özgür irademizin rotasından ayrılmayalım.
Kendi
yaşam planımızı kendimiz yaptıkça açılacak ufkumuz. Başkaları için yaşamaya
devam ettikçe tüm bunlardan uzaklaşıyor olduğumuzu artık biliyoruz çünkü.
Evet
bu kararla hayatımızda bir takım değişiklikler olacak. Evet bazı alışkanlıklar yıkılacak
domino taşları gibi. Evet bazı insanlar tarafından belki de hiç
anlaşılamayacağız.
Gelin
görün ki eğer o değişikliklerin bizi değiştirirken tecrübe hanemize neler kattığının
farkındaysak ne mutlu bizlere.
Aldığımız
her nefeste, bakışlarımızda, tebessümlerimizde, kucaklamalarımızda, paylaşımlarımızda,
konuşma ve dinlemelerimizde, kısacası her şeyde uyumlu ve zarafetli olmak en güzeli.
Hayatın
tam içine dalarken yüreğimiz radarımız olsun yeterli.
Tam
da burada Mevlana’nın güzel bir cümlesine kulak verelim mi?
‘’Öyle
dinle ki, ses ve söz önce bilgiye sonra hikmete dönüşsün. Koyun kaval dinler
gibi değil; ağaç topraktan, yaprak yağmurdan suyu çeker gibi dinle. Kulağın
kapağı yok, açman gerekmez; aklını aç, kalbini aç, insafını aç ki dinlemiş
olasın."
Karşımıza
çıkan insanları ve belki de olayları tanımanın en güzel yolu bu.
Neler
söylediğini, nasıl tepkiler verdiğini, neyi önemsediğini ya da önemsemediğini
anlarken, gizli yaralarını göreceğiz belki de. Bu ise bizi karşımızdaki her kim
olursa olsun, fiziksel görünümünün altında yatan gerçek ruhuyla buluşturacak.
Saygıyla
bakmak ve zarafetle dinlemek bu kadar kolay aslında.
Daha
ne duruyorsunuz?
Karşınızda
her kim varsa dinleyin. En azından bir kere de olsa deneyin. Ona ne kadar
değerli olduğunu hissettirin. Bunu yaparken siz de kalbinizle hissedin.
Bakalım
neler olacak?
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
07.04.2020
2 Haziran 2020 Salı
AMELELİKTEN YAZARLIĞA (2/2)
Hayatın
garip cilvesi olsa gerek. Belki de sadece bir tesadüf.
Esirler
arasında olup da cami inşaatında çalışan kişi, savaş sırasında iki kurşunla göğsünden
yaralanan kahramanımızdan başkası değildir.
Yine
kaderin cilvesi olsa gerek; sağ elini
kurtarmak için girdiği zorlu yolda; maalesef hem sol elini hem de özgürlüğünü
kaybetmiştir.
Hal
böyle olunca beş yıl süren esareti boyunca; Kılıç Ali Paşa'nın Tophane'de kendi
adına yaptırdığı camide amele olarak çalışmaya başlar.
Ayasofya’nın
küçük bir modeli olan caminin mimarı Koca Sinan'dır. Burada canla başla çalışır.
Başarılı olur. Özgürlüğünü yeniden kazanır. Yuvasına, o çok sevdiği ülkesine
umutla geri döner. Ama saraydan beklediği desteği alamaz.
Tüm
bu olumsuz durumlarda onu hayata bağlayan tek şey yazma hevesi olur.
Yazdıkça
iyileştiğini hisseder. Hatta bazı tiyatro eserlerinde İstanbul ve Türklerle
ilgili gözlemlerini de aktarır.
Bir
süre sonra evlenir. Artık bir sorumluluğu vardır. Ailesini geçindirmek amacıyla
her türlü işte çalışır. Ancak vergi memurluğu görevindeyken çıkan açık hesaplar
yüzünden başı yine derde girer. Kendisine yeniden esaret yolları görünür.
Tüm
bu iniş çıkışlı olaylara rağmen yazmaktan hiç vazgeçmez. Sonunda 1605 yılında
yayımlanan romanı ile şeytanın bacağını kırar.
Hepiniz
yazarı ve romanını aslında çok iyi tanıyorsunuz.
Hanları
şato, yel değirmenlerini dev sanıp onlarla savaşan; yarı kaçık, çokça akıllı
yaşlıca bir adamın öyküsünün anlatıldığı roman dünyaca ünlü Don Kişot (Don
Quijote).
Yazarı
da yıllara meydan okuyan İspanyol romancı, şair ve oyun yazarı Miguel de
Cervantes Saavedra.
Modern
romanın ilk örneği sayılan Don Kişot bugün bile keyifle okunuyor. Pek çok dile
çevrilen ve dünya edebiyatında ses getiren eserinde Cervantes aslında şövalye
kahramanlık öykülerini yerer. Çökmeye yüz tutan İspanyol toplumunu mercek
altına alır. Bu nedenle de bazı çevrelerce hiç sevilmez. Ünlü olduğu zamanlarda
dahi zenginliği tadamaz.
İşte
amelelikten yazarlığa uzanan zorlu bir yol.
İşte
tesadüflerin yeri geldiğinde verilen kararları sorgulattığı, acısı bol, hüzünlü
bir yaşam öyküsü.
Yazımı
Cervantes’in İstanbul üzerine yazdığı şiirden küçük bir alıntı ile bitirmek
istiyorum.
‘’
Elveda anlı şanlı İstanbul,
Elveda Pera ve Pelmas, Elveda
Chufiti merdiveni, ve hatta Guedi Elveda,
Güzelim Visitax Bahçesi, Elveda,
Santa Zofia dediğiniz büyük tapınak
Şimdi artık büyük bir mescitsin…’’
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
05.04.2020
Kaynaklar:
https://www.turkedebiyati.org; http://www.hurriyet.com.tr; https://www.turktoyu.com;
https://www.haberler.com.
AMELELİKTEN YAZARLIĞA (1/2)
Bazı yaşam öyküleri var ki öğrendiğimizde tesadüflerin insan yaşamını nasıl kökten değiştirdiğini kanıtlıyor.
İşte
böylesi çarpıcı bir öykü var paylaşacağım.
Öyle
ki yaşadığı zorluklara direnmiş, pes etmemiş, cesaretle attığı adımlar sayesinde
yaşamına bambaşka bir yön vermiş bu kişi. Üstelik yaşadığı döneme nam salarken,
yıllara yenik düşüp unutulmamış ve ününü günümüze kadar taşımış.
Çağdaş
romanın babası olarak bilinen yazarımızı tanımaya hazırsanız sizleri İspanya
Madrid’e davet ediyorum.
Yıl
1547.
Yedi
kardeşin dördüncüsü olarak hayata gözlerini açar.
Babası
gezgin bir sağlıkçıdır.
Düzenli
bir eğitim görmez ancak kendisini yetiştirecek kadar akıllıdır.
Gelin
görün ki henüz 22 yaşındayken bir kavgaya karışır. Yaralama olayından hüküm giyer.
Cezası sağ bileğinin kesilmedir.
Kararı
öğrenir öğrenmez Roma’ya kaçar. Amacı hayatındaki kötü gidişattan kurtulmaktır
elbette. Ancak bu karar tüm yaşam akışını değiştirir. Bir süre sonra Papa'nın
çağrısına uyar. Venedik donanmasına katılır.
Sanki
hayatı başkaları tarafından yönlendirilmektedir.
Bu
donanma 1571 yılında Osmanlı donanmasına karşı İnebahtı deniz savaşına katılır.
Haliyle kahramanımız kendini savaşın içinde bulur.
Bu
arada Osmanlı donanmasında kararsızlıklar ve iç çekişmeler yaşanmaktadır. Hiçbir
deniz tecrübesi olmayan iki komutanın yönettiği deniz savaşı pek parlak geçmez.
Sadece Uluç Ali Reis komutasındaki donanmanın bir bölümü başarı kazanır.
Dolayısıyla bu savaş Osmanlılar için yenilgiyle sonuçlanır.
Uluç
Ali Reis, İstanbul'a döndüğünde Kaptan-ı Derya ilan edilir. Kılıç Ali Paşa ismini
alır.
Peki
Kılıç Ali Paşa aslında kimdir dersiniz?
İtalyan
bir ailenin son derec zeki bir oğlu kendisi. Henüz küçücük bir çocukken ailesi
tarafından Napoli’deki papaz okuluna gönderilmiş. Ancak yolda Müslüman
korsanlara esir düşmüş. Hayatı da böylece farklı bir yolda ilerlemiş. Osmanlı
topraklarında ünlü denizci Barbaros Hayreddin Paşa tarafından keşfedilmiş. İsmi
de onun tarafından konmuş. Aldığı eğitimlerle kendisini yetiştirmiş. Müslüman
olmuş. Ve kaderin cilvesine bakın ki yenilgiyle biten deniz savaşından sadece onun
ekibi başarı kazanarak çıkmış.
Gel
zaman git zaman; elde ettiği başarı ve unvan sonucu; yaklaşık 75-80 yaşlarında iken; kendisine
bir cami yaptırmak için kolları sıvar Kılıç Ali Paşa.
Dönemin
padişahı Sultan III. Murad’ın istediği üzerine; cami için Tophane rıhtımını
taş, toprak ve molozlarla doldurur. Savaşta esir alınanları da unutmaz. Aralarından
seçtiklerini amele olarak işe alır. Çünkü kendisinin de bir zamanlar esir hayatı
yaşadığını hiç unutmamıştır.
Peki
o esirlerin arasında kim vardır dersiniz? (devamı 2/2’de)
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
05.04.2020
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)