29 Mart 2019 Cuma

Lifecell’den Akıllı Kamera: SUPERCAM

SUPERCAM ile Sevdiklerinize Gözünüz Gibi Bakın

Teknolojilerle deyimler çok bağlantılı aslında. Mesela “gözün gibi bak”. Ne güzel bir deyim değil mi? Bir şeyin ne kadar değerli olduğunu göstermek için söylenir. Eski zamanlarda önemsediği şeylerden ayrılmak zorunda kalan insanlara güven vermek için.



Zaman ilerlese de ihtiyaçlar değişmiyor. Deyimler ve ihtiyaçlar da teknoloji ile birlikte yeni anlamlar kazanıyor.
Gözün gibi bak deyimi için de başka bir çözüm var artık. Yeni bir teknoloji: Supercam

Supercam evini, işini, evcil hayvanını, bebeğini… insanın önemsediği ne varsa gözü gibi bakabilmesi için yapılmış bir hizmet. Lifecell’in sunduğu güvenlik hizmeti Supercam ile kamera sistemlerinizden evinizi mobil uygulama sayesinde izleyebiliyor, geriye dönük kayıtlarınıza ulaşabiliyorsunuz. Çift taraflı konuşma özelliği ile cihaz üzerinden iletişim kurabiliyor, davetsiz misafirler için alarm alanı oluşturabiliyorsun. Tüm bu özellikleri ile gerçekten sevdiklerine gözün gibi bakabiliyorsun.



Üstelik bu teknolojiyi Lifecell’liler ve Turkcell’liler avantajlı şekilde kullanıyor. Supercam ile birlikte uygulama içinde kullanabilecekleri 5 GB internet de beraberinde geliyor.

Supercam’in paket özelliklerini gözden geçirin, avantajlı fırsatları kullanın, siz de sevdiklerinize gözünüz gibi bakın.

Akıllı Paket: 7/24 izlemenin yanında hareket alarmı, video ve görüntü kaydetme/paylaşma özelliklerinin kullanılabildiği paket.



Bulut Paketi (7 veya 30 gün): 7/24 izlemenin yanında hareket alarmı, video ve görüntü kaydetme/paylaşma ve 7 gün veya 30 gün geriye sarma özelliklerinin kullanılabildiği paket.

Not: Supercam, ücretsiz kurulum, 7/24 destek hizmeti, gece gündüz 1080p (HD) çözünürlüğünde izleme imkanı, alarm alanında hareket olması durumunda telefonuna anında bildirim gönderme ve video klip oluşturup paylaşma özellikleri ile birlikte kullanılabilmektedir.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

24 Mart 2019 Pazar

DÜŞÜNCELERİ DEĞİŞTİREN ANSİKLOPEDİ


Aslında bu bir lakap.

Yıllar önce ünlü bir filozofa verilmiş.

Tüm Avrupa’nın bu lakabı uygun gördüğü isim Fransız aydınlanma hareketinin öncülerinden. Yazdığı makaleler, ortaya attığı fikirler ile düşünce tarihinde adeta bir fırtına gibi esmiş.

İsmi Denis Diderot.

1713 yılında Fransa'nın Champagne ilinde doğmuş.

Filozofluğunun yanı sıra; kendisi oyun, deneme ve bilimsel makale yazarı, tiyatro kuramcısı, gazeteci, çevirmen, sanat ve edebiyat eleştirmeni ayrıca bir ansiklopedi hazırlayıcısı ve yayıncısı.

Hazırladığı 35 ciltlik ansiklopedisi ile 18. Yüzyıla damga vurmuş. Bu nedenle kendisine ‘’Düşünceleri Değiştiren Ansiklopedi’’ lakabı verilmiş.

Cesur bir şekilde hep gerçeğin ve doğruların peşinden koşmuş.

Son derece zeki ve meraklı olan Diderot, eserlerindeki kendine has üslubu ile ünlü Alman yazarı Goethe’nin dahi gözlerini kamaştırmış. Bilgisi, geniş ilgi alanı ve edebiyatın her biçimine hakim olması ününe ün katmış.

Her türlü ön yargıdan ve gelenekten arındırılmış yepyeni bir düşünme ve düşündürme yöntemi önermesi bazı kesimler tarafından hoş karşılanmasa da bildiği yoldan hiç ayrılmamış.

İşte bu yüzden; tarihe ‘’Diderot Etkisi’’ olarak geçen ve hepimizi yeniden düşünmeye yönelten fikirleri; günümüz yaşamına birebir uyum sağlıyor.

Peki nedir Diderot Etkisi?

Kendimize yeni bir şey aldığımızda, onu tamamlamak için başka bir şey daha alma zorunluluğunun ortaya çıkma hali. Yani şimdinin dur durak bilmeyen tüketim çılgınlığı.

Haydi gelin tarihe ‘’Diderot Etkisi’’ olarak geçen bu olayın çıkış zamanlarına gidelim.

Bu tarihi yolculukta Diderot’un gösterişli sabahlığı bizlere eşlik edecek.

Neden mi?

Çünkü sabahlığın eteklerinde uçuşan, küçük ama önemli bir ders hepimizi can evinden vuracak.

1765 yılında Rusya’dayız.

Rus İmparatoriçesi Büyük Catherine, dünya çapındaki sanatçı ve bilim insanlarına destek vermesi ile ünlü.

Bir şekilde, filozof Dennis Diderot'un acil para ihtiyacı olduğunu duyar. Diderot’un kütüphanesini yine filozofun kendi evinde kalmak kaydı ile satın alır. Onu kendi kütüphanecisi yaparken, 25 yıllık maaşını da peşin olarak öder.

Maddi durumu hayli düzelen, sıkıntılarını atlatan Diderot artık daha huzurlu bir şekilde çalışmaya başlar. Ta ki bir arkadaşının hediye ettiği kırmızı kadifeden şık sabahlığa sahip olana değin.

Sabahlığını çok seven ve her gün giyen Diderot onunla çalışma masasına geçip yazmaya başlar.

Ancak o da nesi?

Her zaman severek oturduğu masasındaki aksesuarların üzerindeki gösterişli sabahlığa uymadığını, bir bütün oluşturmadığını düşünmeye başlar.

O zamana değin hep yokluk içinde olan, ancak aldığı yüklü miktar paranın verdiği rahatlığa alışan Diderot; bunları tamamen değiştirmeye karar verir.

İşini gücünü bırakıp sabahlığına uygun pahalı aksesuarlar satın alır. Aradan birkaç gün geçmeden bu defa da masasının eski olduğunu fark eder.

Canı hayli sıkılır. Aldığı yeni aksesuarlar bile bu masada kendisini yeterince göstermiyordur. O halde yeni bir masa almalıdır.

Artık yeni masası ve aksesuarları ile rahatça çalışabilecektir.

Ancak yine de içini kemiren bir şeyler vardır. Çalışma masasını ve hatta çalışma odası değişse ne de güzel olur. Bütçesini zorlayarak arzu ettiği değişiklikleri yapar.

Peki içi rahat bir şekilde çalışabilir mi dersiniz?

Maalesef hayır.

İçinde başlayan değişim rüzgarına kendisini öylesine kaptırır ki, yavaş yavaş tüm evini ve eşyalarını yeniler. Borçlu hale geldiği halde içindeki satın alma arzusunu bir türlü durduramaz.

Hediye şık bir sabahlıktan tüm evinin baştan sona değişimine kadar geçirdiği bu süreç; onu bir yandan mutlu ederken öte yandan pişmanlıkla kavurur. Ve "Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık" adlı yazısını kaleme alır.

İşte Diderot Etkisi’nin çıkışı bu şekilde.

Günümüzde uzmanlar bu etkinin iki kuvvetli yönü olduğunu belirtiyor.

Bir tanesi, satın alınan küçük ya da büyük herhangi bir eşyanın bağımlılık yaratması. Ve her adımda alınan yeni eşyalarda hep birbirini tamamlama eğilimine yenik düşme.

İkincisi ise, alınan yeni bir eşyanın, uyumlu bir bütünlük adına bir tüketim çılgınlığına dönüşmesin an meselesi olması.

Bloğumdaki çoğu yazımda sadeliğin, az eşyanın insana özgürlük getirdiğini vurgulayan birisi olarak; bu etkinin çıkış noktasını beraberce hatırlayalım istedim. 
Tüketim çılgınlığında kaybolmak yerine, sakince durmanın, az eşya ile yetinmenin; hayattaki güzel duruşlardan birisi olduğuna hala tüm kalbimle inanıyorum.

Peki ya sizler?

Eğer yanıtınız hala tüketimden yana ise; son satırları söyleyen Dennis Diderot’ a kulak vermekte fayda var.

‘’Yanlış yola girdiğinizde, hızlandıkça daha da kaybolursunuz.’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.02.2019


17 Mart 2019 Pazar

HEM NEZAKET HEM CESARET İşte karşımızda ÖZ ŞEFKAT.


Çoğumuz için sevdiklerimiz söz konusu olduğunda akan sular duruyor. Onlar için her türlü fedakarlığı yapıyoruz. Sevgimizle taçlandırıyoruz. Var olan zor şartları zorluyoruz. Hayatlarını kolaylaştırmanın yollarını arıyoruz.

Peki ya kendimiz söz konusu olduğunda ne yapıyoruz?

Aynı desteği kendimize veriyor muyuz?

Yapılan araştırmalar maalesef insanların kendisine karşı daha acımasız ve hatta duyarsız olduğunu gösteriyor. Belki şartlar, belki yanlış yönlendirmeler burada etken ama sonuçta çoğumuz öz şefkatten yoksunuz.

O halde gelin bir an önce bu eksikliğimizin önce farkına varalım. Sonra da yavaş adımlarla geri kazanalım.

Bunun için cesaret ve nezaketin yan yana gelmesi ve öz şefkatin canlandırılması lazım.

Yapabilir miyiz ne dersiniz?

İlk adım bedenimizin ve ruhumuzun sesini dinlemek.

İhtiyaçlarımızı göz ardı etmemek.

Yorgunken, yıpranmışken kendimizi zorlamamaya çalışmak.

Girdiğimiz sorumlulukların altında kendimizi nazikçe korumak.

Endişe ve korkuların baskısı altında ruhumuzu ezdirmemek.

Özellikle zor anlarda; yanlışlarımızla yüzleştiğimizde, yetersiz kaldığımızda acı çekerken; kendimize destek çıkmak.

İhtiyacımız olan sevgiyi, anlayışı, desteği ve şafkati göstermek.

Kendimize karşı çok daha duyarlı ve anlayışlı olmak.

Ruhumuzun çocuk yanını sarıp sarmalamak.

Biraz tevekkül biraz dinginlikle olayların üzerimizden yavaşça geçip gitmesine izin vermek.

Eğer başkalarına karşı şefkatli ve nazik olmak istiyorsak, buna önce kendimizden başlamamız gerektiğini de unutmamak. işte bunun için ÖZ ŞEFKAT çok önemli.

Austin-Texas Üniversitesi Psikoloji bölümünden Doç. Dr. Kristin Neff; yapmış olduğu araştırmalarda öz şefkatin en ETKİN MOTİVASYON vesilesi olduğunun altını çiziyor. 
Ve öz şefkati 3 ana grupta topluyor.
          Kendimizi yargılamadan sevecen ve naif davranmak;
          Ortak paylaşımlarda bulunmak;
          Farkındalığı en bilinçli haliyle uygulamak.

Bunları başardığımızda, hayata bakıştaki iyimserliğimiz ve mutluluğumuz artarken; endişe, depresyon ve korkularımız azalıyor.

Dolayısı ile öz şefkati oturmuş kişiler, hayatlarının zorlu ve kötü anlarında bile kendilerine karşı olumlu duygular beslediği için çözüme daha kolay ulaşıyor. Yara bere almadan zorlukların üstesinden geliyor.

Kendilerini anladıkları; başkalarının deneyimlerine değer verdikleri;  duygusal travmalarında şimdiki anda kalmaya özen gösterdikleri için; yaralarını daha kolay sarabiliyor.  

Konunun uzmanları bizi korumaya tasarlanmış bir beynimiz olduğunu belirtiyor. Bu nedenle fiziksel saldırılarla dolu tehlike durumlarda devreye giren ve bizi koruyan bu mekanizmanın; duygusal saldırı anlarında da aktifleştiğini belirtiyor. Kendimize karşı acımadan eleştiri yapmamızı da buna bağlıyorlar. Aksine o zor anlarda; yumuşacık sevgi dolu dokunuşların içimizi rahatlattığı, yatıştırdığı ise bilinen bir gerçek.

O halde şimdi bunu kendimize uygulamaya ne dersiniz?

Aynı zamanda yazımın ilham kaynağı sunumunu keyifle izlediğim Sayın Zeynep Selvili Çarmıklı. Kendi çocukluğunda yaşadığı bir olaydan yola çıkarak öz şefkati daha kolay anlamamızı sağlarken bizlere harika ipuçları veriyor.

İşte şefkatli el egzersizi de ona ait.

Hadi gelin hep beraber yapalım.

Önce sakin bir yerde kendimizle baş başa kalıyoruz. Sonra elimizi alıp kalbimizin üstüne koyuyoruz. Her şeyin geçeceğini, düzeleceğini düşünmeye başlıyoruz. İçimizden her şeyin düzeleceğini söyleyen o sesi duyana kadar sabrediyoruz. Eğer başarırsak, kalbimizi kendimize açmış, kendimizle yüzleşmiş ve gerekli nezaketi göstermiş oluyoruz. İşte ilk öz şefkatle kucaklaşma anımızı başardık sayılır.

Artık içimizdeki yargılayıcı, acımasız seslerin yerini sevgi ve nezaket dolu şefkatli sesimiz alabilir. Kendimize kızmak yerine, bağışlayıp sevmek en kolay yol aslında. Bu sayede varsa geçmişteki kötü izleri silmemiz, yerine sevgiyi oturtmamız mümkün. Yeter ki kendimize karşı net, nazik ve cesaretli olalım.

Son sözler şu anda kitapları ilk sıralarda satan ve benim de severek takip ettiğim yazar Azra Kohen’den gelsin istedim.

‘’Önemsenmek çok önemli. Önemsenebilmek için de ihtiyaca cevap vermek lazım. İhtiyaca cevap verebilmek için de iyi olmak lazım, iyi olabilmek için de yaşamı desteklemek lazım.’’

Yaşamımızı destekleyen her duygunun, önce kendi içimizde sonra da etrafımızda bolca olması ümidimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.07.2017

Kaynak: https://mindfulnessinstitute.com.tr; En Acımasız Ses! | Zeynep Selvili Çarmıklı - https://www.youtube.com/watch?v=W2BpOXoFRPA.




9 Mart 2019 Cumartesi

CERCA TROVA - ARARSAN BULURSUN (2/2)



Bu sarsıcı iddia ile beraber tüm sanat dünyası ve ressamlar, gözlerini Vecchio 
Sarayına, Giorgio Vasari tarafından yapılan ‘Marciano Savaşı’ isimli esere diker. Seraci’nin gördüğü, onların ise bakıp da es geçtiği o detay nedir?

Gerçekten de kanlı meydan savaşının tüm vahşetini anlatan duvar resminin yukarılarında, yeşil bir flamanın üstünde minicik bir not vardır.

Orada  "cerca trova - ararsan, bulursun’’ yazmaktadır.

Peki bu ne anlama gelir?

Maurizio Seracini ve ekibine göre bu bir ipucudur. Zamanında bu savaş resmini yapan Vasari tarafından, detay olarak resme eklenmiştir. Ve herkese bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır. Bu nedenle duvar resminin arkasına mutlaka bakılmalıdır.

Gelin görün ki Seracini söz konusu eserin bulunduğu duvarın arkasına bakma iznini yıllar sonra, ancak almayı başarır.

Vasari'nin eserine zarar vermeden duvarın arkasındaki resme ulaşmak için hayli teknik bir yol izlenir. Duvar resminin üzerine, tıpta kanser hastaları için kullanılan bir uygulamadan yararlanılır. Hassasiyetle açılan altı küçük delikten; ucunda ışıklı kamera olan teller geçirilir. Ve sonunda Da Vinci'nin en önemli eserleri arasında gösterilen kayıp "Anghiari Savaşı" resmi bütün ihtişamıyla ortaya çıkar.

Resmin sahte olup olmadığı; alınan boya numuneleri ile kontrol edilir.  Sonuçta eserin Da Vinci’ye ait olduğu kanıtlanır.

Bazı sanat tarihçileri, Da Vinci'nin başka bir eserini bulmak için diğer bir ressamın eserine zarar verilmesini eleştirse de; ben bu farkındalığı alkışlamaktan yanayım. Çünkü misyonu yeniden keşfetmek olan Seracini; kültürel miras için sanatı, bilim ve mühendislikle harmanlamanın değerine inanmış ve bu uğurda yıllarını harcamış meraklı ve tutkulu bir eğitimci.

Düşünebiliyor musunuz, yıllara meydan okuyan bir şahaser, tam 400 yıl o saray duvarlarının arkasında gün yüzüne çıkmayı beklemiş.

Sanat dünyası açısından sarsıcı olan bu olayda; Vasari'nin Leonardo Da Vinci'nin söz konusu eserine zarar vermemek adına; önüne bir duvar inşa ettiği de alınan notlar arasında.

İşte farkındalık, işine aşık olmak, yıllar sürse de kararından vaz geçmemek böyle bir şey.

O nedenle yazımın başında da dediğim gibi, hepimizin gözünün önünde pek çok ayrıntı, pek çok tılsımlı işaret var.

Yeter ki farkındalıkla bakalım.

Ne aradığımızı kalbimize doğru geçirelim ve aradığımızı bulalım

Tıpkı o yeşil flamadaki sözcük gibi.

‘’Cerca trova – Ararsan bulursun.’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.12.2018

Kaynaklar: https://www.haberturk.com; https://fotogaleri.haberler.com; http://www.leblebitozu.com; https://www.ted.com;  Dan Brown’ın ‘Da Vinci Şifresi’ isimli romanı.



CERCA TROVA - ARARSAN BULURSUN (1/2)


Gün gelir minicik bir detay, bir anlık farkındalık; sadece sizi değil tüm dünyayı şaşkınlığa uğratacak bir gizemin kapılarını arayabilir.

Bunun için sizleri buram buram sanat kokan İtalya’ya ve Rönesans dönemine götürmeye geldim.

Beş asırlık bir esrar perdesini aralamaya var mısınız?

Hazırsanız yakalayın satırlarımın bir ucunu, beraberce tarihte bir yolculuğa çıkalım. 
Kim bilir belki bizler de aradığımızı buluruz bir yerlerde.

Yıl 1505.

Yer Floransa Signoria Meydanı. 

14. yüzyılda inşa edilen etkileyici Vecchio Sarayı’ndayız.

Eski Saray olarak da anılan bu kale tarzı sarayın Beş yüzler Salonu pek çok ünlü ressamın şahaserleriyle süslenmiş.

Yıllar; Floransa ile Milan arasında 1452 yılında başlayan ve 1519 yılına kadar sürecek olan ‘Anghiari Savaşı’na tanıklık ederken; dönemin ünlü ressamlarının konusu genelde savaşlar olur.

Rönesans dönemine adeta damga vuran ve bin yılın dâhisi olarak tarihe geçen Leonardo Da Vinci’de bunlar arasındadır. Etkilendiği bu savaşı, Vecchio sarayının duvarında resmetmek için fırçalarını eline alır. Başlar eskiz çalışmalarını yapmaya. 
Ancak elindeki boyaların bitmesi nedeniyle resmini tamamlayamaz. Aslında Da Vinci’nin bunun gibi pek çok nedenle bitirilmemiş eserinin olduğu da tarihsel notlar arasında.

Aradan yıllar geçer. Savaşların biri biter, bir diğeri başlar.

1551-1559 yılları arasında dünya; Fransa, İtalya ve İspanya arasındaki ‘İtalya Savaşı’ ile çalkalanır. Bu savaşın en ünlü meydan muharebesi ise 1554 yılında gerçekleşen ‘Marciano Muharebesi’ olur.

Bu kez sahneye başka bir İtalyan ressam çıkar.

Giorgio Vasari.

Dönemin ünlü ressamlarından biri olarak kabul görür. Aynı zamanda bir mimar ve sanat tarihçisidir.

Leonardo Da Vinci öldüğünde henüz sekiz yaşında bir çocuk olan Vasari, hayranlık duyduğu bu büyük ressamın hayatını her zaman merak eder. Elinden geldiğince araştırır.  Ve ressamın hayatı hakkındaki bilinmeyenleri, onun çok yakınında bulunma şansına sahip olan kişilerden derleyerek bir kitapta toplar.

Diğerleri gibi konularını tarihten ve savaştan alan pek çok resme ve freske imza atar.

1563 yılında aynı sarayda, aynı duvarın önünde Marciano Savaşı’nı resmetmek isteyen Vasari, bir an için duraklar. Çünkü çalışma yapacağı sarayın duvarında Da Vinci’nin yıllar önce tamamlayamadığı eseri vardır.

Hemen o anda bir karar verir. Ünlü ressamın çalışma yaptığı duvar resminin zarar görmemesi için; ona olan saygısından belki de; hemen önüne başka bir ince duvar inşa ettirir.

Artık hayalini kurduğu savaş resmini gönül rahatlığı ile yapmaması için bir nedeni kalmaz. Çalışmasını kararlılık içinde yürütür. Üstelik freskinin bir yerine de dikkatli bakıldığında, tüm bu gizemi çözecek bir kilit kelime iliştirir.

Aradan tam tamına 400 yıl geçer. Dile kolay…

O zamana kadar sarayın duvarlarındaki resimlere hayranlıkla bakan, inceleyen, her bir detayına kafa yoran pek çok sanat aşığı, öğretim üyesi gelip geçer. Ancak kimse bu gizemi çözemez; kim bilir belki de o kadar farkındalıkla bakmadıkları için.

Ta ki San Diego Üniversitesi'nde sanat tarihçisi olarak görev yapan Maurizio Seracini ortaya çıkıp, sarsıcı bir iddia ortaya atana kadar.

30 yıl boyunca Leonardo da Vinci'nin kayıp freski "Anghiari Savaşı" nı arayan Seracini; bu amaçla birçok yerdeki duvar resmini inceler. Pek çoğunun altında gizlenmiş tarihsel katmanlar olduğunu görür ve notlarına ekler.

Sonunda, Vasari tarafından yapılan ‘Marciano Savaşı’ resminde aradığı ipucunu yakaladığını düşünür. Hiç vakit kaybetmeden inceleme izni için gerekli yerlere başvuruları yapar. (devamı 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.12.2018


2 Mart 2019 Cumartesi

BİLİNÇDIŞININ ADALETİ


Bilinçdışının kelime anlamı; bilinçsizce yapılan iş ve etkinliklerin bütünü olarak geçiyor. 

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud tarafından geliştirilmiş.

Ailesinin altın çocuğu olarak sevilen Freud, çalkantılı uzun yaşamında kendi psikolojisini analiz eden ilk kişi olmuş. O güne değin hiç kimsenin cesaret edemediğini yaparak, kendi bilinçaltına yaptığı yolculuklarda kendisini bile şaşırtmış. 
Bunun için dirençlerini kırmış. Kalkanlarını kaldırmış. Kendisiyle bir psikiyatrist olarak yüzleşmiş. Böylece tarihe kendi bilinçaltını yorumlayan ilk kişi olarak imza atmış.

İşte bilinçdışının adaleti yorumu da ona ait.

Bilinç yapısını iki kısımda toplayan Freud; onu okyanustaki bir buz dağına benzetmiş.
Suyun üstünde kalan ve bizler tarafından görünen kısmına bilinç diyoruz.

Kendimizin ve çevremizdekilerin varlığının farkında olmamız; heyecan, düşünme, hissetme gibi duygularımızı sezme halimiz. Tüm ilişkilerimizi ve eylemlerimizi düzenleyip, planlı olarak yürütmemiz onunla mümkün.

Suyun derinlerinde kalan, görünmeyen diğer kısmını ise bilinçdışı (bilinçaltı) olarak tanımlıyoruz. Farkında olmadığımız korkuları,  mantık dışı ve bencilce istekleri, ahlak dışı dürtüleri barındırıyor.

Beynimizin bilinçli alanı sadece %5 kadar. Geri kalan %95’lik alan ise bilinçaltımıza ait.

Düşünsenize hayatımızı etkileyen bilinmezliklerle dolu devasa bir alanla karşı karşıyayız. Üstelik burada bizim sözümüz geçmiyor. Çünkü biliçaltımız değişikliği sevmiyor. Geçmişe meraklı. Geçmiş tüm anılarımızı titizlikle saklıyor. Benzerlerini bir araya topluyor. Her defasında da önümüze sürmekten, bizi kışkırtmaktan geri durmuyor.  

Kısacası yaşam sahnesinde repliğimizi söylemeye çalışırken; sanki görünmez bir el bizi itiyor, ayağımıza çelme atmaya çalışıyor, dikkatimizi dağıtarak söyleyeceklerimizi unutmamıza vesile oluyor. Yani bizi pes ettirmeye çalışıyor. Niyeti kötü değil ama yine de yapmaktan kendini alamıyor.

Unutmayalım ki kendi kendine işleyen, bizlerin haberdar olmadığı bu yapı, bilincimizi de fazlasıyla etkiliyor.

İşte söz konusu olan da onun adaleti. Ama nasıl?

Bu tanımlama ilk kez bir romanda karşıma çıktı. Gülseren Budayıcıoğlu’nun ‘Kral Kaybederse’ isimli romanında. Şaşırdığımı söylemeliyim.

Peki ulaşmakta zorluk çektiğimiz böylesi bir yapının adaletinden söz edebilir miyiz?

Günümüzden uzun yıllar önce; Sigmund Freud bilinçdışı süreçlerin, düşünce ve davranışlarımızı etkilediğinin altını önemle çizer. Hatta bir adım daha ileri giderek bir anlamda kaderimizi yazdığını söyler.

Elbette düşüncelerini kabul edenler olduğu kadar, karşı çıkanlar hatta tezini çürütmeye çalışanlar da olur. Ancak Freud fikrini sonuna kadar savunur.

Freud gibi düşündüğümüzde; ister istemez kader dediğimiz kavramı; dünyaya geldiğimiz günden itibaren yaşadıklarımızla kendimizin şekillendirdiğini söylemek mümkün. Yani ulaşmakta zorluk çektiğimiz bilinçaltımız; beynimizin karanlık bir köşesinde sürekli kayıt tutuyor. Yazdıklarını da sırası geldiğinde önümüze çıkarıyor. Kısacası duygu, düşünce ve davranışlarımızın eseri olarak yaşam sahnesinde rol alıyoruz. Beğensek de beğenmesek de.

Hal böyle olunca, bilinçdışının bilinmesi, tanınması önem kazanıyor. Kazanıyor ki hayatın bizi nereye götüreceğini az ya da çok tahmin edelim. Seçimlerimizi ona göre yapalım.

Bilinçdışının tek adaleti bu bence. Farkındalıkla bize bir şans sunması.

Uygulayanlar şansını zorlayanlar. Kabul etmeyip, bunun yanlış olduğunu savunanlar ise hayat rüzgarına kapılıp gidenler.  

Çünkü hepimiz özgür irade yetisi ile bu dünyaya geliyoruz. Kendi kararlarımızı veriyor, hatalar ve doğrular arasında gidip geliyoruz. Elbette kararlarımızı etkileyen, baskılayan, engel olanlar olacak.

Yaşam sahnesi öyle bir sahne ki; burada kimimiz en şahane dekorların, en gösterişli kıyafetlerin ve en kolay repliklerin sunumunu yaparken; kimimiz yetersiz bir aydınlatma altında, yarı aç yarı tok, titreyerek ya da ter içinde kalmış tek kıyafetimizle en zor repliklerle; var olmaya çalışıyoruz.

Ama mücadele etmek, sabretmek, her acıdan ders çıkarmak, zorluklar karşısında pes etmemek yine de bizim elimizde. Ele aldığımız her işi var gücümüzle yaparsak, üstünlüğün maddiyatta değil iç zenginliğinde ve sevgide güçlendiğini bilirsek; bizi kimse o sahneden indiremez kolay kolay.

Engellere rağmen kendimiz olmanın özgürlüğünü bize sağlayan yegane güç sevgi. 
Yaşamı, elimizdekileri, var olan her şeyi sevmenin sonsuzluğunda o sahnede kendi ışığımızı dahi kendimiz yaratabiliriz diyorum ben. Bilinçltının adalet terazisi de işte o zaman bizden yana ağır basar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.12.2018

Gülseren Budayıcıoğlu- Kral Kaybederse.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...