SUPERCAM ile Sevdiklerinize Gözünüz Gibi Bakın
Teknolojilerle deyimler çok bağlantılı aslında. Mesela “gözün gibi bak”. Ne güzel bir deyim değil mi? Bir şeyin ne kadar değerli olduğunu göstermek için söylenir. Eski zamanlarda önemsediği şeylerden ayrılmak zorunda kalan insanlara güven vermek için.
Zaman ilerlese de ihtiyaçlar değişmiyor. Deyimler ve ihtiyaçlar da teknoloji ile birlikte yeni anlamlar kazanıyor.
Gözün gibi bak deyimi için de başka bir çözüm var artık. Yeni bir teknoloji: Supercam
Supercam evini, işini, evcil hayvanını, bebeğini… insanın önemsediği ne varsa gözü gibi bakabilmesi için yapılmış bir hizmet. Lifecell’in sunduğu güvenlik hizmeti Supercam ile kamera sistemlerinizden evinizi mobil uygulama sayesinde izleyebiliyor, geriye dönük kayıtlarınıza ulaşabiliyorsunuz. Çift taraflı konuşma özelliği ile cihaz üzerinden iletişim kurabiliyor, davetsiz misafirler için alarm alanı oluşturabiliyorsun. Tüm bu özellikleri ile gerçekten sevdiklerine gözün gibi bakabiliyorsun.
Üstelik bu teknolojiyi Lifecell’liler ve Turkcell’liler avantajlı şekilde kullanıyor. Supercam ile birlikte uygulama içinde kullanabilecekleri 5 GB internet de beraberinde geliyor.
Supercam’in paket özelliklerini gözden geçirin, avantajlı fırsatları kullanın, siz de sevdiklerinize gözünüz gibi bakın.
Akıllı Paket: 7/24 izlemenin yanında hareket alarmı, video ve görüntü kaydetme/paylaşma özelliklerinin kullanılabildiği paket.
Bulut Paketi (7 veya 30 gün): 7/24 izlemenin yanında hareket alarmı, video ve görüntü kaydetme/paylaşma ve 7 gün veya 30 gün geriye sarma özelliklerinin kullanılabildiği paket.
Not: Supercam, ücretsiz kurulum, 7/24 destek hizmeti, gece gündüz 1080p (HD) çözünürlüğünde izleme imkanı, alarm alanında hareket olması durumunda telefonuna anında bildirim gönderme ve video klip oluşturup paylaşma özellikleri ile birlikte kullanılabilmektedir.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Paylaşmak için buradayım. Hayatı, yaşadıklarımızı, bakıp da göremediklerimizi, görüp de es geçtiklerimizi, ortak paydadaki sevinç ve üzüntülerimizi, kısacası yaşamın içindeki her şeyi paylaşmak adına... Yazılarımla... Hepsi hayatın içinden yaşamın ta kendisi!
29 Mart 2019 Cuma
24 Mart 2019 Pazar
DÜŞÜNCELERİ DEĞİŞTİREN ANSİKLOPEDİ
Aslında bu bir lakap.
Yıllar
önce ünlü bir filozofa verilmiş.
Tüm
Avrupa’nın bu lakabı uygun gördüğü isim Fransız aydınlanma hareketinin
öncülerinden. Yazdığı
makaleler, ortaya attığı fikirler ile düşünce tarihinde adeta bir fırtına gibi
esmiş.
İsmi
Denis Diderot.
1713
yılında Fransa'nın Champagne ilinde doğmuş.
Filozofluğunun
yanı sıra; kendisi oyun, deneme ve bilimsel makale yazarı, tiyatro kuramcısı, gazeteci,
çevirmen, sanat ve edebiyat eleştirmeni ayrıca bir ansiklopedi hazırlayıcısı ve
yayıncısı.
Hazırladığı
35 ciltlik ansiklopedisi ile 18. Yüzyıla damga vurmuş. Bu nedenle kendisine
‘’Düşünceleri Değiştiren Ansiklopedi’’ lakabı verilmiş.
Cesur
bir şekilde hep gerçeğin ve doğruların peşinden koşmuş.
Son
derece zeki ve meraklı olan Diderot, eserlerindeki kendine has üslubu ile ünlü Alman
yazarı Goethe’nin dahi gözlerini kamaştırmış. Bilgisi, geniş ilgi alanı ve
edebiyatın her biçimine hakim olması ününe ün katmış.
Her
türlü ön yargıdan ve gelenekten arındırılmış yepyeni bir düşünme ve düşündürme
yöntemi önermesi bazı kesimler tarafından hoş karşılanmasa da bildiği yoldan
hiç ayrılmamış.
İşte
bu yüzden; tarihe ‘’Diderot Etkisi’’ olarak geçen ve hepimizi yeniden düşünmeye
yönelten fikirleri; günümüz yaşamına birebir uyum sağlıyor.
Peki
nedir Diderot Etkisi?
Kendimize
yeni bir şey aldığımızda, onu tamamlamak için başka bir şey daha alma zorunluluğunun
ortaya çıkma hali. Yani şimdinin dur durak bilmeyen tüketim çılgınlığı.
Haydi
gelin tarihe ‘’Diderot Etkisi’’ olarak geçen bu olayın çıkış zamanlarına
gidelim.
Bu
tarihi yolculukta Diderot’un gösterişli sabahlığı bizlere eşlik edecek.
Neden
mi?
Çünkü
sabahlığın eteklerinde uçuşan, küçük ama önemli bir ders hepimizi can evinden
vuracak.
1765
yılında Rusya’dayız.
Rus
İmparatoriçesi Büyük Catherine, dünya çapındaki sanatçı ve bilim insanlarına
destek vermesi ile ünlü.
Bir
şekilde, filozof Dennis Diderot'un acil para ihtiyacı olduğunu duyar. Diderot’un
kütüphanesini yine filozofun kendi evinde kalmak kaydı ile satın alır. Onu
kendi kütüphanecisi yaparken, 25 yıllık maaşını da peşin olarak öder.
Maddi
durumu hayli düzelen, sıkıntılarını atlatan Diderot artık daha huzurlu bir
şekilde çalışmaya başlar. Ta ki bir arkadaşının hediye ettiği kırmızı kadifeden
şık sabahlığa sahip olana değin.
Sabahlığını
çok seven ve her gün giyen Diderot onunla çalışma masasına geçip yazmaya
başlar.
Ancak
o da nesi?
Her
zaman severek oturduğu masasındaki aksesuarların üzerindeki gösterişli
sabahlığa uymadığını, bir bütün oluşturmadığını düşünmeye başlar.
O
zamana değin hep yokluk içinde olan, ancak aldığı yüklü miktar paranın verdiği
rahatlığa alışan Diderot; bunları tamamen değiştirmeye karar verir.
İşini
gücünü bırakıp sabahlığına uygun pahalı aksesuarlar satın alır. Aradan birkaç
gün geçmeden bu defa da masasının eski olduğunu fark eder.
Canı
hayli sıkılır. Aldığı yeni aksesuarlar bile bu masada kendisini yeterince göstermiyordur.
O halde yeni bir masa almalıdır.
Artık
yeni masası ve aksesuarları ile rahatça çalışabilecektir.
Ancak
yine de içini kemiren bir şeyler vardır. Çalışma masasını ve hatta çalışma odası
değişse ne de güzel olur. Bütçesini zorlayarak arzu ettiği değişiklikleri
yapar.
Peki
içi rahat bir şekilde çalışabilir mi dersiniz?
Maalesef
hayır.
İçinde
başlayan değişim rüzgarına kendisini öylesine kaptırır ki, yavaş yavaş tüm
evini ve eşyalarını yeniler. Borçlu hale geldiği halde içindeki satın alma
arzusunu bir türlü durduramaz.
Hediye
şık bir sabahlıktan tüm evinin baştan sona değişimine kadar geçirdiği bu süreç;
onu bir yandan mutlu ederken öte yandan pişmanlıkla kavurur. Ve "Eski
Sabahlığım İçin Pişmanlık" adlı yazısını kaleme alır.
İşte
Diderot Etkisi’nin çıkışı bu şekilde.
Günümüzde
uzmanlar bu etkinin iki kuvvetli yönü olduğunu belirtiyor.
Bir
tanesi, satın alınan küçük ya da büyük herhangi bir eşyanın bağımlılık
yaratması. Ve her adımda alınan yeni eşyalarda hep birbirini tamamlama eğilimine
yenik düşme.
İkincisi
ise, alınan yeni bir eşyanın, uyumlu bir bütünlük adına bir tüketim
çılgınlığına dönüşmesin an meselesi olması.
Bloğumdaki
çoğu yazımda sadeliğin, az eşyanın insana özgürlük getirdiğini vurgulayan
birisi olarak; bu etkinin çıkış noktasını beraberce hatırlayalım istedim.
Tüketim çılgınlığında kaybolmak yerine, sakince durmanın, az eşya ile yetinmenin;
hayattaki güzel duruşlardan birisi olduğuna hala tüm kalbimle inanıyorum.
Peki
ya sizler?
Eğer
yanıtınız hala tüketimden yana ise; son satırları söyleyen Dennis Diderot’ a
kulak vermekte fayda var.
‘’Yanlış
yola girdiğinizde, hızlandıkça daha da kaybolursunuz.’’
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
13.02.2019
17 Mart 2019 Pazar
HEM NEZAKET HEM CESARET İşte karşımızda ÖZ ŞEFKAT.
Çoğumuz için sevdiklerimiz söz konusu olduğunda akan sular duruyor. Onlar için her türlü fedakarlığı yapıyoruz. Sevgimizle taçlandırıyoruz. Var olan zor şartları zorluyoruz. Hayatlarını kolaylaştırmanın yollarını arıyoruz.
Peki
ya kendimiz söz konusu olduğunda ne yapıyoruz?
Aynı
desteği kendimize veriyor muyuz?
Yapılan
araştırmalar maalesef insanların kendisine karşı daha acımasız ve hatta
duyarsız olduğunu gösteriyor. Belki şartlar, belki yanlış yönlendirmeler burada
etken ama sonuçta çoğumuz öz şefkatten yoksunuz.
O
halde gelin bir an önce bu eksikliğimizin önce farkına varalım. Sonra da yavaş
adımlarla geri kazanalım.
Bunun
için cesaret ve nezaketin yan yana gelmesi ve öz şefkatin canlandırılması
lazım.
Yapabilir
miyiz ne dersiniz?
İlk
adım bedenimizin ve ruhumuzun sesini dinlemek.
İhtiyaçlarımızı
göz ardı etmemek.
Yorgunken,
yıpranmışken kendimizi zorlamamaya çalışmak.
Girdiğimiz
sorumlulukların altında kendimizi nazikçe korumak.
Endişe
ve korkuların baskısı altında ruhumuzu ezdirmemek.
Özellikle
zor anlarda; yanlışlarımızla yüzleştiğimizde, yetersiz kaldığımızda acı
çekerken; kendimize destek çıkmak.
İhtiyacımız
olan sevgiyi, anlayışı, desteği ve şafkati göstermek.
Kendimize
karşı çok daha duyarlı ve anlayışlı olmak.
Ruhumuzun
çocuk yanını sarıp sarmalamak.
Biraz
tevekkül biraz dinginlikle olayların üzerimizden yavaşça geçip gitmesine izin
vermek.
Eğer
başkalarına karşı şefkatli ve nazik olmak istiyorsak, buna önce kendimizden
başlamamız gerektiğini de unutmamak. işte bunun için ÖZ ŞEFKAT çok önemli.
Austin-Texas
Üniversitesi Psikoloji bölümünden Doç. Dr. Kristin Neff; yapmış olduğu
araştırmalarda öz şefkatin en ETKİN MOTİVASYON vesilesi olduğunun altını
çiziyor.
Ve öz şefkati 3 ana grupta topluyor.
• Kendimizi yargılamadan sevecen ve naif
davranmak;
• Ortak paylaşımlarda bulunmak;
• Farkındalığı en bilinçli haliyle
uygulamak.
Bunları
başardığımızda, hayata bakıştaki iyimserliğimiz ve mutluluğumuz artarken;
endişe, depresyon ve korkularımız azalıyor.
Dolayısı
ile öz şefkati oturmuş kişiler, hayatlarının zorlu ve kötü anlarında bile kendilerine
karşı olumlu duygular beslediği için çözüme daha kolay ulaşıyor. Yara bere
almadan zorlukların üstesinden geliyor.
Kendilerini
anladıkları; başkalarının deneyimlerine değer verdikleri; duygusal travmalarında şimdiki anda kalmaya
özen gösterdikleri için; yaralarını daha kolay sarabiliyor.
Konunun
uzmanları bizi korumaya tasarlanmış bir beynimiz olduğunu belirtiyor. Bu
nedenle fiziksel saldırılarla dolu tehlike durumlarda devreye giren ve bizi
koruyan bu mekanizmanın; duygusal saldırı anlarında da aktifleştiğini
belirtiyor. Kendimize karşı acımadan eleştiri yapmamızı da buna bağlıyorlar. Aksine
o zor anlarda; yumuşacık sevgi dolu dokunuşların içimizi rahatlattığı,
yatıştırdığı ise bilinen bir gerçek.
O
halde şimdi bunu kendimize uygulamaya ne dersiniz?
Aynı
zamanda yazımın ilham kaynağı sunumunu keyifle izlediğim Sayın Zeynep Selvili Çarmıklı. Kendi çocukluğunda yaşadığı bir olaydan yola çıkarak öz şefkati daha
kolay anlamamızı sağlarken bizlere harika ipuçları veriyor.
İşte
şefkatli el egzersizi de ona ait.
Hadi
gelin hep beraber yapalım.
Önce
sakin bir yerde kendimizle baş başa kalıyoruz. Sonra elimizi alıp kalbimizin
üstüne koyuyoruz. Her şeyin geçeceğini, düzeleceğini düşünmeye başlıyoruz. İçimizden
her şeyin düzeleceğini söyleyen o sesi duyana kadar sabrediyoruz. Eğer
başarırsak, kalbimizi kendimize açmış, kendimizle yüzleşmiş ve gerekli nezaketi
göstermiş oluyoruz. İşte ilk öz şefkatle kucaklaşma anımızı başardık sayılır.
Artık
içimizdeki yargılayıcı, acımasız seslerin yerini sevgi ve nezaket dolu şefkatli
sesimiz alabilir. Kendimize kızmak yerine, bağışlayıp sevmek en kolay yol
aslında. Bu sayede varsa geçmişteki kötü izleri silmemiz, yerine sevgiyi oturtmamız
mümkün. Yeter ki kendimize karşı net, nazik ve cesaretli olalım.
Son
sözler şu anda kitapları ilk sıralarda satan ve benim de severek takip ettiğim
yazar Azra Kohen’den gelsin istedim.
‘’Önemsenmek
çok önemli. Önemsenebilmek için de ihtiyaca cevap vermek lazım. İhtiyaca cevap
verebilmek için de iyi olmak lazım, iyi olabilmek için de yaşamı desteklemek
lazım.’’
Yaşamımızı
destekleyen her duygunun, önce kendi içimizde sonra da etrafımızda bolca olması
ümidimle.
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
06.07.2017
Kaynak:
https://mindfulnessinstitute.com.tr; En Acımasız Ses! | Zeynep Selvili
Çarmıklı - https://www.youtube.com/watch?v=W2BpOXoFRPA.
9 Mart 2019 Cumartesi
CERCA TROVA - ARARSAN BULURSUN (2/2)
Bu
sarsıcı iddia ile beraber tüm sanat dünyası ve ressamlar, gözlerini Vecchio
Sarayına, Giorgio Vasari tarafından yapılan ‘Marciano Savaşı’ isimli esere
diker. Seraci’nin gördüğü, onların ise bakıp da es geçtiği o detay nedir?
Gerçekten
de kanlı meydan savaşının tüm vahşetini anlatan duvar resminin yukarılarında, yeşil
bir flamanın üstünde minicik bir not vardır.
Orada "cerca trova - ararsan, bulursun’’
yazmaktadır.
Maurizio
Seracini ve ekibine göre bu bir ipucudur. Zamanında bu savaş resmini yapan
Vasari tarafından, detay olarak resme eklenmiştir. Ve herkese bir şeyler
anlatmaya çalışmaktadır. Bu nedenle duvar resminin arkasına mutlaka
bakılmalıdır.
Gelin
görün ki Seracini söz konusu eserin bulunduğu duvarın arkasına bakma iznini
yıllar sonra, ancak almayı başarır.
Vasari'nin
eserine zarar vermeden duvarın arkasındaki resme ulaşmak için hayli teknik bir
yol izlenir. Duvar resminin üzerine, tıpta kanser hastaları için kullanılan bir
uygulamadan yararlanılır. Hassasiyetle açılan altı küçük delikten; ucunda ışıklı
kamera olan teller geçirilir. Ve sonunda Da Vinci'nin en önemli eserleri
arasında gösterilen kayıp "Anghiari Savaşı" resmi bütün ihtişamıyla ortaya
çıkar.
Resmin
sahte olup olmadığı; alınan boya numuneleri ile kontrol edilir. Sonuçta eserin Da Vinci’ye ait olduğu
kanıtlanır.
Bazı
sanat tarihçileri, Da Vinci'nin başka bir eserini bulmak için diğer bir
ressamın eserine zarar verilmesini eleştirse de; ben bu farkındalığı
alkışlamaktan yanayım. Çünkü misyonu yeniden keşfetmek olan Seracini; kültürel
miras için sanatı, bilim ve mühendislikle harmanlamanın değerine inanmış ve bu
uğurda yıllarını harcamış meraklı ve tutkulu bir eğitimci.
Düşünebiliyor
musunuz, yıllara meydan okuyan bir şahaser, tam 400 yıl o saray duvarlarının
arkasında gün yüzüne çıkmayı beklemiş.
Sanat
dünyası açısından sarsıcı olan bu olayda; Vasari'nin Leonardo Da Vinci'nin söz
konusu eserine zarar vermemek adına; önüne bir duvar inşa ettiği de alınan
notlar arasında.
İşte
farkındalık, işine aşık olmak, yıllar sürse de kararından vaz geçmemek böyle
bir şey.
O
nedenle yazımın başında da dediğim gibi, hepimizin gözünün önünde pek çok
ayrıntı, pek çok tılsımlı işaret var.
Yeter
ki farkındalıkla bakalım.
Ne
aradığımızı kalbimize doğru geçirelim ve aradığımızı bulalım
Tıpkı
o yeşil flamadaki sözcük gibi.
‘’Cerca
trova – Ararsan bulursun.’’
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
12.12.2018
Kaynaklar:
https://www.haberturk.com; https://fotogaleri.haberler.com; http://www.leblebitozu.com; https://www.ted.com;
Dan Brown’ın ‘Da Vinci Şifresi’ isimli
romanı.
CERCA TROVA - ARARSAN BULURSUN (1/2)
Bunun
için sizleri buram buram sanat kokan İtalya’ya ve Rönesans dönemine götürmeye
geldim.
Beş
asırlık bir esrar perdesini aralamaya var mısınız?
Hazırsanız
yakalayın satırlarımın bir ucunu, beraberce tarihte bir yolculuğa çıkalım.
Kim
bilir belki bizler de aradığımızı buluruz bir yerlerde.
Yıl
1505.
Yer
Floransa Signoria Meydanı.
14.
yüzyılda inşa edilen etkileyici Vecchio Sarayı’ndayız.
Eski
Saray olarak da anılan bu kale tarzı sarayın Beş yüzler Salonu pek çok ünlü
ressamın şahaserleriyle süslenmiş.
Yıllar;
Floransa ile Milan arasında 1452 yılında başlayan ve 1519 yılına kadar sürecek
olan ‘Anghiari Savaşı’na tanıklık ederken; dönemin ünlü ressamlarının konusu genelde
savaşlar olur.
Rönesans
dönemine adeta damga vuran ve bin yılın dâhisi olarak tarihe geçen Leonardo Da
Vinci’de bunlar arasındadır. Etkilendiği bu savaşı, Vecchio sarayının duvarında
resmetmek için fırçalarını eline alır. Başlar eskiz çalışmalarını yapmaya.
Ancak
elindeki boyaların bitmesi nedeniyle resmini tamamlayamaz. Aslında Da Vinci’nin
bunun gibi pek çok nedenle bitirilmemiş eserinin olduğu da tarihsel notlar
arasında.
Aradan
yıllar geçer. Savaşların biri biter, bir diğeri başlar.
1551-1559
yılları arasında dünya; Fransa, İtalya ve İspanya arasındaki ‘İtalya Savaşı’
ile çalkalanır. Bu savaşın en ünlü meydan muharebesi ise 1554 yılında
gerçekleşen ‘Marciano Muharebesi’ olur.
Bu
kez sahneye başka bir İtalyan ressam çıkar.
Giorgio
Vasari.
Dönemin
ünlü ressamlarından biri olarak kabul görür. Aynı zamanda bir mimar ve sanat
tarihçisidir.
Leonardo
Da Vinci öldüğünde henüz sekiz yaşında bir çocuk olan Vasari, hayranlık duyduğu
bu büyük ressamın hayatını her zaman merak eder. Elinden geldiğince
araştırır. Ve ressamın hayatı hakkındaki
bilinmeyenleri, onun çok yakınında bulunma şansına sahip olan kişilerden derleyerek
bir kitapta toplar.
Diğerleri
gibi konularını tarihten ve savaştan alan pek çok resme ve freske imza atar.
1563
yılında aynı sarayda, aynı duvarın önünde Marciano Savaşı’nı resmetmek isteyen
Vasari, bir an için duraklar. Çünkü çalışma yapacağı sarayın duvarında Da
Vinci’nin yıllar önce tamamlayamadığı eseri vardır.
Hemen
o anda bir karar verir. Ünlü ressamın çalışma yaptığı duvar resminin zarar
görmemesi için; ona olan saygısından belki de; hemen önüne başka bir ince duvar
inşa ettirir.
Artık
hayalini kurduğu savaş resmini gönül rahatlığı ile yapmaması için bir nedeni
kalmaz. Çalışmasını kararlılık içinde yürütür. Üstelik freskinin bir yerine de
dikkatli bakıldığında, tüm bu gizemi çözecek bir kilit kelime iliştirir.
Aradan
tam tamına 400 yıl geçer. Dile kolay…
O
zamana kadar sarayın duvarlarındaki resimlere hayranlıkla bakan, inceleyen, her
bir detayına kafa yoran pek çok sanat aşığı, öğretim üyesi gelip geçer. Ancak
kimse bu gizemi çözemez; kim bilir belki de o kadar farkındalıkla bakmadıkları
için.
Ta
ki San Diego Üniversitesi'nde sanat tarihçisi olarak görev yapan Maurizio
Seracini ortaya çıkıp, sarsıcı bir iddia ortaya atana kadar.
30
yıl boyunca Leonardo da Vinci'nin kayıp freski "Anghiari Savaşı" nı
arayan Seracini; bu amaçla birçok yerdeki duvar resmini inceler. Pek çoğunun
altında gizlenmiş tarihsel katmanlar olduğunu görür ve notlarına ekler.
Sonunda,
Vasari tarafından yapılan ‘Marciano Savaşı’ resminde aradığı ipucunu yakaladığını
düşünür. Hiç vakit kaybetmeden inceleme izni için gerekli yerlere başvuruları yapar.
(devamı 2/2’ de)
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
12.12.2018
2 Mart 2019 Cumartesi
BİLİNÇDIŞININ ADALETİ
Bilinçdışının
kelime anlamı; bilinçsizce yapılan iş ve etkinliklerin bütünü olarak
geçiyor.
Psikanalizin
kurucusu Sigmund Freud tarafından geliştirilmiş.
Ailesinin
altın çocuğu olarak sevilen Freud, çalkantılı uzun yaşamında kendi
psikolojisini analiz eden ilk kişi olmuş. O güne değin hiç kimsenin cesaret
edemediğini yaparak, kendi bilinçaltına yaptığı yolculuklarda kendisini bile
şaşırtmış.
Bunun için dirençlerini kırmış. Kalkanlarını kaldırmış. Kendisiyle
bir psikiyatrist olarak yüzleşmiş. Böylece tarihe kendi bilinçaltını yorumlayan
ilk kişi olarak imza atmış.
İşte
bilinçdışının adaleti yorumu da ona ait.
Bilinç
yapısını iki kısımda toplayan Freud; onu okyanustaki bir buz dağına benzetmiş.
Suyun
üstünde kalan ve bizler tarafından görünen kısmına bilinç diyoruz.
Kendimizin
ve çevremizdekilerin varlığının farkında olmamız; heyecan, düşünme, hissetme
gibi duygularımızı sezme halimiz. Tüm
ilişkilerimizi ve eylemlerimizi düzenleyip, planlı olarak yürütmemiz onunla
mümkün.
Suyun
derinlerinde kalan, görünmeyen diğer kısmını ise bilinçdışı (bilinçaltı) olarak
tanımlıyoruz. Farkında olmadığımız korkuları, mantık dışı ve bencilce istekleri, ahlak dışı
dürtüleri barındırıyor.
Beynimizin
bilinçli alanı sadece %5 kadar. Geri kalan %95’lik alan ise bilinçaltımıza ait.
Düşünsenize
hayatımızı etkileyen bilinmezliklerle dolu devasa bir alanla karşı karşıyayız. Üstelik
burada bizim sözümüz geçmiyor. Çünkü biliçaltımız değişikliği sevmiyor. Geçmişe
meraklı. Geçmiş tüm anılarımızı titizlikle saklıyor. Benzerlerini bir araya
topluyor. Her defasında da önümüze sürmekten, bizi kışkırtmaktan geri durmuyor.
Kısacası
yaşam sahnesinde repliğimizi söylemeye çalışırken; sanki görünmez bir el bizi
itiyor, ayağımıza çelme atmaya çalışıyor, dikkatimizi dağıtarak söyleyeceklerimizi
unutmamıza vesile oluyor. Yani bizi pes ettirmeye çalışıyor. Niyeti kötü değil ama
yine de yapmaktan kendini alamıyor.
Unutmayalım
ki kendi kendine işleyen, bizlerin haberdar olmadığı bu yapı, bilincimizi de
fazlasıyla etkiliyor.
İşte
söz konusu olan da onun adaleti. Ama nasıl?
Bu
tanımlama ilk kez bir romanda karşıma çıktı. Gülseren Budayıcıoğlu’nun ‘Kral
Kaybederse’ isimli romanında. Şaşırdığımı söylemeliyim.
Peki
ulaşmakta zorluk çektiğimiz böylesi bir yapının adaletinden söz edebilir miyiz?
Günümüzden
uzun yıllar önce; Sigmund Freud bilinçdışı süreçlerin, düşünce ve
davranışlarımızı etkilediğinin altını önemle çizer. Hatta bir adım daha ileri
giderek bir anlamda kaderimizi yazdığını söyler.
Elbette
düşüncelerini kabul edenler olduğu kadar, karşı çıkanlar hatta tezini çürütmeye
çalışanlar da olur. Ancak Freud fikrini sonuna kadar savunur.
Freud
gibi düşündüğümüzde; ister istemez kader dediğimiz kavramı; dünyaya geldiğimiz
günden itibaren yaşadıklarımızla kendimizin şekillendirdiğini söylemek mümkün.
Yani ulaşmakta zorluk çektiğimiz bilinçaltımız; beynimizin karanlık bir
köşesinde sürekli kayıt tutuyor. Yazdıklarını da sırası geldiğinde önümüze
çıkarıyor. Kısacası duygu, düşünce ve davranışlarımızın eseri olarak yaşam sahnesinde
rol alıyoruz. Beğensek de beğenmesek de.
Hal
böyle olunca, bilinçdışının bilinmesi, tanınması önem kazanıyor. Kazanıyor ki
hayatın bizi nereye götüreceğini az ya da çok tahmin edelim. Seçimlerimizi ona
göre yapalım.
Bilinçdışının
tek adaleti bu bence. Farkındalıkla bize bir şans sunması.
Uygulayanlar
şansını zorlayanlar. Kabul etmeyip, bunun yanlış olduğunu savunanlar ise hayat
rüzgarına kapılıp gidenler.
Çünkü
hepimiz özgür irade yetisi ile bu dünyaya geliyoruz. Kendi kararlarımızı
veriyor, hatalar ve doğrular arasında gidip geliyoruz. Elbette kararlarımızı
etkileyen, baskılayan, engel olanlar olacak.
Yaşam
sahnesi öyle bir sahne ki; burada kimimiz en şahane dekorların, en gösterişli
kıyafetlerin ve en kolay repliklerin sunumunu yaparken; kimimiz yetersiz bir
aydınlatma altında, yarı aç yarı tok, titreyerek ya da ter içinde kalmış tek
kıyafetimizle en zor repliklerle; var olmaya çalışıyoruz.
Ama
mücadele etmek, sabretmek, her acıdan ders çıkarmak, zorluklar karşısında pes
etmemek yine de bizim elimizde. Ele aldığımız her işi var gücümüzle yaparsak,
üstünlüğün maddiyatta değil iç zenginliğinde ve sevgide güçlendiğini bilirsek;
bizi kimse o sahneden indiremez kolay kolay.
Engellere
rağmen kendimiz olmanın özgürlüğünü bize sağlayan yegane güç sevgi.
Yaşamı,
elimizdekileri, var olan her şeyi sevmenin sonsuzluğunda o sahnede kendi ışığımızı
dahi kendimiz yaratabiliriz diyorum ben. Bilinçltının adalet terazisi de işte o
zaman bizden yana ağır basar.
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
10.12.2018
Gülseren
Budayıcıoğlu- Kral Kaybederse.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)