25 Şubat 2019 Pazartesi

SADECE İKİ NOT ve YILLAR SONRA Kİ DEĞERİ


Söz konusu mutluluk olunca hepimiz için akan sular duruyor adeta. Sonunda mutluluk varsa her yolu denemeye çalışıyoruz.

Bu konuda yazılan kitapları okuyoruz.

Beğenip akıl süzgecimizden geçirdiğimiz sözleri, hayat felsefemiz haline getirip  hep canlı tutmaya çabalıyoruz.

Okuduğumda çok sevdiğim ve sizinle paylaşmayı düşündüğüm cümle de bunlardan sadece bir tanesi.

Sahibi Albert Einstein.

"Başarı peşinde koşmak ve bununla beraber gelen sürekli huzursuzluğa karşın, sakin ve alçak gönüllü bir yaşantı daha fazla mutluluk getirecektir."

Ne kadar doğru değil mi?

İçinde hem sonuna kadar savunduğum sadelik, alçak gönüllülük, tevazu sahibi olmak var; hem de sakinlik. Bu iki önemli öğe bizi huzur dolu bir yola ve mutluluğa çıkarıyor.
Ancak bu cümlenin bir başka önemli özelliği daha var.

O da bir müzayede evinde satışa çıkarılması ve oldukça yüksek bir bedel ödenerek satın alınması.

İnsanı hem şaşırtan hem de gülümseten bu olayı; daha yakından incelemeye ne dersiniz?

Albert Einstein, 1922 yılının Ekim ayında Japonya'ya gider.

Akademik amaçla çıktığı bu uzun yolculukta, 1921 Nobel Fizik Ödülü'nü kazandığını öğrenir. Bir zamanlar hiç kimsenin tanımadığı bir Patent Kayıt Memurluğundan; fizikte devrim yaratan bir bilim adamlığına adeta koşarak ilerlemiştir. Çünkü tüm hayatını bilime adamıştır.

Bu önemli ödüle sevinir elbette,  ancak yolculuğunu kesip ülkesine geri dönmek istemez.  Nihayet Tokyo’ya ulaşır ve Imperial Oteli'ne yerleşir. Hiç zaman kaybetmeden de hissettiklerini, o an ki duygu ve düşüncelerini kayda alır.

Ancak tam bu sırada odasının kapısı çalınır. Genç bir kurye kendisine mesaj getirmiştir. O anda kuryeye bahşiş için verecek para bulamayınca; elindeki iki notu verir. Verirken de mutluluk tavsiyelerini içeren bu notları saklamasını, gelecekteki değerlerinin beklediği bahşişten çok daha fazla olacağını söyler.

Nitekim hayattan ayrıldıktan yıllar sonra dedikleri gerçek olur. Notlar o zaman ki kuryenin yeğeni tarafından Kudüs'teki bir müzayede evinde satışa çıkarılır.

İşte yukarıda sizlerle paylaştığım bu not; Almanca olarak Albert Einstein tarafından el yazısı olarak yazılmış notlardan ilkidir.

İsmi Einstein'ın 'mutluluk teorisi’ olarak geçiyor.

Ödenen bedel ise; sıkı durun; tam tamına 1.56 milyon dolar.

Yeri gelmişken notlardan ikincisini de bilmekte fayda var. Çünkü o da en az diğeri kadar önemli.

"Eğer istek varsa, bir yolu vardır."

Her şeyin kendi istek ve irademizle ilgili olduğunu; eğer istersek aradığımız yolu kısa sürede bulacağımızı anlatıyor. Hem de son derece kısa ve net olarak.

Bu not da aynı müzayede evinde; 240 bin dolara alıcı bulmuş.

Alıcılardan birinin; isminin gizli kalmasını isteyen bir  Avrupalı olduğu notlar arasında yer alıyor.

İşte böyle.

Sadece iki not.

Kısa ve özlü anlatımda iki cümle.

Ancak sözün sahibi dünyanın en zeki beyinlerinden biri.

Hal böyle olunca, bize sadece alkışlamak ve cümleleri derin derin düşünmek düşüyor.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.11.2018




19 Şubat 2019 Salı

RUHU TİTRETEN KAYGILAR


Yaşam belki bir tiyatro sahnesi, belki bir film buketi ya da göz açıp kapatıncaya kadar süregelen kısa bir yolculuk…

Her türlü çarpıcı duygunun kıyasıya rekabet ettiği bir arena belki de.

Tebessümün mutluluğa göz kırptığı, acının kederle dans ederken gözyaşlarına emir verdiği anlar silsilesi.

Yaşamımızı anlamlı kılmak, mutlu anlarımızı çoğaltmak uğruna verdiğimiz uğraşta aklımızı çelenler var oysaki.

Neyi neden yaptığımızı sorgulatan acımasız duygular.

Neler mi onlar?

Ruhumuzu titreten kaygılar.

Kişiliğimizin şekil almasını sağlarken bizi yontuyor. Ruhumuzu hallaç pamuğu misali atıyor. Bu kaygılar karşısında ruhumuz titrerken bazı yerlerde kalıcı hasarlar alıyoruz. Ve biz hiç farkına varmadan ömür boyu onların iziyle yaşıyoruz.

Varoluşçu psikoterapinin en önemli temsilcilerinden Amerikalı profesör yazar Dr. Irvin Yalom; bu kaygıları dört ana bölümde topluyor.

Özgürlük, Ölüm, Yalnızlık, Anlamsızlık.

*Özgürlük yaşam sahnesinde karşımıza çıkan seçeneklerdeki sorumluluğu bize yüklüyor. Bu büyük sorumluluğu tek başımıza yüklenip altından kalkmamız gerekiyor. Üstelik seçenekler arttıkça seçim zorlaşıyor. Sonuçları yanlışlar ve hatalar olsa da, her seçim bizim kendi seçimimiz oluyor. Elbette yan etkenler var. Devasa engeller, aşılması zor setler hatta. Ama hiç biri bizim yaşam yolumuzdaki seçimimizde ana etken rolü oynamıyor.

Küllerimizden doğabilmek de bize ait, o küller arasında yitip gitmek de.
Her şeyi kadere yükleyip işin kolayına kaçan da biziz. İnatla direnip, değişime kucak açan da.

Burada başarılı olmanın yolu seçimlerimizde esnek olmamız. Gerekirse diğer seçenekleri düşünüp onlara şans tanımamız. Yaratıcı bir zeminde amacımıza giden en doğru seçime odaklanmak için zihnimizi açık tutmamız da önemli.

*Ölüm kaygısı, hayatın bir yerde bitişi olarak yer alıyor. Bunu kabulleniyoruz ama anlamak da zorluk çekiyoruz. Özellikle sevdiklerimizin kayıpları bizi adeta ateş çukurundaki közlerle imtihan ediyor. Aradan geçen yıllar o kayıplara merhem olmuyor. Ve bizler her ölüm acısıyla biraz daha büyüyoruz farkına varmadan.

Yaşamdaki o inatlaşmanın anlamsızlığı içinde debelenirken; yapay değil gerçek bağlar kurmayı başarmak, gerçekten yaşadığını hissederken anların tadına varmak ve başkalarının hayatlarında olumlu etkiler bırakmayı seçmek muhteşem olmaz mı? Olur olmasına da kolay değil biliyorum.

*Yalnızlık kaygılar arasındaki uçurumlardan bir diğeri. Hele ki kendi kendimize yetmenin yolunu bilmiyor, bunun için çabalamıyorsak vay halimize.

Deli gibi korkuyoruz yalnız kalmaktan.

Oysaki yalnızlık içimizdeki çocuğun istediği gibi hoplayıp zıpladığı, özgürce haykırdığı bir zaman dilimi. Etrafımızdaki insanlar, sevdiklerimiz, ailemiz bizim yaşam paydamızda yer alırken de yalnızız aslında. İşte bunu bilsek ve yalnızlıktan korkmasak…

*Anlamsızlık kaygısı ise diğer üçünün toplamı diyor Dr. Yalom.

Düşünsenize hayatın renkli seçim skalasından istediğimizi seçme özgürlüğünde; kalabalıklar arasındaki yalnızlığımızda ve değiştiremeyeceğimiz sonda; hayatı düşünüp her şeyin aslında nasıl da boş olduğunu sorguladığımız o anlarda göz kırpıyor bize.

Karşımıza çıkan olaylar, duyduğumuz bir söz, okuduğumuz bir cümle, seyrettiğimiz bir film karesi bizlere bir şeyler anlatıyor. Bizim onları fark etmemiz ve yorumlamamızla anlam kazanıyor. Hayat buluyor adeta.

Kısacası başımıza gelen olayları seçemesek de, onları yorumlama özgürlüğü elimizde. Hayatımızı kontrol edebilmemiz de.

Yani hayatın anlamsızlığına değil, anlamına kafa yormalı. Hayata gelişimizin, var olmamızın bir sebebi olduğuna tutunmak en iyi çare bana göre. Çünkü hiçbir şey sebepsiz değil. Hayattaki her karşılaşma bize bir şeyler öğretiyor. Ya eksiklerimizi başımıza kakıyor. Ya ne denli şanslı olduğumuzu fısıldıyor. Tüm bunlar da hayatın anlamını kuvvetlendiriyor. Çünkü zihnimizde bir şeyler canlandırıyor. O anlamlar tiyatro sahnemizdeki ışıkları daha albenili hale getiriyor.

Gelin ruhumuzu titreten tüm bu kaygılara karşı daha güçlü olmanın yollarını bulalım. Önce bu konuda herkesin tereddütleri olacağını unutmayalım. Ardından cesaretle üstlerine gidelim. Bugünü yaşama arzusunda daima tebessümle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.11.2018

Kaynaklar:  http://www.safaknakajima.com;  Bugünü Yaşama Arzusu- Irvin D. Yalom.


13 Şubat 2019 Çarşamba

KURALLARI YIKAN SEVGİ



Hindistan’dan İngiltere’ye uzanan; aralarındaki yaş, dil, din, seviye ve ırk farklarını hiçe sayan bir sevgi yolundayım bugün. Ve sizleri de bu ışıltılı yola davet etmek istiyorum satırlarımla beraber.

İçimizi sımsıcak ısıtacak olan bu güçlü sevgi yolunun sonunda, hem gülümseyecek hem de duygulanacaksınız. Buna eminim.

Tamamen gerçek yaşam öyküsünden esinlenerek hazırlanmış olan film; Hintli kadın gazeteci ve yazar Sharabani Basu tarafından kaleme alınan bir roman uyarlaması.

Romanın ismi “Victoria & Abdul: The True Story of the Queen’s Closest Confidant’’.

İngiliz Amerikan yapımı film 2017 senesinde çevrilmiş.

Şimdi hazırsanız 1800’lü yılların sonuna gidiyoruz hep birlikte.

Kraliçe Victoria’nın en şaşalı dönemlerine.

Kendileri; ‘Üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ olarak kabul edilen Büyük 
Britanya Krallığı’nın kraliçesi. Aynı zamanda dünyanın en uzun süre tahtta kalan hükümdarı.

Tahta çıkışının ellinci yılı için kraliçenin sarayında bir davet verilir. Bu davete Hindistan’dan gelen genç katip Abdul Karim adeta damgasını vurur.

Bir yanda kaskatı kurallar arasında sıkışıp kalmış, varlığı ile herkesi korkutan, sözleri ile delip geçen; ancak gerçek sevgiye ve dostluğa hasret bir kraliçe.

Diğer yanda Hindistan’da katiplik yapan sıradan genç bir adam.

Birbirine benzeyen, protokol ağırlıklı sıkıcı ve anlamsız günleri bu genç adam sayesinde değişir.

Abdul Karim, derin bilgisi, gerçek duyguları ve doğallığı ile kraliçenin dikkatini çeker.

Başlangıçta aralarında hiçbir ortak nokta olmamasına rağmen; yavaş yavaş gelişen arkadaşlıkları; zamanla muhteşem bir dostluğa dönüşür.

'Hiç kimse kraliçe olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyor' sözünü söylerken aslında hayatının gerçekte ne denli zorlayıcı olduğunu özetleyen kraliçe; bu sevgiye dört elle sarılır. Çünkü büyük bir ülkenin hükümdarlığını yaparken gücünün zirvesinde; ama kendi dünyasın da mutsuzluk denizinde kulaç atmaya çalışan bir kadın ve bir anne olmanın ağır yükü altındadır.

Bu nedenle aralarındaki devasa farkları ve içinde olduğu tüm kuralları adeta yok sayar.

İlk defa içtenlikle gülümser.

İlk defa hayatına farklı açılardan bakmaya, sorgulamaya başlar.

Karşılıksız sevginin tılsımlı gücünü iliklerine kadar hisseder.

Buckingham Sarayı’nın çalkalanmasına neden olan Kraliçe Victoria ile Hintli katip Abdul Karim arasındaki bu muhteşem arkadaşlığa tüm kraliyet elbette karşı çıkar.

Ancak kraliçe pes etmez.

Hayli ilerlemiş yaşını unutur.

Sırtına yüklenen onca protokolü önemsemez.

O ana değin yapamadığı her şeyi, yeni arkadaşı sayesinde yapmanın keyfine varır. 

Baş başa sohbet etmenin, her konuda konuşup özgürce dertleşmenin tadına varır. 

Kırlarda yaptıkları gezintilerde çocuklar gibi gülümser. Arkadaşının kollarında yaptığı dansla mutluluğu iliklerinde hisseder.

Hayatının son demlerinde karşısına çıkan bu ışıltılı arkadaşlık için, defalarca şükrederek; 81 yaşında yaşama veda eder.

Yolun sonunda; önem verilen, uğruna çok şey feda edilen maddi birikimlerin ne kadar önemsiz olduğunu görüyor insan. Farklı kültürlerin sevgi yolunda el ele verebildiğine şahit oluyor.

Dışarıdan bakıldığında özenilen yaşamların aslında göründüğü gibi olmadığını; yeri geldiğinde paranın, servetin, ünvanın, güç ve kudretin insan ruhunu doyurmadığını hissediyor.

Yaşamdaki en kıymetli hazinenin sevgi ve dostluk olduğunu anlıyor.

Bense kendi adıma bir yandan gülümserken; o sıcak sevginin ışıltısından minicik bir parçayı alıp kalbime koymak istiyorum.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.11.2018












2 Şubat 2019 Cumartesi

İNSANIN DEĞERİ NASIL ÖLÇÜLÜR ki?


Bunun cevabı aşağıdaki cümlede saklı.

‘’Bir insanın değeri bayağı kesire benzer: pay gerçek değerini gösterir, payda kendisini ne zannettiğini. Paydanın değeri arttıkça kesrin değeri azalır."

Ne güzel bir söz.

Buram buram matematik kokarken insanın değerini anlatan.

Sahibi sadece eserleriyle değil, hayatı ve fikirleriyle dünyaya iz bırakan ünlü Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy.

Yaşarken üne kavuşan yazar, düşünceleriyle kendisinden sonra gelen pek çok kişiyi etkilemiş. İşte bu cümle de onlardan sadece bir tanesi.

Gelin işe önce kesirden başlayalım.

Arapça kökenli bu kelime; kırıntı, tam sayıdan küçük birim anlamına geliyor. Matematikte bir sayı tanımı elbette.

Eş parçalara bölünmüş bir bütünün, eş parçalarından birini veya birkaçını ifade eden sayılar olarak tanımlanıyor.

Elimizde bir bütün var diyelim. Onu eş parçalara ayırıyoruz. Sonra da o ayırdığımız parçalardan birini ya da bir kaçını ele alıyoruz. İşte o ele aldıklarımız kesir.

Kesir çizgisinin üst tarafında pay, alt tarafında payda oluyor. Şimdi dikkat edelim. Payda bütünün kaç eşit parçaya bölündüğünü gösterirken, pay ne yapıyor? Bu bölünmüş parçalardan kaç tanesinin alındığını gösteriyor.

Tıpkı hiçbir yerlere sığdıramadığımız şişkin egolarımızla hayat koşusundayken, giderek azalttığımız gerçek değerimizin farkında olmadığımız gibi.


Oysaki insani değerlerimiz önemli. Dokunduğumuz insanlarda tatlı bir iz bırakabilmek de. İnsanı insan yapan yegane özellikler belki de. Bizi diğer canlılardan ayırıyor. Sevgiyi, saygıyı, toplum yaşamına uygun davranmayı, ilişkilerde hassaslığı ve nezaketi, davranışlarda zarafeti barındırıyor.

İşte biz ancak bu güzel insani değerlerle kocaman bir bütün oluyoruz. Yine de çevremize yansıtabildiklerimiz sadece payımıza düşen kadar oluyor. Egomuzu törpülemez, onu şımartmaya devam edersek vay bizim halimize. Giderek küçülmeye başlıyor insani değerlerimiz.

İşte o zaman; hoşgörüye, dayanışmaya, adalete, eşitliğe, özgürlüğe, saygıya ve sevgiye; kısacası ortak üstün değerlerimize haksızlık yapmış oluyoruz.

Şimdi sorarım size.

Olaylara bu güzelliklerle beraber bakacak yerde; öfke, korku, kızgınlık gibi negatif değerlerle bakıyor olmak hangimize bir yarar sağlıyor ki?


Tam tersine hem kendimize hem de çevremize faydadan çok zarar vermiş oluyoruz. 

Tavrımızda zarafet dokunuşlarının olması, saygı ve hoşgörüyle bezenmesi ise erdemli olmamızın en kolay yolu.

Elbette sadece bilmek değil, bunları uygulamaya dökmekte gerekiyor ki yerini bulsun. 

Tıpkı domino taşlarının itinayla sıralanması gibi.

O halde gelin bütünlüğümüz içindeki payımızı artıralım. Paydamızı küçültmenin yollarını bulalım. Kesrimizin değeri her geçen günle beraber artışa geçsin. Geçsin ki insani değerlerimiz katlanarak artsın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.10.2018

Not: Beni bu güzel cümleyle buluşturan Sevgili arkadaşım, zarafet timsali Eser Demirbaşlı Tavman’a kocaman teşekkürlerimle.





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...