4 Kasım 2025 Salı

İKİNCİ YAŞAM UMUDU mu? (3/3)

İnsanlar araştırmalarında hep doğayı örnek alır. Buradan hareketle doğada bu yöntemi kendi kendilerine uygulayan canlıların varlığından söz etmeden olmaz.

Örneğin Alaska ağaç kurbağaları küçük boyutları sayesinde -2 derecede tamamen donup, -6 dereceye varan sıcaklıklarda günlerce yaşamayı sürdürebiliyor. Yazın ısınan havalarla çözünüp, yaşamlarına devam ediyor.

Nasıl mı?

Alaska kurbağaları, biyolojik dokularını donma hasarından korumak için kriyoprotektan isimli kimyasal bir madde salgılıyor. Sıcaklıklar düşmeye başladığında hücreler içerisinde biriken bu moleküller, donan hücrelerin büzüşmelerine engel oluyor. En büyük sorun olan buz kristalleşmesini durduruyor ve dokuları koruyor.

Buradan hareketle araştırmacılar hayvanları dondurma işini gündeme getirseler de, 1957 yılından sonra tamamen terk edilir. Çünkü iri organlar donduklarında, çatlayarak kırılabiliyor. İri doku kütleleri ise aşırı düşük sıcaklıklarda tamamen parçalanabiliyor. Kısacası dondurma işleminde boyut son derece önem kazanıyor.

Buraya gelene kadar paylaştıklarımla; öldükten sonra bedenin nasıl bir işlemle dondurulduğunu merak ettiğinizi biliyorum.

Bu uygulamanın bir parçası olmak isteyenler öncelikle bir kryoniks tesisine üye oluyor.

Son derece yüksek yıllık üyelik ücretini ödüyor.

Sonra bekleme devresi başlıyor.

Üyenin kalbi durup yasal ölü olarak ilan edildiğinde, tesisteki acil müdahale ekibi harekete geçiyor.

Tesise varıncaya kadar, beyne yeterli oksijen ve kan sağlanarak bedeni stabilize edecek her türlü önlem alınıyor.

Tesise varıldığında tıbbi ekip tarafından esas uygulamaya başlanıyor.

Organların ve dokuların aşırı düşük sıcaklıklarda buz kristali haline gelmesini önlemek için, donmaksızın derin soğutma tekniği olan vitrifikasyon işlemi uygulanıyor.

Bedendeki su, koruyucu kimyasal kriyoprotektan ile değiştiriliyor. Beden sıcaklığı -130 santigrat dereceye ulaşana kadar bir kuru buz yatağında soğutulmaya devam ediyor.

Ardından beden yaklaşık -196 santigrat derece sıcaklıkta sıvı nitrojen ile doldurulmuş büyük bir metal tank içindeki ayrı bir kaba baş aşağı yerleştiriliyor. Nedeni tankta olası bir sızıntıya karşı, beynin dondurucu sıvının içinde kalmasını sağlamak.

Araştırma notları halihazırda yüzlerce bedenin bu şekilde koruma altında saklandığını gösteriyor.

Gelin görün ki bugüne kadar hiç kimse henüz hayata döndürülmemiş.

O nedenle bilinmezlikler hala varlığını koruyor. Belki de bu yüzden bazı eleştirmenlerin bu uygulamaya karşı çıktığını da belirtmemiz lazım.

Yine de umutla araştırmaya gönül verenler, ilk kriyonik canlanmanın 2040 yılı civarında gerçekleşebileceğini tahmin ediyor.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

12.07.2025

Not: Beni bu özel belgeselle buluşturan ve yeni bir konuyu araştırmama vesile olan canım arkadaşım Sevgili Türknur Fadıllıoğlu Çivici’ye kocaman teşekkürlerimle.

Kaynaklar: https://tr.wikipedia.org; https://evrimagaci.org; https://www.mprnews.org.

 

İKİNCİ YAŞAM UMUDU mu? (2/3)

Donma ve yeniden dirilme olayı 20 Aralık 1980 günü, havanın -30 derece olduğu bir gece; Minnesota’da yaşanır.

19 yaşındaki Jean Hilliard, karla kaplı yolda arabasıyla evine giderken, birden sürüş kontrolünü kaybeder.

Arabasıyla çukura saplanır. Kazada yaralanmaz, ancak ne yaparsa yapsın arabasını çukurdan çıkaramaz.

Sonunda yol bilgisine güvenir ve tanıdığı arkadaşından yardım istemek amacıyla dışarıya çıkıp karda yürümeye başlar. Ancak soğuk nedeniyle hedefine yaklaşsa da fazla ilerleyemez ve yaşadığı aşırı yorgunluktan dolayı olduğu yere yığılır.

Ulaşmaya çalıştığı arkadaşı tarafından bulunduğunda, komple donmuş haldedir.

Kısa sürede olay yerine gelen ambulansa alındığında nabız ölçümü elle yapılamaz, çünkü donmuş bedende damar bulunamaz.

Bu nedenle kullanılan ölçüm cihazı nabzın dakikada 6 defa attığını gösterir.

Hillary yaşama tutunmuştur. Hatta donmuş halde dakikada 2-3 defa nefes alıp verdiği gözlenir.

Bu arada vücut sıcaklığı ölçülemez. Beden sıcaklığının 26 derecenin altında olduğu varsayılır.

Hemen gerekli müdahale yapılır. Beden sıcaklığı artmaya başladığında vücuda sıvı girişi sağlanır.

Hilliard, hastanede birkaç gün yatar ve tamamen iyileşerek yaşamına geri döner.

Buradan hareketle kriyonik teknolojisine dönersek, sonuçlar hakkında umudumuz artar mı dersiniz?

Kriyonik alanında çalışan araştırmacılar; kalbin atmayı bıraktığı yasal ölümde, geride kalan küçük hücresel beyin fonksiyonlarını korumayı ve gelecekte diriltmeyi baz alıyor. Yani bu teknoloji, soğuk bir havada donan bir kişiyi diriltmekten oldukça farklı.

Burada insan vücudu kademeli olarak -196 dereceye kadar soğutuluyor. Böylece uzun süre korunan bedenin, zamanı geldiğinde yine kademeli olarak ısıtılarak diriltilmesi planlanıyor.

Gelin görün ki temel bir sorun söz konusu.

Çünkü hücreler, donduğunda büzüşüyor. Hal böyle olunca buna bağlı olarak tuz konsantrasyonu artıyor.

İlerde hücreler çözüldüğünde normal fonksiyonlarına dönüp dönmeyeceği konusu oldukça şüpheli. Ek olarak, gerek hücre içinde gerekse arasında oluşan buz kristallerinin, hücreler arası iletişimi bozacağı için organların normal çalışmalarını etkilemesi  gerçeği var.

Şu anki teknoloji ve bilgilerle.

Belirsizlik ve yanıtsız pek çok soru olsa da, gelecekte hepsi tek tek aydınlığa kavuşacak diye düşünüyorum. (devamı 3/3’te)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

12.07.2025

 

İKİNCİ YAŞAM UMUDU mu? (1/3)

 

Geçtiğimiz günlerde çok sevdiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine ‘Kriyoniks: İkinci Yaşam Umudu’ isimli bir belgesel izledim.

Bu samimi belgesel; Taylandlı bir bilim insanı ve ailesinin, ölmekte olan, çok sevdikleri bebeklerini kriyonik olarak dondurmaya karar verme serüvenini anlatıyor.

İzlerken aklıma üşüşen soru yağmuruna engel olamadığımı ve beni fazlasıyla etkilediğini itiraf etmeliyim.

Kriyoniks, geleceğe yönelik bir umuda tutunma aslında.

Umut diyorum, çünkü gelecek yıllarda bu konu ile ilgili sonuçların ne olacağı hala kesinlik kazanmış değil.

Yani bir bilinmezlikte umut ediyorsunuz.

Bu ne yaman bir çelişki.

Üstelik hayatımda her şeyin kesin ve net olmasını seven birisi olarak bu yöntem; bazı noktaları ile beni şaşırtıyor, şüpheye yöneltiyor, gerçekleşme olasılığını düşündürüyor.

Kriyonik,   gelecekte gelişecek tıp teknolojisi sayesinde bir gün yeniden canlandırmak umuduyla, insan bedeninin dondurulması ve aşırı düşük sıcaklıklarda korunması demek.

Bu fikrin çıkma sebebi; günümüz şartlarında tedavisi olmayan  hastalıklara yakalanan ya da ölen kişilerin dondurulması ve gelecekte tedaviler bulunduğunda yeniden canlandırılması aslında.

Konunun uzmanları dondurulan kişilerin bedenlerinin bu yöntemle kriyonik süspansiyon hâlinde saklandığını belirtiyor.

Tarihte bu yöntemi ilk dile getiren kişi, ölümsüzlük araştırması yapan Amerikalı bilim insanı Jacques Dubourg olur.

1955 yılında İngiliz bilim insanı James Lovelock, mikrodalga diatermi yöntemini kullanarak sıfır derecede dondurulmuş fareleri canlandırmayı başarır.

1962 yılında yazdığı ‘Ölümsüzlük Beklentisi’ isimli kitabı nedeniyle ‘kriyoniğin babası" olarak bilinen Amerikalı fizikçi Robert Ettinger ise kriyoniğin temelini atar.

Üstelik kendisi bu olayı bizzat deneyimlemek ister.

1964 yılında bu işlemleri yapmak, kriyoniksi hayata geçirmek amacıyla Evan Cooper tarafından 'Life Extension Society' (LES) firması kurulur.

1967 yılında psikoloji profesörü Amerikalı James Hiram Bedford, 73 yaşında dondurulan ilk insan olarak tarihe geçer.

Cryonics Ensitütüsünde dondurulan profesörün bedeni, saklama ünitesinde 1979 yılında yaşanan tatsız bir soruna rağmen kurtarılır.

1987 yılında Berkeley Üniversitesinden Dr. Paul E. Segall köpeğini 15 dakikalığına dondurtur.

2015 yılında ise Çinli çocuk edebiyatı yazarı Du Hong, 61 yaşında dondurularak saklanmaya alınır.

Günümüzde bu işlemi yapabilecek donanıma sahip 5 firma var. Bunlardan dördü Amerikaya, bir tanesi de Ruslara ait. Buralarda yüzlerce beden dondurulmuş halde ve yaklaşık 1500 kişi de sırada.

Hatta bazı topluluklarda bedenin dondurulma yıl dönümü "Bedford Günü" olarak kutlanıyor.

Gelişen teknoloji ile beraber elbette yeni sistemler üzerinde yoğun bir çalışma ve araştırma söz konusu.

Gelin görün ki dondurulan bedenin çözülmesi sırasında ne gibi komplikasyonlar çıkacağı, nasıl önlemler alınacağı tam bir muamma.

İşte bu noktada yaşanmış gerçek bir donma ve yeniden dirilme olayına göz atmamız yerinde olur diye düşünüyorum. (devamı 2/3’te)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

12.07.2025

27 Ekim 2025 Pazartesi

UNUTAMAMA HASTALIĞI – HİPERTİMEZİ

İlk defa duyduğum ve içeriğini öğrendiğimde düşünmeden edemediğim bir kelime hipertimezi.

Dünyada son derece nadir görülen nöropsikolojik bir durumun ismi.

Yunanca ‘hyperthymesia’ dan türetilmiş.

Anlamı ‘aşırı hatırlama’.

Günümüzde yaygın olarak görülen bir demans türü olan Alzheimer hastalığının ( beyin hücrelerinin yok olmasına neden olan ilerleyici bir nörolojik hastalık) tam tersi.

Bu hipertimestik sendromda üstün bir otobiyografik hafıza söz konusu.

Böylece kişiler geçmişine yönelik olayları, deneyimleri; normal insanlardan çok daha fazla hatta hayatının çoğunluğunu kapsayacak derecede; hatırlıyor.

En belirgin iki özelliğine göre;  kişi kendi kişisel geçmişi hakkında düşünmeye anormal miktarda zaman harcıyor. Ancak bunu yaparken farkında olmadan beyninin olağanüstü kapasitesini tam olarak kullanıyor.

Dünya genelinde hipertimezi sendromu yaşayan kişi sayısı net olmamakla beraber, kaynaklar sadece 20-30 kadar olduğunu gösteriyor.

İlk başta insana hoş bir durum gibi gözükse de aslında yaşayan insanlar için tam bir kabus niteliğinde.

Düşünsenize beyniniz hiç durmuyor, üstelik sürekli geçmişte yaşayıp, ilgili ilgisiz pek çok ayrıntıyı önünüze koyuyor.

Beynin çalışması kontrol edilemiyor.

Konuyla ilgili kaynaklara göre; hipertimezi sendromu yaşayanlar kendilerine bir tarih verildiğinde, o gün yaşadıklarını mükemmele yakın ayrıntılarla hatırlıyor. Buna ek olarak, o tarihin hangi güne denk düştüğünü ve o tarihte kişisel bir bilgi olup olmadığı da hafızalarına hemen geliyor. Buna kişisel öneme sahip kamusal etkinlikler de dahil.

Bu kabus gibi hatırlama özelliği nedeniyle, hatırladıkları acı tatlı anıları tekrar tekrar yaşıyor gibi oluyor; haliyle yıpranıyorlar.

Aşırı hatırlama sendromu ilk olarak kırk altı yaşında Jill Price isimli bir Amerikalıda görülür.

Sekiz yaşından itibaren yaşadığı olayları her anıyla ve ayrıntısıyla neredeyse dakika dakika hatırladığı için; doktorlar tarafından bu durum ciddiyetle araştırılmaya başlanır.

İlk kapsamlı inceleme 2006 yılında yapıldığında ise kişilerin beyinlerindeki depolama bölümünde olağanüstü bir kapasiteye rastlanır. Bu kapasitenin duygusal zekadan sorumlu amigdala bölgesi ile ilişkili olduğu ortaya çıkar.

Sonraki yıllarda ilerleyen çalışmalarla, sağ amigdalanın normal boyutundan daha büyük olduğu gözlemlenir.

İşte aşırı hatırlama, hiç unutamama bu sayede gerçekleşir.

Sendromdan şüphelenen kişilerde bu tarz belirtilere ve beynin görüntüleme yöntemlerine bakılarak bir tespit yapılıyor olsa da tam bir tedavisi yok maalesef.

Genelde uzun süreli ilaç tedavisi uygulanırken, ek olarak terapilerden de yararlanılıyor. Çünkü her şeyi gerekli gereksiz tüm detayları ile sürekli hatırlama durumu; psikolojik yıpranmalara, zihin yapılarında bozulmaya ve hayat kalitesinin ciddi anlamda düşmesine sebebiyet verebiliyor.

Günümüz araştırmacıları; dünya genelinde çok az sayıda kişide nadir olarak görülen bu durum için daha çok araştırmaya ve bilimsel çalışmaya ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

17.07.2025

Kaynaklar: https://www.epsikolog.com; https://www.memorial.com.tr.

 

18 Ekim 2025 Cumartesi

TIBBIN KADERİNE YÖN VEREN DOKTOR (2/2)

Tıp dünyasının tarihi notları ve bazı kalıntılar ilk ameliyatların MÖ 3000’li yıllarda yapıldığını gösteriyor.

Ancak 19. yüzyıla gelene kadar; anestezi ve antiseptikler henüz bulunmadığı için; ameliyat olma ihtimali hastalar için korkunç bir olaya ve acıya dönüşür.

Hastanın acısını azaltmak için afyon, alkol veya hipnoz kullanılırken; bazı durumlarda ameliyat edilecek bölgeyi uyuşturmak için turnike ya da buz uygulanır. Fakat tüm bu süreçlerde hasta kendi ameliyatına canlı şahitlik etmek zorunda kaldığı için müthiş bir şok ve duygusal yıkım yaşar.

Neyse ki 1800’lerin sonlarında anestezi yaygın olarak kullanılmaya başlanır. Yine de enfeksiyon tehdidi ve buna bağlı hasta kayıpları tam olarak önlenemez.

1865 yılında, mikroorganizmaların hastalığa neden olabileceğine inanan İngiliz doktor Joseph Lister tarafından antiseptikler keşfedilir. Böyllece ameliyathanelerde karbolik asit kullanılmaya başlar.

Etkisi iyidir ancak bu tahriş edici madde ellerde kızartı, pullanma ve yaraya neden olur ki bu durum da cerrah ve hemşirelerin işini hayli zorlaştırır.

Tam bu yıllarda ailesinin isteklerine karşı gelip New York'taki hemşirelik okulundan mezun olan Caroline Hampton, uzun bir çalışmanın ardından Baltimore'daki Johns Hopkins Hastanesi'ne baş cerrahi hemşire olarak atanır.

Böylece William Stewart Halsted ile yolları ameliyathanede birleşir.

Son derece hassas bir cilt yapısına sahip olması en büyük dezavantajıdır. Çünkü cerrahın uyguladığı sıkı hijyenik önlemler (ellerin önce sabun, sonra potasyum permanganat, ardından sıcak oksalik asit banyosu ve kostik bir çözelti) alınarak temizlenmesi başta Caroline olmak üzere herkesin ellerini tahriş eder. Çoğu kişi bu nedenle istifaya niyetlenir.

Tüm bu olumsuz gelişmeler ve sevdiği kadını kaybetme korkusu Halsted’ı farklı çareler aramaya yöneltir.

Düşündüğünü hayata geçirmek için o dönemlerde suni kauçuğun mucidi olan Goodyear kauçuk şirketine başvurur. Caroline'in ellerinin alçı kalıplarını alarak firmaya gönderirken; onlardan ellerini ve ön kollarını örtmek için iki çift özel yapım lastik eldiven tasarlamalarını ister.

Bir süre sonra üretilen eldivenler ince, esnek ve yeniden kullanılabilir şekilde hastaneye ulaşır. Baş hemşirenin ardından diğer tıbbı personel de eldivenleri kullanmaya başlar.

Bu eldiven sayesinde elleri yaralardan kurtulan hemşire Caroline, cerrah Halsted’in yanında çalışmaya devam eder.

Eldiven sayesinde elleri rahatlayan ekip üyeleri, bu eldivenlerin aynı zamanda ameliyat sonrası oluşan enfeksiyon oranlarını da olumlu anlamda etkilediğine şahit olur.

Aradan bir süre geçtikten sonra birbirini çok seven ikili evlenerek mutlu bir beraberliğe adım atar.

Caroline Hampton Halsted,  ameliyathanede tıbbi eldiven kullanan ilk Amerikan hemşiresi olarak tarihe geçer.

Şöyle bir düşündüğümüzde tıp dünyasının bugünlere gelmesi hiç kolay olmamış ve sistem tam rayına oturana kadar pek çok vahim durum yaşanmış.

Her bir buluşun, her bir sabır dolu çalışmanın önemi bu nedenle tartışmasız çok değerli.

İlk defa 1889 yılında Amerika’da ameliyathanelerde kullanılmaya başlanan cerrahi eldivenler de bunlardan bir tanesi olmuş.

Günümüzde biliyoruz ki hastanelerde, laboratuvarlarda, ameliyathanelerde ve bilimsel araştırma yapılan bir takım alanlarda cerrahi eldiven kullanılıyor.

Amaç hem hastaları, hem doktorları hem de araştırmacı bilim insanlarını olası tehlikelerden korumak.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

02.06.2025

Kaynaklar: https://www.drsalihsuer.com; https://tr.wikipedia.org; https://www.researchgate.net; https://www.akademikakil.com.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...