Dayak... Acımasızca birbiri ardına indirilen darbeler...Her bir vuruşta kadına ezilmişliğini yeniden hatırlatan, saygınlığını ayaklar altına alan, kadın olduğuna bin kere pişman ettiren darbeler...
Her dayak olayında; kadının gözyaşları ezilmiş etlerine, kanamış dudaklarına, morarmış kollarına düşerken yüreğini her defasında bin bir parçaya böler. Çıkmayan sesiyle haykırır sessizce, yataklarında uyuyan çocuklarını uyandırmamak, eşine saygısızlık yapmamak adınadır tüm haykırışları... Ne saygıda kusur etmiştir eşine yıllarca, ne de onu utandıracak bir hareketi olmuştur. Peki ama bu dayaklar niye? Haftada bir, bazen gün aşırı, bazen de her gün her gece tekrarlanan bu kahredici eziyetler ne içindir? Sorular hep kendi içinde, kendi dünyasında kalmıştır bunca yıl; aynen sessiz haykırışları gibi. Ama öyle anları olur ki, tek başına dayak yediği zamanları ister yürekten. Çünkü kendini ancak attığı dayaklarla, ezdiği yüreklerle, akıttığı gözyaşları ile büyük ve güçlü hisseden eşi hırsını alamayıp çocuklarını da dövmektedir kendisiyle birlikte. İşte o zaman, tüm dayakları, tüm eziyet ve hakaretleri kendisi duysun, görsün ister çocuklarını korumak adına. Yeter ki canından çok sevdiği masum yavruları üzülmesin, minicik yürekleri acılarla tanışmasın diye.
Ayaklarının altına cennet serilesi kadınlarımız, analarımız, kardeşlerimiz, yakınlarımız, tanıdıklarımız, tanımadıklarımız... Ne yazık ki büyük bir çoğunluğu bu eziyetle ve dayak şiddeti ile karşı karşıyadır. Aralarında yüksek öğrenim görmüş, okumuş yazmış insanların da olduğu, hatta sayılarının azımsanmayacak kadar fazla olduğunu düşünecek olursak; vay bizim halimize!
Bu nasıl bir duygu, nasıl bir düşünce tarzıdır ki, bir insan bir başka insana hem de kendinden daha güçsüz, savunmasız bir varlığa el kaldırabiliyor, etlerini çürütene kadar dövüp ertesi gün de hiçbir şey olmamış gibi yüzüne bakabiliyor. Bu nasıl bir ruh halidir ki, güçsüzlere uyguladığı şiddetle güç kazandığını, büyük daha büyük olduğunu hissedebiliyor.
Nedeni ne olursa olsun, dayak asla savunulamaz, şiddete arka çıkılamaz. Dayak ve şiddet uygulayanlar insan olamaz.
Gün geçmiyor ki, haberlerde bir aile bunalımından, bir dayak olayından bahsedilmesin. Nedir bu? Biz Türk toplumu olarak neden bu kadar önyargısız, bu kadar acımasız, bu kadar güç sergiler bir kimliğe büründük? Nerede hata yaptık? Çocuklarımıza ilk yaşlarından itibaren verdiğimiz eğitimlerde önce insan olmayı, önce insan ve tüm canlıları sevmeyi, sevgimizi cesaretle gösterip sergilemeyi, paylaşmayı, kısacası “adam gibi adam” olmayı gösterebilseydik tüm bunlar olur muydu dersiniz? Bence hayır.
Dayağın, ezilmişliğin, savunmasızlığın, çaresizliğin olmadığı bir dünyaya merhaba demek üzere...
Sevgiyle kalın.
Belgin Eryavuz
27/05/2003





Her sonbaharın aksine; bu sonbahar mutluluk mevsimi olsun hepimiz için. Hüzünlere, gözyaşlarına, sıkıntılara veda ettiğimiz, romantik ve büyülü bir mevsim…
Saygı duymak... Çocuklarımıza verebileceğimiz erdemlerin en kıymetlisi, en nadide olanı ve ne yazıktır ki en az bulunanı. Çünkü saygı her şeyin neredeyse temel taşı. Çünkü saygıyla başlayan her şey daha düzeyli, daha oturaklı, daha sağlam temeller yaratıyor hemen her yerde; hayatımızda, toplum içindeki ilişkilerimizde, sosyal çevremizde, iş ve aile yaşantımızda, kısacası aklımıza gelebilecek her türlü platformda.
Nefes aldığımız her an, her dakika hatta her saniye mutluyum, hem de çok mutluyum diye haykırabilmek. Ufacık güzelliklerden, minicik olaylardan kendimize mutluluk payı çıkarabilmek, bunu kendi iç dünyamızda hissedip, etrafımızdakilere de hissettirebilmek...











.jpg)
Özlemek, yaşarken her nefes alışımızda içimizden bir şeyler götüren, bir şeylerin eksikliğini hissettiren, kalabalık yalnızlığımızın en yakın arkadaşı ve o tarifi zor duygu... Alışageldiğimiz hayatımızda, kurduğumuz düzenin iniş çıkışlarında adını sıkça duyduğumuz, şu ya da bu şekilde yaşamak zorunda olduğumuz, benliğimizde kimi zaman derin izler bırakan, kimi zaman onulmaz yaralar açan, hiç beklemediğimiz anda karşımıza çıkıp bizi şaşırtan, ama asla unutamadığımız hasret damlacıkları.
Koşturuyoruz, delicesine.... dur durak beklemeden, hep bir sonraki adımımızın derdinde hayatı nasıl yaşadığımızı bilemeden. Gün oluyor, sabah başlayan curcuna günlük hayatın vazgeçilmez gereklerini yerine getirmeden öteye gidemeden bitiveriyor. Bir de bakıyoruz ki akşam olmuş bile. O da ne? Daha yapacak yığınla işimiz var, keşke birkaç saatimiz daha olsaydı. İnanın 24 saate sığdıramadıklarımızı ilave olarak istediğimiz o birkaç saate de sığdıramazdık. Bu döngü böyle sürüp gider, hayat bir anlamda monotonlaşmaya başlar. Her gün hep aynı şeyleri yaptığımızın farkına varırız nasılsa.
Çoğumuz büyük şehirlerdeyiz, ama o şehrin tadını yeterince çıkarabiliyor muyuz dersiniz? Sinema,tiyatro, müzikholler, sergiler, açılışlar, davetler, toplantılar... Hangisine , ne sıklıkta katılabiliyoruz ki?


Engelliler; yaşamlarını henüz daha doğarken yada yaşam sırasında çeşitli nedenlerle başkalarına ya da birşeylere bağlı olarak yaşamak zorunda olanlar. Onlarda bizim gibi; onlarda bizim yakınımız, canımız, bizimle beraber yaşayacak olan varlıklarımız. Nasıl bir engeli olursa olsun tüm engellileri (hiç ayırt etmeden) önce kabullenmeli, (onlardan asla utanmamalı); sonrada hayatımıza,yaşantımıza davet etmeliyiz. Neden mi?
