Olumlu
ya da olumsuz tüm duygular bizim yaşam rengimizi belirliyor. Zaman zaman griler
hatta siyahlar başrolü kapmaya çalışsa da; amacımız yeşilin, mavinin hatta
pembenin o tatlı ve efsunlu kulvarlarında gezinmek.
Ancak
duygularımız elimizden bir bir kaçıyor sanki. Tıpkı balon misali avuçlarımızın
arasından sıyrılıp, gökyüzüne doğru yol alıp saklanıyor.
Belki
de bu yüzden duyarsızlığımız. Gün geliyor içimizdeki çocuğun ne yapmak
istediğini dahi anlayamıyoruz.
Bilim
otoriterleri tarafından ‘Duygu körlüğü, duygu sağırlığı, duygusal renk körlüğü’
olarak da ifade edilen bu durumun bilimsel ismi ALEKSİTİMİ. Ben ‘Duygu
yoksunluğu’ olarak tanımlamayı daha çok sevdim. Maalesef böylesi insanların
sayısı azımsanmayacak kadar çok.
Duyguların
ne olduğunu tam olarak bilmedikleri, algılayıp tanımlayamadıkları için; o anda
hangi duygusal durumda olduklarının farkında değil bu kişiler. Dolayısıyla
kendilerini ifade ederken yetersiz kalıyorlar. Hal böyle olunca sosyal yaşamda
bocalıyorlar. Çünkü ilişki kurmakta, bunu sürdürmekte zorlanıyorlar. Empati
onlardan o kadar uzakta ki.
Bu
İngilizce kelimenin kökeni eski Yunancaya dayanıyor. Duyguyu kovmak anlamına
geliyor.
Aslında
duygularımız bizim her şeyimiz. Tam merkezinde bedensel tepkilerimiz var.
Heyecanlandığımızda kalbimizin çarpması, üzüldüğümüzde ağlamamız, öfkelendiğimizde
yüzümüzün kızarması gibi. İşte bu minicik tepkiler beynimiz tarafından
anlamlandırılıyor ve ortaya duygular çıkıyor. Keder, sevinç, neşe, kızgınlık, öfke,
endişe, kırgınlık, mutluluk, nefret gibi.
Gelin
görün ki bizim için doğal olan bu durum, aleksitimik kişiler için tam bir kaos.
Çünkü hangi duyguyu yaşadıklarını bilemiyorlar. Dolayısıyla kendilerinden,
duygularından bahsetmeyi sevmiyorlar. Hayal kuramıyorlar. Kelime dağarcıkları
yetersiz. Yaratıcı değiller. İç dünyalarının derinlerine bir türlü inemiyorlar.
İçlerindeki çocuk uzun zamandır susuz kalmış, içten içe ağlıyor.
Bilim
adamları bu durumu; duyguları işleyen sinirlerin kısa devre yapması olarak
açıklıyor.
Duyguların
yok olma nedeni biraz genetik olmakla beraber; sevgisiz aile ortamlarının, özellikle
çocuklukta yaşanan travmaların, şiddetin ve maalesef eğitimsizliğin bunda payı
oldukça büyük.
İşte
bu nedenle herhangi bir sebeple karşımıza çıkan kişileri yargılamadan önce bir
kez daha düşünmemiz gerekiyor. Bize buz gibi soğuk, demir gibi katı hatta duyarsız
gelmelerinin altında bu neden de olabilir. Bilemeyiz ki.
Geçenlerde
okuduğum psikoloji ağırlıklı bir yazıda; bir insanın karşısındakine sadece bildiği
ilişki modelini kullanarak davranabileceğini yazıyordu. Yani aslında kendisine
nasıl davranıyorsa etrafındakilere de öyle davranıyor. Çünkü başka türlüsünü bilmiyor.
Sevgisizse aslında kendisini sevmeyi bilmiyor, yalan söylüyorsa doğrularından
sürekli kaçıyor, dürüst ise özüne de dürüst. Aslında her şey bu kadar açık ve net.
Bu nedenle kendi duygu dünyalarının farkında olmayanlardan bizi anlamalarını
beklemek; kendimizi üzmekten başka bir işe yaramıyor.
Bize
düşen onları da oldukları gibi kabul etmeye ve hatta anlamaya çalışmak. Zorlu bir
yol olsa da sonuçta bir kalbe dokunmak varsa bence değer diye düşünüyorum. Çünkü
onların hayatları bizlerden çok daha zor. Stres düzeyleri daha yüksek. Duygularının
farkında olmadıkları için yaşadıkları fiziksel tepkiler ve bedenlerine vereceği
zararlar hayli fazla. Hiç bitmeyen
bedensel ağrılar, panik atak, süregelen endişe bunlardan sadece bir kaçı.
Kadın
erkek olarak ayrı gruplarda bakıldığında ise erkeklerde daha çok görüldüğünü
belirtiyor uzmanlar. İyi haber ise tedavi edilebiliyor olması. Görecekleri bir
takım terapilerle ve alacakları psikoterapik yardımlarla duygu farkındalığını
kazanabileceklerinin altı çiziliyor.
Son
söz olarak unutmamamız gereken nokta, hiç kimsenin özünde kötü olarak doğmadığı
gerçeği. Her şeyin mutlaka bir sebebi var. Yollarımızın gün gelip onlarla
kesişmesinin de sebebine inanıp; sevgi hamurumuza onları da katabiliriz belki. Ne
dersiniz?
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
26.06.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder