Hayatın bir garip döngüsü…
Neredeyse orta yaşa
merhaba diyen çoğu kişinin ileri yaş dönemleri için en korkulu rüyası…
Çekene ayrı,
çektirdiklerine ayrı dert; ayrı yürek yangını…
Düşünsenize doğduğumuz
andan itibaren hep bir şeyler öğreniyoruz. Öğrendiklerimiz beynimize kaydediliyor
ve bizler yaşımız ilerledikçe tecrübe hanemiz kadar beynimizi de dolduruyoruz
pek çok bilgiyle. Evet bazı şeyler kısa sürede siliniyor hafızamızdan; ama
küçüklüğümüze, gençliğimize, yetişkinliğimize varıncaya kadar pek çok hatıramız
var hatırladığımız. Yakın geçmiş ya da uzak tarihler hiç fark etmiyor onları bir
şekilde hatırlıyoruz. Bazen bir kokuyla, bazen bir sohbetle, bazen siyah beyaz
bir resim karesiyle, bazen yıllar sonra gördüğümüz bir tanıdıkla, bazen de
yaptığımız bir yolculukla. Hatırladıkça da mutlu oluyoruz. Yaşananlar kederli
ve acı olsa da yaşanmışlıklarımıza sahip çıkıyoruz. Yeri geliyor kocaman, yeri
geliyor soluk bir tebessümle. Ama hatırlıyoruz.
Pekiyi ya
hatırlayamamak…
Bildiklerini unutmak…
Yakınlarını,
sevdiklerini artık tanıyamaz olmak ya da karıştırmak…
Bu öyle bir iç
yangınıdır ki… bir yandan unuttuğunuza yanarsınız; bir yandan mahcubiyetinize
üzülürsünüz. Kendinize, hanımefendi ve beyefendi kimliğinize yakıştıramazsınız,
hatta konduramazsınız bu halinizi. Bir süre kabul edemezsiniz içinde
bulunduğunuz acı gerçeği. Kendi iç sesinizi bastırıp, ‘sadece yorgun düştüm, ondandır’
diye gelip geçici bahaneler ardına saklarsınız tüm gerçekleri.
İçiniz titreyerek
uyanırsınız her yeni sabaha. Bir önceki gün hatırladığınız o bir avuç bilgiyi
daha unutmaktan korkarsınız; küçük bir çocuk gibi. Dışarıya çıkmak, yalnız
başınıza gezip tozmak hayal olmuştur artık. Çünkü yıllarca yaşadığınız,
taşlarını, basamaklarını adeta ezbere bildiğiniz sokakları, evinizin o güzelim
yollarını bulamamak korkusu ta içinizdedir artık. Öyle ya, olur da unutursanız
evinizin yerini, kime nasıl sorarsınız ki? O çok sevdiğiniz eşyalarınızın
yerlerini bile hatırlayamazsınız. Nerededir en sevdiğiniz eldivenleriniz, o
senelerdir gözünüz gibi sakladığınız fincanınız, yakanızdan hiç çıkarmadığınız
broşunuz?
En çok da
yakınınızdakiler acıtır canınızı. Sizin önem verdiğiniz hiçbir şey onlar için
değerli değildir, hepsi atılacak birer fazlalıktır adeta. Ah.. bilmezler ki,
hatırlayamadıklarınıza belki de hayata, siz o eşyaların varlığıyla tutunursunuz.
Hem onlara nedir ki canım; özgürlüğünüz de mi kalmamıştır yoksa hayatınızda.
Hep birileri sizin hakkınızda kararlar verirken. Sizi de yakında bir eşya gibi
atacaklarından korkarsınız içten içe, kendinize bile itiraf edemeseniz de.
İçinizin acısı öyle böyle değildir. Kelimeler yetersiz kalır; yaşamayanlar için
sudan sebepler gibi görünse de her biri gerçektir ve acıdır.
Hayatın içinde bomboş
bir paket gibi hissedersiniz kendinizi. İçindekiler tek tek yok olmuş, geriye
sadece dış kutusu kalmış gibi. O en değerli hazineler, yaşanmışlıklar, en güzel
hatıralar yok olup gitmiştir işte. Ama nereye, neden? Bilemezsiniz. Kimliksiz
gibisinizdir adeta. Kendinizi çıplak hissedersiniz, yapayalnız bir de.
Üşürsünüz en sıcak yaz gecelerinde bile. Çünkü üşüyen ruhunuzdur, içinizdeki o
naif çocuk yanınızdır.
Aslında gün gelir acı
çektiğimiz anlarda unutmayı ne çok isteriz bir düşünsenize. Aşk acısı
çektiğimizde, hayatımızı alt üst eden kayıplar yaşadığımızda, toplum önünde
mahcup olduğumuz anlarda. O anları, o kişileri, o olayları tamamen unutmak;
adeta beynimizden silmek isteriz. Unutamadığımız her gün bize eziyet gibi
gelir. Oysa ki zamanla her şey yoluna girdiğinde; hatırladıklarımız sadece
birkaç resim karesinden ya da isimden ibaret kalır. İşte o zamanlarda hiç
aklımıza gelmez; gün gelip unutmanın ne menem bir şey olduğu. Hayatımızı kabusa
çevireceği ve zamanla daha da kötü hale geleceği. (devamı 2/2 ‘de)
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
22.05.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder