
Duygularımız bizim en hassas yanımızın dile gelen sesleri. Onları bastırdığımızda, içimizden geldiği gibi açıklayamadığımızda içimizde birikmeye başlıyor. Ve her biri dış dünyamıza kurduğumuz duvarın harçları ya da tuğlaları olarak görev yapıyor.
Stres,
öfke, üzüntü, sıkıntı, yalnızlık gibi olumsuz duygu grubunun ruhumuz üzerindeki
en büyük etkisi bizi duygusal anlamdaki açlığımızı tetiklemesi.
Bu
öyle bir açlık ki, ruhumuzu yaralamak için eline geçen her fırsatı kullanıyor.
Henüz
çocukken aile içinde başlıyor ilk sinyaller. Sevgiden yoksun, aralarında iletişimsizlik
sorunu olan, baskı ve dayatma gibi yolları tercih eden, birbirini duymayan, dinlemeyen,
anlamayı yük sayan ailelerde yetişmek duygusal açlığımıza zemin hazırlıyor maalesef.
Kendisini
yeterince sevmeyen, her davranışında bir kusur arayan, cesaret yerine güvensizliğin
davul seslerini duyan bireyler oluyoruz.
Hal
böyle olunca; bir sebeple iş değiştirdiğimizde, işten atıldığımızda, maddi
anlamda zorluk çektiğimizde, ilişki sorunları yaşadığımızda, terk edildiğimizde,
aşk acısı çektiğimizde ya da aşırı stres ve yorgunluktan tükenmişlik sendromuna
yakalandığımızda kapımızı daha kuvvetli çalabiliyor.
Problemli
ailemizin yarattığı o kaygan zeminde; sağlam ve emin adımlarla yaşama koşmak
bizi diğerlerinden daha fazla zorluyor. Giderek
artan iletişimsizlik bizi içimizde tutsak hale getirirken, duygusal açlığımız
artıyor. Ruhumuzu doyuramaz hale geliyoruz zamanla.
Ve
işte o noktada bu açlığı bastırmak, toplumda yeniden var olmak için kendimizden
vazgeçip, bir başkasına ya da başkalarına bel bağlıyoruz. Geçen süre içinde
fark etmeden o insanın ya da insanların bağımlısı haline geliyoruz.
Asıl
tehlikenin o zaman başlayacağından, giderek mutsuzluğun dibine vuracağımızdan
habersiz, mutluluk oyununa kendimizi kaptırıyoruz. Artık karar veremeyen, her
adımında bir destek bekleyen, cesaretsiz, özgüvenden yoksun bireyler oluyoruz.
Kendi
hayatımızı değil bağımlı olduğumuz insanın hayatını yaşadığımızı, her şeyi
sadece onun isteği doğrultusunda yapmaya izinli olduğumuzu ne yazık ki başlarda
fark edemiyoruz. Fark
ettiğimiz noktada ise iş işten geçmiş oluyor.
Gerçeklerin
tadı acıdır. Boğazımızı yakar da geçer. Ve bakın Stefan Zweig İskoçya kraliçesi
Mary Stuart biyografisinde bunu nasıl tarif eder;

Gerçekten
de terk edildiğimizde, kayıplar yaşadığımızda hayatın acı gerçekleri hiç
susmuyor. Sudan çıkmış balık misali çaresiz, güçsüz bir hisle hayatın çarkları
arasında sıkışıp kalıyoruz. Uzmanlar madde bağımlılığı ne kadar tehlikeli ise
insana bağımlı yaşamanın da bir o kadar tehlikeli olduğunu savunuyor.
Kendimizi
yapayalnız, çaresiz hissetme halinde içimizde adeta bir yerlerimiz kanıyor.
İşte o anda hissettiğimiz acıyla her şeyden hatta yaşamdan bile kopma noktasına
geliyoruz. Gözümüzde hiçbir şeyin kıymeti kalmıyor. Kendimizi korumak adına
sığınağımıza, o kalın duvarlarımızın ardına saklanıyoruz. Saklanırken acılarımızı
hafifletmek adına ya yemeklerden alıyoruz hırsımızı ya keyif verici zararlı
maddelerden.
Maalesef
hayır.
İçimizde
gittikçe kabaran öfke ve kinle suçlayacak birilerini arıyoruz ivedilikle. Suçu
onların üstüne atıp nefes almak istiyoruz. Kendi içimize dönüp, ağlayan çocuğun
gözyaşlarını silmeden; intikam planları yapmaya başlıyoruz. Aklımız fikrimiz
suçlu bulduğumuz kişilere söyleyeceğimiz sözlerde ya da yaptırımlarda;
dalgalarda debelenip duruyoruz.
Sonuçta
debelenmemiz bitmiyor ve içinde bulunduğumuz o durumdan bir türlü kurtulamıyoruz.
Kendimize verdiğimiz zararlar da cabası. (devamı 2/2’de)
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
06.05.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder