Sevgi öylesine tılsımlı ki, onun olma ihtimalini ve getireceklerini görebilmek bile insana kendisini çok iyi hissettiriyor. Umutla yarınlara sarılmamıza vesile oluyor.
Tabii
o ihtimali görebiliyorsak…
Bu
satırları bana yazdıran geçen günlerde izlediğim ‘The Giver - Seçilmiş’ isimli
bir sinema filmi oldu.
1993
yılında Amerikalı yazar Lois Lowry romanından uyarlanan bu film; ütopik bir
dünyayı anlatıyor.
Şu
anda birebir yaşadığımız ve endişeyle izlediğimiz gibi; savaşlarla, kavgalarla,
acılarla, aşırı tüketme hırsıyla düzenini bozduğumuz dünyada; bir grup yaşlı insan
geçmiş uygarlık tarihi ile olan tüm bağlarını kesiyor.
Ve
kendilerince acının, kederin, savaşın, gözyaşının olmadığı mükemmel bir dünya
yaratmaya çalışıyor. Bu amaçla gerçek duygulardan ve gerçek dünyadan tamamen
uzak, izole bir yaşam kuruyor.
Önce
kendilerine dümdüz bir yerleşim alanı seçiyor ve sınırlarını belirliyorlar. Bu
bölgede deniz, nehir, ova, göl, dağ, tepe ve hiç renk yok. Burada kurdukları
yeni düzen tek bir iklime sahip. Her gün güneşli ve açık.
Yetiştirilen
nesilin; aile bireyleri dışında
birbirlerine dokunmaları, yalan söylemeleri, dili yanlış kullanmaları ve
sınır dışına çıkmaları yasak. Din, dil, duygu, düşünce gibi farklılıkları
bilmiyorlar. Kendilerine sunulanlarla yetinmenin öğretildiği bir toplulukta
yaşadıkları için seçme özgürlükleri yok. Kısacası
sade, dümdüz bir düzende yaşıyorlar. Başka türlüsünü tanımıyorlar zaten.
Zihinlerinde
bulunan geçmişe dair anılar ve bilgiler tamamen silinmiş. Hiç kimsenin
duyguları, hissiyatları ve anıları olmadığı için de; anılarında olumlu olumsuz
hiçbir bilgi kalmamış.
Sadece
acı, keder, üzüntü, nefret, kin gibi olumsuz duygular aklınıza gelmesin. Sevgi,
huzur, aşk, mutluluk, sevinç gibi ruhumuzu besleyen duygulardan da yoksunlar.
Tamamen
izole halde yaşadıkları; bir başka yaşam şeklini görmedikleri, bilmedikleri
için; konulan kurallara uyum sağlıyorlar. Sorgulamıyorlar.
Evet
aile kuruyorlar, evet çocuk yetiştiriyorlar. Okula gidip eğitim alıyorlar.
Becerilerine göre işlere yerleştiriliyorlar. Ama hepsini görev kabul ediyorlar.
Sade, dümdüz, renksiz ve steril bir yaşam sürüyorlar.
Toplumun
geçmişini, anılarını ayrıntıları ile bilen tek bir kişi var. Ona ‘The Giver – Seçilmiş’ diyorlar. Genelde özel hisleri en kuvvetli yaşlı bir kişiye bu görevi
veriyorlar ki ileride problem yaşamasınlar. Topluluğun eskilere ait tüm anıları,
renkleri, geçmiş yaşamlarının, duygularının en mahrem bilgileri ona emanet
ediliyor.
Ancak
bir seferliğine bu kural bozuluyor. Ergenliğini tamamlayıp, yaşıtları gibi kendisine
verilecek görevi bekleyen; hisleri hayli kuvvetli bir genç; bu göreve
seçiliyor. Yaşlı adamın yanında çalışmaya başlıyor. Eğitimi sırasında
kendisinden ve elbette herkesten sır gibi saklanan anıları görüyor. Hafızalarından
silinen geçmişi öğrenmeye başlıyor.
Daha
önce hiç tatmadığı bu muhteşem yaşam renkleri onu bambaşka duygulara itiyor.
Heyecanlanmayı, çoşkuyu, aşkı, sevgiyi tadıyor. Kısacası yaşamın gerçeklerini,
rengarenk duyguları keşfediyor. Böylece hayata bakışı bambaşka bir boyuta
taşınıyor.
Zamanla
öğrendiği sırların acımasızlığı ile de yüzleşiyor. Bunu herkese anlatması
gerektiğine karar verdiğinde ise otorite ona karşı çıkıyor. Önüne engeller çıkararak yakalanmasını
istiyor.
Ancak
seçilmiş gencimiz; adeta hapis hayatı yaşadıkları kapalı kutudan herkesi
çıkarıp, gerçekle kucaklaştırma konusundaki fikrinden caymıyor.
İşte
filmde o ‘Seçilmiş’ gencin mücadelesini izliyoruz.
İlginç,
düşündürücü ve çarpıcı bir filmdi.
Hayata
renk katan armonilerin ne denli kıymetli olduğunu, acıyı yaşamadan sevinci
anlamanın mümkün olmadığını, sevgi ve aşkın tüm duyguların baş tacı olduğunu, SEVGİNİN
OLMA İHTİMALİni anlatmasını sevdim en çok.
Yaşadığımız
dünyada ne kadar kaos, acı, keder olursa olsun; en kötü diye bilinen insan da
dahi sevgi ihtimalini görebilmek; tüm acıları yenmeye yetecek kadar güçlü bir
merhem olabiliyor insana. Çünkü sevginin iyileştirici, kucaklayıcı, sihirli bir
yönü var.
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
28.07.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder