Kalbimizi
ısıtan ama aynı zamanda aklımızı başımızdan alacak kadar güçlü olan bu duygu
gerçekten de mucize mi?
Yoksa
bizler onun mucizeler yaratacağına inanmak istiyor; bu anlamda önümüze çıkan büyük
küçük farkındalıkları birleştirmeye mi çalışıyoruz?
Gelin
bu sorunun yanıtını, eskilerden günümüze ulaşan etkileyici ve sıcacık bir aşk
efsanesinde arayalım.
Çok
eski yıllarda her şeye meydan okumuş bu aşk hikayesi.
Büyük
bir imparatorluğun genç ve yakışıklı prensi ile raks yapan genç bir kızın
öyküsünde hayat bulmuş aşkın mucizesi.
Prens,
dönemin Babür İmparatoru Akbar Han’ın oğlu Salim Şah.
Hayatını
raks ederek kazanan genç ve güzeller güzeli kız ise Şerif Nissa olarak doğan, Nadira
Begum olarak da bilinen Anarkali.
Gün
olur yolları kesişir iki gencin.
Anarkali’nin
dans ettiğini gördüğü gün aşık olur genç prens. O andan itibaren töreleri,
kuralları, yasakları, kendi mevkisini, babasının şanını gözü görmez.
Aradan
zaman geçtikçe iki gencin arasındaki aşk alevlenir. Dedikodular alır başını
gider. Hele hele prensin yasaklara rağmen rakkase ile evlenmek istemesi herkesin
dilindedir.
Hanlığındaki
söylentilerden hayli rahatsız olan baba Akbar Han oğlunun rakkaseyi görmesini
men eder.
Gelin
görün ki prensin gözü aşktan öylesine sarhoş olmuştur ki, önüne çıkan hiçbir engele
kulak asmaz. Yasaklara uymaz. Rakkaseyi görmeye devam eder.
Yapılan
tüm engellemeler bu iki gencin aşkını daha da kuvvetlendirir. Efsane dilden
dile anlatıldıkça sınırdan sınıra yayılır.
Baba
Akbar Han, bu aşkı tamamen ortadan kaldırmanın bir yolunu arar ve sonunda
acımasız bir çözüm bulur.
Önce
kentin merkezine hiç penceresi olmayan küçücük bir hücre evi örülmesi
talimatını verir. Bu hücrenin sadece tek bir giriş kapısı vardır. Ardından çıkarılan
fermanla yakalanan rakkase Anarkali bu hücreye kapatılır.
Tüm
olan biteni çaresizlik içinde izleyen prens üzgündür. Ancak verilen ceza bu
kadarla kalmaz. Rakkasenin kapatıldığı hücrenin tek girişi de örülerek tamamen kapatılır.
Bundan
böyle rakkase hücresinde nefessiz, ışıksız, aç ve susuz kalacaktır.
Çaresizce
babasına yalvaran prens acısını gözyaşlarına döker. Perişan haldedir.
Sadece
o mu?
Kentte
yaşayan herkes bu büyük aşkın yok oluşuna şahitlik ederken ağlar.
Genç
prens babasının bu kadar acımasız olabileceğini bir türlü kabullenemez. Bu
nedenle içindeki umutla her gün rakkasenin kapatıldığı hücrenin önüne gelir. Nemli
gözleriyle duvarlara bakar bakar durur.
Oğlunun gözyaşlarına, hayatını hiçe saymasına ve tüm yalvarışlarına rağmen, baba Akbar Han verdiği karardan
caymaz. İnsafa gelmez.
Prens
ile beraber hücrenin duvarı önüne gelip bekleşen halk bir süre sonra umudunu kaybeder.
Çünkü duvar yıkılsa bile Anarkali'nin oradan canlı çıkma şansı kalmamıştır.
Peki
prens ne yapar dersiniz?
O
hiç pes etmez. Her gün hücrenin önünde, gözlerini duvardan bir an olsun
ayırmadan tek bir mucize için bekler. Bekledikçe aşkı içini yakar kavurur. Yine
de umuduna tutunur.
Gel zaman
git zaman yöre halkı zor bir kış mevsimini ardında bırakır. Bahar hayatı canlandırır,
her taraf renklerin ve kokuların armonisi ile donanır.
Kentin
orasındaki o zalim hücre duvarının önünde ne olur dersiniz?
Minicik
narin bir dal filizlenmeye başlar. Bunu gören bir diğerine aktarır. Mucizeyi
duyan halk yine her gün hücrenin önüne gelip beklemeye başlar.
Derken
minicik narin dal giderek güçlenir. Yeni filizler verir. Çoğalır. Zaman Nisan
sonuna vardığında tomurcuk verir dört bir yanından. Ardından da çiçek açar.
Açan
tomurcuklar aşkın kırmızısı narçiçekleridir. Duvarı boydan boya kaplayan bir
güzelliktedir her bir çiçeği. Bu güzelim narçiçeklerini gören prens tam o
duvarın önünde yaşama veda eder. Yüzünde ise aşkına kavuştuğunu gösterir gibi
bir huzur ve tebessüm vardır.
Efsane
bu ya, narçiçeklerinin Anarkali’nin aşkını temsil eden kalbi olduğu söylenir
durur yıllarca. Her türlü imkansızlığa ve zorluğa meydan okuyan aşkın gücü
fısıldanır kulaktan kulağa.
Hint
dilinde Anarkali isminin, narçiçeği demek olduğu söyleyerek efsaneyi
noktalayalım isterim.
İlk tomurcuklarını
Nisan ve Mayıs ayında veren, en geç Haziran ayına kadar çiçek açan
narçiçekleri; çarpıcı kırmızısı ile gözümüzü alır adeta.
Üstelik
ateşi içinde saklayan sarının, gizemli turuncunun elini tutarken, pembenin en
tatlı tonunda kendini bulduğu sıcacık bir renkte gülümser bizlere ‘AŞK MUCİZE’ diyerek.
Ama
bu çarpıcı efsaneden etkilenen bir başkası daha olmuş. Ve duygularını şiire
dökmüş. Bir diğeri ise bu şiirden etkilenip duygularını müziğin nağmeleri ile
buluşturmuş.
İşte
karşımızda hepimizin aşina olduğu ve severek dinlediği o şarkı.
“Günaydınım,
Narçiçeğim, Sevdiğim.’’
Beste
ömrünü musikiye adamış Cinuçen Tanrıkorur’a; güfte şair Feyzi Halıcı’ya ait.
Aşkın
mucizesini, kırmızı sıcağını ve gücünü bundan daha iyi ne anlatır bilemedim.
Aşkın
mucizesini yaşayan ve yaşatanlara en derin saygımla.
Sevgiyle
kalın.
Belgin
ERYAVUZ
20.06.2020
Kaynaklar:
https://listelist.com; belki şarkıyı dinlemek istersiniz diye
https://www.youtube.com/watch?v=VcPdLcMSax4.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder