12 Ağustos 2014 Salı

ÇİZGİLİ PİJAMALI ÇOCUK (1/2)

Hani bazı romanlar ya da filmler vardır ki; duygularımızı yerle bir eder. Verdiği çarpıcı mesajları ile ruhumuzu adeta çırılçıplak soyar.

İşte ‘’Çizgili Pijamalı Çocuk’’ da böylesi bir film.

Orijinal ismi ‘’The Boy in the Striped Pajamas.’’

2008 İngiliz yapımı.

En iyi kadın  oyuncu dalında Britanya Bağımsız Film Ödülü’nü almış.

Romanı çocuk kitapları kategorisinde; ama bence biz büyüklerin de okuması gerekli. 

İrlandalı yazar John BOYNE kaleme almış. İyi ki de almış. Bizlere öyle bir bakış açısı sunmuş ki; film bittiğinde ‘’Bu kadarı da olmaz.’’ diyorsunuz. Yayınlandığında tüm dünyada ses getiren ve tartışmalar yaratan kitap, 5 milyondan fazla satmış.

Öykü geçmiş yıllara ait.

İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi toplama kamplarında yaşanan acımasızlıklar çarpıcı bir dille aktarılmış. Hüzünlü ve buruk bir tadı var. İçinizde romanı okuyanlar olduğu gibi, filmi sinemada seyretme şansını yakalamış olanlar da vardır mutlaka.

Konusu, oyunculuk ve müziği hepsi tam bir bütün oluşturuyor. Ama hepsinden öte öyle derin bir bakış açısı yakalanmış ki. Farklı yollardan benzer deneyimler yaşayan iki küçük oğlan çocuğunun gözlerinden hayatı sorgulama şansı veriliyor size.

Filmi adeta soluksuz izlerken, sevgisiz geçen günlerinize yanıyorsunuz. Yetişkin olmanızdan hicap duyuyorsunuz. Çünkü karşınızda sevgisizliği anlayamayan, ırk ayırımı yapmayı bilemeyen iki çocuk var. Savaş, işkence, ölüm onların tertemiz ruhlarından o kadar uzak ki.

Film bittiğinde ilk ne düşündüm biliyor musunuz? Çocuk ruhuna sevgisizlik yasak olmalı. Çünkü dünya üzerindeki tüm çocuklar son derece saf ve masum. O minicik yürekleri ise alabildiğine sevgi dolu.

Ama bizler ilerleyen zaman dilimlerinde ne yapıyoruz? Sıcacık kalplerini bir şekilde soğutmanın yollarını buluyoruz. Onlara ayna olduğumuzu her defasında unutup; emir kipleriyle yaşamlarını şekillendirmeye çalışıyoruz. Var olan kalıpların içine, yara alacaklarını bile bile sokuyoruz. Kendi kendimize kurduğumuz kerpeten misali kuralları uygulamalarını istiyor; sorularını duymazdan geliyoruz. Dinlemiyoruz. Korkularını, endişelerini göremiyoruz. Sadece nasihat veriyoruz. Kendimizin bile yeri gelip zorla inandığı değerlere, sorgusuz sualsiz baş eğmelerini bekliyoruz. Sonuç mu?

Maalesef bugün geldiğimiz nokta. Birbirini anlamak istemeyen, sevmeyen, birbirlerinin varlıklarından dahi rahatsız olan bir toplum. Oysa ki hepimiz bir can taşıyoruz. Ve hepimizin su kadar, yemek kadar SEVGİYE ihtiyacı var. Her şeyin üstesinden gelecek tek merhem o. Ne kadar çok olursa o kadar iyi üstelik. Çünkü fazlası zararlı olmayan yegane güç. Paylaşıldıkça azalmayan, aksine çoğalan bir tılsım.

Şimdi gelelim bana bu yazıyı yazdıran filmin konusuna. Çarpıcı öyküyü çok beğeneceğinizden eminim.

İkinci Dünya Savaşı’nın o acımasız yılları. Hayat iki küçük çocuğu zor bir şart altında karşı karşıya getiriyor. Tam da dikenli çitlerin önünde. Öykü; babası bir Nazi askeri olan Bruno ile Auschwitz Yahudi toplama kampında mahkum Shumel’in arasında geçiyor. Duygusallık hat safhada.

Babalarının tayini Polonya’ya çıkan aile gittikleri yerin ne menem bir yer olduğundan habersiz. Üstelik o ünlü yok etme kampına bitişik bir evde yaşayacaklarını babaları dışında kimse bilmiyor. Zaman zaman iki büyük bacadan çıkan tuhaf dumana ve kokuya da bir anlam veremiyorlar haliyle. 

Arkadaşlarının hepsini geride bırakan Bruno, günlerini evin içinde ya da ön bahçede geçiriyor. Arka bahçeye geçmesi bile yasak. Çünkü kamp o tarafta. Haliyle yasaklı yere olan merakı artıyor küçük kahramanın. Görebildiği minicik pencereden kampı gözetlerken; orada yaşayanları incelemeye başlıyor. Herkesin çizgili pijamalarıyla dolaşmasına, numaralandırılmasına ise bir anlam veremiyor. Soruları hep yanıtsız kalıyor. Yaşananların bir oyundan ibaret olduğunu düşünüyor masum kalbiyle.

Günlerden bir gün evden kimseye görünmeden nasıl çıkacağını keşfediyor. O çok merak ettiği kampın tel örgülerinin önüne kadar gidiyor. Orada kendi yaşındaki Shumel ile tanışıyor. Arkadaş oluyorlar. Aralarındaki tel örgüye inat, hayatı paylaşıyorlar. Dertleşiyorlar. Her ikisi de yaşadıklarının nedenini tam olarak kestiremiyor. Arkadaşının aç olduğunu öğrendiğinde ona sürekli yiyecek taşırken; yardımlaşmanın en güzel örneklerini veriyor. Çocuk kafası tam olarak Shumel’in neden orada olduğunu anlamasa da; yalnızlığını onunla unutuyor.

Zaman zaman oradaki tutuklular kamp komutanının evinde hizmetli olarak görevlendiriliyor. Yine böyle bir zamanda arkadaşına kendi evinde rastlayan Bruno çok seviniyor. Onunla sohbet ederken masadaki pastalardan ikram ediyor. Büyük bir iştahla pastasından kocaman ısırıklar alan Shumel’i sevgiyle seyrediyor. Ancak bu tatlı ikili askerler tarafından yakalanıyor.

Bruno, orada belki de hayatının ilk yalanını söylüyor. Arkadaşına pastayı kendi elleriyle verdiğini saklıyor. Kısa sürede hatasını anlayıp gözyaşlarıyla geri dönüyor, ama ne çare? O kısacık sürede tek arkadaşı evden sürüklenerek uzaklaştırılıyor. Ondan sonraki günleri tel örgünün yanında Shumel’i beklemekle geçiyor. Her geçen gün artan ve içini acıtan pişmanlığı ile. Ve her yeni gün; umutla gittiği yerden üzgün olarak evine geri dönüyor. (öykünün devamı ve çarpıcı sonu 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.05.2014


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...