30 Temmuz 2025 Çarşamba

800 YILLIK GELENEK

Güneybatı Avrupa'da İber Yarımadası üzerinde yer alan Portekiz’in başkenti Lizbon'da, neredeyse 800 yıllık bir kadim gelenek hala uygulanıyor.

Hem de iki farklı yerde.

Bir tanesi tarihi ve kültürel açıdan zengin Mafra beldesinde yer alan Mafra Milli Sarayı içinde.

1717-1755 yılları arasında Barok mimarisi tarzında yapılmış bu manastır ve saray kompleksi; aynı zamanda 1910 yılında milli anıt olarak, Portekiz'in yedi harikasından biri kabul edilmiş.

Bu sarayın ikinci katında Rococo tarzında yapılmış muhteşem bir kütüphane var.

Mafra Milli Saray Kütüphanesi.

Zemini pembe, gri, beyaz ve diğer renklerdeki mermerlerle tam bir görsel şölen yaşatırken; ahşap kitaplık raflarında yaklaşık 36 bin deri kaplı çok kıymetli eser bulunur. Bir kısım esere ise paha biçilemez.

Diğer kütüphane ise Portekiz'in batısındaki Coimbra kentinde.

Avrupa’nın en eski eğitim kurumlarından biri olan Coimbra Üniversitesi’nin içindeki Joanina Kütüphanesi ( Biblioteca Joanina), tam bir Barok kütüphanesi.

Kütüphane bünyesinde diğerinde olduğu gibi zengin bir kitap arşivi var.

Kıymetli el yazmaları ve değerine paha biçilemeyen yaklaşık 60.000 cilt eser kitaplık raflarını süsler.

Bu nedenle de dünyanın en güzel kütüphanelerinden biri olarak kabul edilir.

Söz konusu kütüphaneleri bir araya getiren ve ilginç yapan ise kitapları korumak için yıllardır uygulanan sıra dışı yöntem.

YARASALAR.

Bu yazıya denk gelip araştırmaya başlamadan önce kütüphaneyi, kitapları ve yarasaları aynı ortamda düşünmek aklıma gelmemişti.

Oysaki buradaki uygulama tam 800 yıllık bir geleneğe bağlı olarak yıllardır yapılıyor.

Her iki kütüphane içinde de iki yüzyıldan uzun süredir yaşayan bir yarasa kolonisinin bulunduğu söyleniyor.

Yarasalar, eski ve son derece nadide kitaplara zarar verebilecek böcekleri yiyerek onları koruyor.

Nasıl mı?

Geceleri, neredeyse kütüphanenin ev sahipliğini yapan yarasalar kış aylarında gizlendikleri oymalı ahşap raflardan çıkar.

Eski kitapların arasında uçmaya başlar.

Nadide sayfalara zarar verebilecek böceklerle beslenirler.

Yaz aylarında ise kütüphanenin dışındaki meyve bahçesinde yaşamayı tercih ederken, her dönem kitapları kemirecek böcekleri avlamakla meşgul olurlar.

Bu sayede kimyasal madde kullanımına gerek kalmadan zararlı böcekler yok edilir.

Ancak bu sırada yarasaların oluşacak dışkılarının kütüphane mobilyalarına ve ahşap yüzeylere zarar vermemesi adına bir başka önlem daha alınır.

Her akşam, ziyaret bitiminde kütüphane görevlileri tarafından  okuma masaları özel bir örtüyle kaplanır.

Sabah olunca kaldırılıp, kütüphane özenle temizlenir.

Bu çalışma yılın her günü hiç aksatılmadan yapılır.

Bu mükemmel koruma yöntemi sayesinde tarih, mimari, kitaplar, doğa ve insan tam bir uyum içinde; yaşama en güzel imzalarını atar.

Son yapılan araştırmalarda veriler; kitapların artık özel sistemlerle korunduğunu savunsa da; kütüphane görevlilerinin geleneği yaşatmak adına uzun kulaklı gri yarasaları beslediklerini not ediyor.

Dünya çapında yaklaşık 1.400 türü bulunan ve gerçek uçuş kabiliyetine sahip tek memeli olan yarasaların bu faydalı dokunuşunu öğrendikten sonra; onlar hakkındaki olumsuz düşüncelerimizin bir nebze de olsa azaldığını düşünüyorum.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

08.05.2025

Kaynaklar: https://www.egitimsistem.com; https://kayiprihtim.com;  https://www.milliyet.com.tr;  https://www.oktayaras.com.

 

 

21 Temmuz 2025 Pazartesi

GERÇEK ANLAMDA ZAMAN (3/3)

Bu azim ve cesaretle tam 10 yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir mağarada yerin tam 134 metre altındaki zifiri karanlığa iner.

Bu defa kendisine hedef aldığı süre 6 ay olur.

Bu uzun sürede yine dış dünyadan tümüyle izole bir şekilde yaşayacaktır.

Mutlak karanlık ve adeta sağır edici sessizlik içinde deneyimine başlar.

Deneyin ilk günlerinde alışkın olduğu rutini korumaya çalışır. Bedenindeki yorgunluğu, açlığı izler.

Ona göre yemeye ve uyumaya özen gösterir.

Gelin görün ki gün ışığı ve saat olmadan zaman algısı bozulmaya başlar. Günler geçtikçe zihni bulanıklaşır.

Bu arada ilk haftalarda 26 saatlik bir uyku-uyanıklık döngüsü yaşayan Michel Siffre; deneyin 37. gününde günlük rutininden tuhaf bir şekilde kopar.

Ardından günlerin bazen 15 saat kadar kısa; bazen de 50 saat kadar uzun algılandığı bir dönem yaşar.

Elbette bu değişimler Michel Siffre’nin ruhsal durumunu olumsuz anlamda etkiler. Gün ışığından uzakta, temassız geçen günler nedeniyle oldukça yıkıcı bir depresyon hali ortaya çıkar.

Zihinsel durumu hızla bozulur.

Paranoyaklaşır.

Halüsinasyonlar görmeye başlar.

Gerçeklikten tamamen kopar.

Aklı darmadağındır artık.

Güneşten, dünyadan, takvimden, saatten tamamen izole kalarak biten 6 ayın sonunda;  onu yukarıdan izleyen diğer bilim insanları mağaraya iner.

Tam 1 ay süreyle Michel Siffre ile birlikte mağarada kalıp; deneyin sonuçlarını beraberce değerlendirirler. Kendisine göre sadece 151 gün geçtiğini düşünen bu cesur bilim insanı, yer altında kaybettiği zamanı öğrenince şaşırır.

Veriler ışığında bedeninin gün ışığından bağımsız olarak kendi saatini icat ettiğine hep beraber şahit olurlar.

Yaşadıkları ilk şoku atlattıklarında ise; insan beyninin yerleşik bir zaman sistemine sahip olduğunun kanıtlandığını anlarlar.

Aradan yıllar geçer.

Meraklı ve azimli bilim insanı 1999 yılında yer altına yeniden iner.

Artık genç değildir. Bu defa amacı, yaşın ve yaşlanmanın sirkadiyen döngüye olan etkilerini gözlemlemektir.

Aşırı ve zorlayıcı koşullarda insan biyolojisini anlamaya takıntılı ruh hali ve zihnin sırlarını açığa çıkarmak isteği; yaşamı boyunca devam eder.

Çünkü insan zihninin kilidini açan anahtarın zamanla bir ilgisi olduğuna inanır.

Tüm bu deneylerin sonunda; psikolojik etkileşimle beraber değişen uyku-uyanıklık döngüsünü etkileyen en önemli faktörün gün ışığı olduğu kesinlik kazanır.

Hepimizin kabullendiği 24 saatin doğal bir döngü süresi olmadığı anlaşılır.

Dünya genelinde buna benzer başka deneyler de yapılır. Bunun için bazıları mağaraları, bazıları özel tasarlanmış, yalıtılmış mekanları tercih eder.

Elde edilen verilerle sonuç hep aynı çıkar.

İnsanların zaman algısı tamamen değişir.

Kendi deyimi ile “Çılgınlığa yavaş bir kayma“ yaşayan Michel Siffre sayesinde; sirkadiyen ritim araştırması, uzayda astronot izolasyonu ve hücre hapsinde ruh sağlığı konularının önü açılır.

Sayesinde modern uyku biliminin ve zaman psikolojisinin temelleri atılır.

Peki ya kendi hayatı?

Bozulan ruh sağlığının iyileşmesi yıllarını alır. Mağaradaki günleri yıllarca peşini karanlık bir gölge olarak takip eder. Üstelik kalıcı hafıza kaybı yaşar. Kısacası keşifleri için sağlığından olur ve büyük bir bedel öder.

“Akıl kendi başına bir evrendir. ”  diyen Michel Siffre, 25 Mayıs 2024 yılında, doğduğu şehirde 85 yaşında hayata veda eder.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

23.04.2025

Kaynaklar: https://listelist.com; https://eurasiadigital.medium.com; https://tr.wikipedia.org.

 

 

 

 

 

GERÇEK ANLAMDA ZAMAN (2/3)

Michel Siffre, zaman kavramına takılmadan, karanlıkta, saat olmadan, hiç bir ses olmadan, bir anlamda dış dünyadan tamamen izole bir halde yaşamanın nasıl bir his olacağı fikrine adeta saplanıp kalır.

Bu şekilde yaşamanın insan ruhunu nasıl etkileyeceğini merak ederek, gözlem yapmaya karar verir.

Hem de kendi üzerinde.

Tüm itirazlara ve uyarılara kulak tıkayarak bu tehlikeli deney için hazırlıklar yapar.

16 Temmuz 1962 yılında Fransız Alpleri’ndeki buzulda Scarasson uçurumunun 100 metre derinliğinde bir mağaraya iner. Hava sıcaklığı sıfır derecenin altında, nem oranı ise %100'dür.

İlk mağara deneyimi bu zor şartlar altında gerçekleşir.

Yanında dış dünya ile irtibat kuracağı hiçbir şey yoktur.

Her uyuduğunda, uyandığında ve yemek yediğinde; mağaranın dışında, ondan haber bekleyen bilim insanları ile kısa irtibatlar kurduğu basit bir telsiz aleti dışında.

Mağarada kaldığı günler boyunca okur, notlar alır, araştırmalar yapar ve çokça düşünür.

Bedeninin istediği zamanlarda yemek yer ve bolca uyur.

Kısacası kendi zaman kavramına göre hareket eder, özgürdür bir anlamda.

Ancak gün ışığından yoksun olduğu için yavaş yavaş zaman kavramını yitirmeye başlar.

Tam iki ayını burada izole bir şekilde geçirir.

14 Eylül'de bulunduğu yerden çıktığında tarihin 20 Ağustos olduğunu düşünür. Çünkü kendine göre mağarada sadece 35 gün kalmıştır.

İşte o zaman Michel Siffre ve diğer bilim insanları; şaşırtıcı bir şekilde aşırı izole haldeki yaşamın; zamanın diğer insanlardan farklı bir şekilde algılanmasına yol açtığını anlar.

Bu sayede kronobiyoloji (biyolojik ritimleri ve altta yatan mekanizmaları inceleyen bilim dalı) ve sirkadiyen saat gibi hususlarda önemli veriler elde edilir.

O zamana kadar biyolojik saat ile gün döngüsünün uyumlu olduğunu düşünenler; değişen uyku-uyanıklık döngüsüne kafa yormaya başlar.

Çünkü mağara deneyinde Michel Siffre’nin biyolojik saati, mağarada geçen ilk birkaç günden hemen sonra 48 saatlik uyku-uyanıklık döngüsüne adapte olur ki; bunun 32 saati sürekli hareket, 16 saati ise uykuyla geçer. Ve bu bir rutin haline gelir.

İşte 1962 yılında gerçekleşen bu deney, bilim dünyasının zamana bakışını tamamen değiştirir.

Gelin görün ki bu deney 23 yaşındaki genç bilim insanı için yeterli olmaz.

Tamamen izole şekilde yaşamın insan bedeni ve ruhu üzerindeki etkilerini daha derinden incelemek isteği daha da artar. (devamı 3/3’te)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

14.04.2025

 

 

GERÇEK ANLAMDA ZAMAN (1/3)

Zaman kavramı kelime olarak; insanların kendini olayların akışında hissettiği, çevremizde ve evrende kaydedilen değişikliklerin var oluşunun gözlendiği fiziksel bir olgu; olarak açıklanıyor.

‘Belirlenmiş bir an’ aslında zaman dediğimiz.

Bir başka deyişle; bir işin, bir oluşun içinde geçtiği ya da geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit.

Tüm bunlar yine bizler tarafından yapılan açıklamalar.

Peki gerçek anlamda ZAMAN ne demek?

İşte bu sorunun yanıtını vermek hiç de kolay değil.

Bu konuya kafa yoran ve çalışmalar yapan bilim insanları arasında bir tanesi oldukça dikkat çekici.

Çünkü kendisi üzerinde yaptığı oldukça tehlikeli ve ürpertici mağara deneyleri ile insanların zaman algısı üzerindeki düşüncelerini değiştirmeyi başarır.

Daha önce pek de bilinmeyen zaman hakkındaki gerçekler, onun sayesinde açığa çıkar.

Bu ilginç bilim insanı bir yer bilimci.

Meraklı ve maceracı bir karaktere sahip.

Düşündükleri ve uygulamaları ile sıra dışı bir insan.

İşte karşınızda Michel Siffre.

3 Ocak 1939 yılında Fransa’nın Nice şehrinde dünyaya gelir.

Çocukluk yıllarında başlayan, insan doğasına ve tabiatın sırlarına duyduğu ilgi zamanla güçlenir.

İçindeki yoğun merak duygusunu bilim alanında kullanmaya karar verir.

Düşünce tarzı, yöntemleri ve cesareti sayesinde pek çok bilimsel deney yapar.

Henüz genç bir bilim insanıyken gerçekleştirdiği mağara deneyleri ile dünya çapında ismini duyurmayı başarır.

Tarihler 1961 yılını gösterdiğinde Alpler’de bir yeraltı buzulunu keşfeden ekibe katılır.

Keşfin ardından Michel Siffre, bölgeden hemen ayrılmaz.

Orada kamp kurar.

Yaklaşık 15 gün boyunca yeni keşfedilen buzulu inceler.

Araştırmalarını derinleştirdikçe bu sürenin yetersiz olduğunu düşünerek, kamp süresini iki aya çıkarır.

Günlerce süren buzul araştırması sırasında aklına bambaşka bir fikir gelir.

İşte bu fikirle beraber hayatı tamamen değişir.

Nasıl mı? (devamı 2/3’te)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

14.04.2025

16 Temmuz 2025 Çarşamba

MAVİ ADAM (2/2)

Paul Karason, 58 yaşına geldiğinde çoğu yaşıtı gibi beyaz saçları, uzattığı beyaz sakalı ve görme sorunu nedeni ile taktığı gözlüğü, tercih ettiği gömlekleri ve pantolon askıları ile aslında sıradan bir adamdır.

Ancak mavi renkli cildi nedeniyle gittiği her yerde gözler hemen ona çevrilir. Bu son derece özel görüntüsü nedeni ile bir anda ilgi odağı haline gelir.

Amerikan’ın en meşhur programlarında boy gösterdikten sonra da 'Şirin Baba' ya da ‘Mavi Adam’ lakabı ile anılmaya başlanır.

Çocukların eğlencesi, yetişkinlerin alay konusu haline gelmesi; uluslararası medyanın ilgisinin giderek daha çok artması Paul Karason’u içten içe yaralar.

2012 yılında kalp rahatsızlığı geçirir. Aynı anda baş gösteren prostat kanseri dünyasını alt üst ederken evini de kaybeder.

Bu zor durum nedeni ile Washington, Bellingham'daki bir evsizler barınağına taşınır.

Tarihte nadir görülen bu durum nedeni ile sosyal ilişkileri konusunda adeta çöküntüye uğrar. Zamanla toplumdan uzaklaşan, psikolojik sorunları gün geçtikçe artan bir adamdır artık.

Tüm bu olumsuzluklar  sonunda 2013 yılında kalp kriz geçirir. Ardından başlayan zatürre ve ağır felç hastalığı sonunda hayatını kaybeder.

İşin en ilginç yanı ise Paul Karason’un ölümüne kadar kolloidal gümüş kullanmaya devam etmesidir.

Peki hepimizin bildiği, zararsız gibi görünen gümüş elementi nasıl olur da bedeni bu denli etkiler?

Tüm bu sorulara yanıt bulmak adına; dünyada oldukça nadir görülen arjiri hastalığı hakkında yapılan araştırmalara göz atmak yerinde olur diye düşünüyorum.

Araştırma sonuçları; genelde fotoğrafçılık mesleği ile uğraşanlarda, gümüş bileşenlerden oluşan tıbbi ilaçları kullananlarda, gümüş ve mücevher endüstrisinde çalışanlarda arjiri'nin görülme ihtimalinin yüksek olduğunu kanıtlıyor.

Gümüş takıların, gümüş kap kullanımının genellikle bu hastalığa neden olmadığı; ancak bazı akupunktur tedavilerinde kullanılan gümüş iğnelerin veya gümüş küpelerin lokalize arjiriye neden olduğunu da dip not olarak ekliyor.

Özellikle bedenin güneş ışığına maruz kalan bölgelerinde; en çok alında, burunda, ellerde etkisini gösteriyor.

İlk belirtileri genellikle ağızda başlıyor.

Diş etleri gri-kahverengi bir renk alıyor.

Ardından yüz, gözlerin beyazları, iç organlar, tırnaklar mavi-gri bir renge dönüyor.

Üstelik tüm bu değişiklikler kalıcı oluyor.

Renk değişim hızının kişiden kişiye ve maruz kaldığı gümüş miktarına göre değiştiğini belirtiyor uzmanlar.

Süreç kimi durumlarda bir kaç ay, kimi zamanlarda ise bir kaç yıl sürebiliyor. Hatta bazı durumlarda cildin yalnızca belli bir bölgesi mavi renk alıyor.

Gümüş, toksisite oranına sahip değil; ancak; insan bedeninden çok kolay atılabilen bir element de değil aslında.

İşte bu nedenle gümüşe, gümüş tozuna ve hatta gümüş içerikli diğer kimyasal bileşiklere uzun süreli maruz kalmak, bedendeki gümüş miktarını hızla arttırıyor.

Böylece beden atamadıklarını deride birikmeye başlıyor. Güneş ışığı ile temas edince de gümüş tuzu oksitleniyor, mavi veya gri-gümüş renkli bileşikler halinde kendini gösteriyor.

Tedavisi hayli güç olan bu rahatsızlık için lazer tedavisi kullanılsa da %100 sonuç alınamadığı da araştırma notları arasında.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

25.03.2025

Kaynaklar: https://www.yenicaggazetesi.com.tr; https://evrimagaci.org; https://www.hurriyet.com.tr; https://en.wikipedia.org; https://www.matematiksel.org.

 

 

 

 

MAVİ ADAM (1/2)

Şirinler, Belçikalı çizer Pierre Culliford'un oluşturduğu çizgi roman ve animasyon dizisinin ortak ismi.

İlk olarak 1958 yılında bir çizgi roman olarak ortaya çıkar.

1981 yılında animasyon filmi çekilir ve televizyon kanallarında yayınlanması ile tüm ilgiyi üzerinde toplar.

Hepimizin yakından tanıdığı bu animasyon filmindeki en belirgin özelliklerden bir tanesi; Şirinlerin baş düşmanı Büyücü Gargamel’in dışında; oradaki tüm karakterlerin mavi renkli olması.

Şirin Baba’dan Uykucu’ya, Şirine’den Öfkeli’ye, Hayalci’den  Sakar Şirin’e kadar her karakterin başlarından geçenleri keyifle izlerken; neden o renkte olduklarını sorgulamayız.

Çünkü onlar hayali yaratıklardır ve yeryüzünde mavi renkli insan var olamaz.

Peki ya varsa?

İşte karşınızda Paul Karason.

Çevresinde "Şirin Baba" lakabıyla tanınıyor.

Rengi de tıpkı Şirinler gibi mavi.

Hem de koyu mor mavi.

Bu şaşkınlık verici olayın kahramanı 14 Kasım 1950 yılında Amerika Washington’da doğar.

Normal bir çocukluk ve gençlik hayatı olur.

Sağlıklı, açık tenli ve çillidir.

Ancak kırklı yaşlarına geldiği 1990 yıllarında, bir takım rahatsızlıklar baş gösterir.

Özellikle cilt dermatiti, sinüsleri, asit reflüsü ve diğer başka sorunlarını kendi kendine tedavi etmek için kolları sıvar. Bir reklamda gördüğü karışımı hazırlayarak işe girişir.

Bu amaçla bir yandan ev yapımı kolloidal gümüş tedavisine başlar, diğer yandan cildine gümüş preparatı sürer.

Ancak bir süre sonra cilt rengi değişmeye, maviye dönmeye başlar.

Bu durum tıp literatüründe ‘arjiri’ olarak tanımlanan bir cilt rahatsızlığı aslında.

Halk arasında ‘mavi ten hastalığı’ olarak biliniyor.

Bu hastalığa yakalanan kişilerin bedeni mavi veya mor bir renge bürünüyor.

Temelinde sağlığa pek bir zararı bulunmuyor.

Gelin görün ki belirgin şekildeki koyu mavi renkli bir ten; kişinin sosyal yaşamını fazlasıyla etkiliyor; yalnızlaşmasına sebep oluyor.

Günümüzde uzmanların kozmetik bir problem olarak gördüğü bu ten rahatsızlığı; ilk kez 2008 yılında Paul Karason sayesinde fark edilip konuşulmaya başlanır.

Cilt rengi günden güne maviye dönen Paul giderek toplumdan uzaklaştırıldığını fark edince, başka bir bölgeye taşınır.

Yapısal olarak insanlarla kolay diyalog kuramamasına bir de bu rahatsızlık eklenince iyice yalnızlaşır. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

25.03.2025

9 Temmuz 2025 Çarşamba

BÜYÜLEYİCİ DİL (2/2)

Guido’nun Eli, aslında yedi adet iç içe geçen altı notalı diziden oluşan bir sistemdir. Eğitim sırasında da elin ilgili kısmı gösterilerek anlatım kolaylaştırılır.

İşitme duyumuzu koordine eden ve müzisyenleri doğru tonlara yönelten ilk müzikal işaret sistemi, yedi sembolle beraber ortaya çıkmış olur.

Müziği yazılı olarak ifade etmede kullanılan her bir nota, müzikteki belli bir sese karşılık gelir.

O zamanlarda kare görünümlü olan notalar; her biri başlangıçta bir harfle işaretlenen ve belirli bir tonla eşleşen dört paralel çizgi üzerinde tasvir edilir. (Bugün beş paralel çizgi var ve şekilleri oval.)

Böylece notaların ismi, Aziz John'un “Ut queant laxis” ilahisinin ilk heceleri yani   “ut-re-mi-fa-sol-la..” olur.

‘Ut’ sonraları ‘do’ olarak değiştirilir. ( Peş peşe söylerken tutukluk yaptırdığı, uzatılamadığı için.)

Guido, ‘Si’ notası hariç, diğer notaların isim babası olarak tarihe geçer.

Mucize ve gizem dolu ilk hecelerle beraber, müzik dünyası insanlar arasında güzelliklerle dolu bir iletişimi aralamıştır artık.

Günümüzde notalar iki temel sistem kullanılarak isimlendirilir.

Birinci sistem (do-re-mi dizgesi) daha çok İtalya, Portekiz, İspanya, Fransa, Romanya, Yunanistan, Rusya, Moğolistan, İran, Arabistan, İsrail, Ukrayna ve Bulgaristan gibi ülkelerde kullanılır.

İkinci sistem (A-B-C-D-E-F-G dizgesi) ise İngiltere, Almanya gibi kuzey ülkelerinde tercih edilir.

İşte, dört satır ve kare şeklindeki notalarla el üzerindeki çizgilerle başlayan müthiş yolculuk.

Dileğim o ki; dört bir yanınız her zaman kalbinize iyi gelecek müzik tınıları ile kuşatılsın.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

06.02.2025

Kaynaklar: https://www.zdergisi.istanbul, https://tr.wikipedia.org; https://onedio.com; https://evrimagaci.org.

 

 

 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...