26 Ekim 2010 Salı

BEN BİR ANNEYİM

Ben bir anneyim; yüreğim güçlü, yüreğim sevgi dolu. Yavrumu kucağıma aldığımda hissettiğim o muhteşem duygu, yıllar içinde yavrumla beraber büyüdü, büyüdü, kocaman oldu. Yavrum; oğlum, kızım onlar benim canım, onlar benim her şeyim adeta yaşama sebebim.

Nasıl da cesur oluyor insan anne olunca; nasıl da gözü kara, hani tüm dünyaya tek yumrukla kafa tutacakmış gibi… Yavrusu söz konusu olduğunda aslan kesilen, gözü hiçbir şeyi görmeyen; olacak her ne varsa kendisine olsun, kendisine olsun da yavrusuna, göz bebeğine, canından sakındığına hiçbir şeyler olmasın isteyen; yeri geldiğinde yerlerde sürünen, açlık çeken, geceler boyu uyumayan…

Anne yüreği öylesine kocamandır, öylesine sevgi yüklüdür ki; çocukları söz konusu olduğunda hassaslaşır aniden. O bir dakika önceki demir gibi yumruktan eser kalmaz; yumuşacık olur kalbi pamuklar misali.

Yavrusuna bakarken gözleri nemlenir ara sıra; ona bir şeyler olacak diye içi titrer. Dudaklarında belli belirsiz dualar mırıldanır, yavrusunu her daim kötülüklerden korumak adına. Yanındayken, sıkı sıkı sarıldığında içi rahattır rahat olmasına ama uzağındayken meleklere emanet eder onu, dönüşünü dört gözle beklerken.

Peki ya o gidişlerin dönüşü olmazsa?

Ben bir anneyim, oğlumu, kınalı kuzumu şehit verdim. O olmaz olası teröre inat ağlamayacağım, al bayraklı tabutuna son kez sarılırken oğluma sözüm var. Her yeni şehit haberinde yüreğim dağlansa da göz yaşlarım içime akıyor dualarım eşliğinde.

Ben bir anneyim; dünyalar tatlısı kızımı hala bulamadılar. Kayıp çocuk listesinde sadece bir isim herkesler için ama ya benim için? Yıllar geçti üzerinden, kapkara uzun yıllar, artık dirisinden geçtim ölüsüne de razıydım ama yok, yok işte.

Ben bir anneyim; oğlum uyuşturucu batağında. Nasıl olup da sevgimle yenemedim o olmaz olası arkadaşlarını, nasıl da yok edemedim kanındaki o zehirli akışkanı? Nerede yanlış yaptım? Biliyorum toplum en çok beni, anneliğimi suçluyor ama bir de bana sorsalar, bir de beni anlamaya çalışsalar, nasıl mücadele verdiğimi ve sonundaki çaresizliğimi görseler…

Ben bir anneyim; iki kızım da engelli. Onlara addım tüm dünyamı, ama ya etraftaki o meraklı bakışlar, o yürek sızlatan sorular? Hiçbir şeyden yılmadım onlardan yıldığım kadar.

Ben bir anneyim; oğlumu kollarımda ninnilerle büyütürken nereden bilirdim gün gelip farklı tercihleri olacağını. Karşı cinse hissedemediklerini kendi hemcinslerine aktaracağını. Rujlarımı, giysilerimi gizli gizli kullanıp farklı düşler kuracağını.

Ben bir anneyim; yavrumu bir deniz kazasında kaybettim. O hani motorun keskin pervaneleri kızımı almadan önce nasıl da neşeyle girmiştik denize; nasıl da planlar yapıyorduk geleceğe dair. O sahne yok mu ahh o sahne… yıllardır unutamadım tek bir karesini bile.

Ben bir anne adayıyım; karnımda downsendromu tanısını koydukları bir bebeğim var. Minicik bir kız. İçimde varlığını hissettiğim o her şeyden habersiz bedeni nasıl yok ederim ben?

Ben bir anneyim; gelinlik yaşa gelmiş kızını o büyük deprem faciasında yitirdim. Günlerce aradık narin bedenini ama yok bulamadık. Şimdilerde boş bir mezarla dertleşiyorum ama kulağım hala kapıdaki ayak seslerinde. Belki döner, belki gelir diye…

Ben bir anneyim ama yapayalnız. Anneliği tadamadan, yavrusunu koklayamadan ondan zorla kopartılan ve uzaklar kaçırılan çocuğunu hiç göremeyen, büyüdüğüne tanık olamayan bir anne.

Ben bir anneyim; yavrusunu, gencecik kızını demir parmaklıklar ardında bırakan. Özlemle duruşma günlerini bekleyip, sarılamadan, öpüp koklayamadan bir sonraki buluşma gününe gün sayan, kapıdan geleceği günleri iple çeken.

Ben bir anneyim; oğlumu elim bir trafik kazasında kaybeden. Aradan yıllar geçti ama o freni patlamış kamyonun görüntüsü, yavrumun parçalanmış bedeni her göz kapayışımda beliriyor önümde.

Ben bir anneyim; bin bir sıkıntı çekerek büyüttüğü biricik oğlu tarafından dövülen, yediği her bir tokatta, her hırpalanışta sessiz göz yaşları döken ama yine de şikayet etmeden seven.

Ben bir anne adayıyım; içimdeki minicik bedeni, ara sıra kendini hissettiren tekmeleri ile beni kendine bağlayan yavrumu öpüp koklayamadan , sütümle besleyemeden alacaklar elimden.

Ben bir anneyim; çocukları tarafından elindeki avucundaki tüm birikimi alınıp, eski bir süpürge gibi kapı dışına fırlatılan, yabancılara, bir tas çorbaya muhtaç hale getirilen ama yine de yavrularına söz söyletmeyen bir anne.

Ben bir anneyim; gözünden sakınarak büyüttüğü kızını sevdiğiyle evlendiren, mutlu olması adına herşeyi kabul eden. Ama kızını evine yaptığı her ziyarette dayak izlerine tanık olan bir anne. O cıvıl cıvıl dünya güzeli kızı şimdilerde içine kapanmış, kaderine razı olmuş, hiç konuşmuyor. Gözündeki morluk, sırtındaki darp izleri… dayanılır mı bu eziyete? Bu ne yaman çelişki böyle?

Ben bir anneyim; tüm çocuklar benim çocuklarım olmasa bile açlık çeken çocuklar için ağlarım; kaybettiğimiz her gencimize yanarım; başarı kazanan çocuklarla gurur duyarım; çocuklar hep mutlu olun, gözleri her daim sevinçle ışıldasın isterim. Anneyim ben yüreğim sevgi, yüreğim umut dolu.

Zor zanaattır anne olmak, dünyanın en mesuliyetli ve en yüce görevi. Severek üstlenilen, istenerek her türlü zorluğa karşı ayakta kalabilen ve ömür boyu süren tek görevdir annelik. En kutsal görev.

İşte bu nedenle her anne eli öpülecek kadar özel ve önemlidir. Ve her anne canıyla, kanıyla, sütüyle en çok da sevgisiyle besleyip büyüttüğü yavrusuyla bir bütündür. İster yanında olsun, ister uzağında, ister kendisinden habersiz, siter mezarında. Her anne muhteşemdir benim gözümde.

Tüm annelere saygıyla.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
17.10.2009

HASTALIKTA SAĞLIKTA…


“Hastalıkta sağlıkta, iyi günde kötü günde… “ diye başlamaz mı en mutlu beraberlikler,
en güzel evlilikler. Sıcacık aşk kokusunu içimizde hissederken ağzımızdan heyecanla dökülüvermez mi bir çırpıda? Sevdiğimiz tam karşımızdayken, eli elimizdeyken gözlerinin taa içine bakarak söylediğimiz bu cümleye o anda tüm kalbimizle inanmaz mıyız?

Elbette evet. Ama ya sonra? Sadece biten sevdalarda, aldatmalarda değil kaderin önümüze çıkarttığı ağır hastalıklarda da nedendir bilinmez bu sözleri en çok ve en çabuk erkekler unutuverir. Sanki hiç söylenmemiş, sanki hiçbir şey hissedilmemiş, sanki hiç yaşanmamış gibi kadınını o en çaresiz anında hastalığı ile yapayalnız bırakırken… Bir kadın olarak bunu anlamam ve erkeklere hak vermem öylesine zor ki.

Erkeklerin bu denli acımasız ve vicdansız olduklarını; adeta insanlıktan uzaklaştıklarını, yaşadıkları sevgiyi bir anda yok sayarak tamamen bencil duygularla hareket ettiklerini düşünmekten kendimi alamıyorum.

Oysa ki hastalıklar bir anda çıkıverir karşımıza, bazen hafif bazen de ağır bir tabloyla hayatın nasılda değerli olduğunu bize o anda derinden hissettirirken. Bir gün öncesine kadar nasıl da şanslı ve mutlu olduğumuzun bilincine ancak o anda varırız nedense ve yine o anda yanımızda bize destek olacak bir yürek, bir el, bir omuz ararız. Bu eşimiz olmayacak da kim olacaktır?

Ne yazık ki erkekler hasta eşlerini terk ederken, kendi hayatlarını yaşayacaklarını açıkça söylerken bu gerçeği tamamen unutuyorlar.

Halbuki onlar da bir baba, bir eş statüsünde değiller mi? Vicdanları nasıl rahat edebilir ki geride bıraktığı eşleri çaresizlikler ve hastalıklar içinde boğuşurken.

Bir zamanlar aynı yastığa baş koyduğu, iyi ya da kötü pek çok şeyini paylaştığı eşini böyle çaresiz görmek istemediği için mi acaba? Yoksa bu çok mu iyimser bir bakış açısı bilemiyorum.

Yine de içimdeki bir ses erkeklerin bu denli acımasız ve duygusuz olmadıklarını fısıldıyor; her ne kadar bu ve buna benzer örnekler çok olsa da.

Engelli çocuğu oldu diye eşini suçlayan ve o masum çocuğun dünyaya gelmesinde hiçbir katkısı olmamış gibi tüm suçu eşine yükleyerek çocuğu ile birlikte eşini bir başına bırakanları; baba olduğu halde bu sorumluluğu kaldıramayan, bakımını üstlenemeyen ve terk edip gitmeyi kendilerince en doğru hareket olarak gören erkekleri ise düşünmek dahi istemiyorum.

Elbette çok duyarlı, çok hassas erkekler var biliyorum. Eşi için, çocukları için her türlü fedakarlığı gözü kapalı yapan, yüreği güzel insanlar. Ama böylesi ağır travmalarda aniden gelen hastalıklarda bozulan ilişkilere ve ani terk edişlere baktığımızda erkekler ne yazık ki başı çekiyor.

Bir yanda ağır hastalığını henüz kabullenemeyen, neden olduğunu anlamaya çalışan çaresiz bir kadın. Öte yanda onunla bir ömrü paylaşmaya söz verdiği halde sözünden dönmekte herhangi bir sakınca görmeyen bir erkek. Bu acımasızlık değil de nedir? Sağlıklı ve iyi günlerinde, her şey yolundayken, el ele gülüp yaşamasını bilen, hayatın tadını çıkaran bir çift nasıl olur da hem de ağır bir hastalıkta bir anda yol ayırımına gelir ve o dönemeçte bir kişi başını alıp başka bir yol izlemeyi kendisine hak görebilir?

Diğerini tek başına, hastalığı ve kaderi ile bırakarak… Paylaştıkları onca düşü öksüz bırakarak, anılarını hiçe sayarak, hayallerini tek tek yok ederek.

Zordur o günlerle başa çıkmak hem de çok zor. Yazınız bir anda kışa dönüverir. Sıcacık günler yerini ıssız, soğuk ve karanlık günlere bırakarak. Ama her anlamda son derece dayanıklı ve güçlü olmanız gereken böyle bir anda sakın kendinizi bırakmayın. Aksine sizin sevginizi hak etmeyenlerden bir an önce uzaklaşın. İçinizden söküp atın tüm olumsuz düşünceleri ve güçlü çok daha güçlü olarak ayakta kalın, hayata meydan okuyarak. Hem hastalıkla, hem de ayrılıkla başa çıkacak güce sahipsiniz siz.

Üstelik sizi aciz görenlere nasıl da güçlü olduğunuzu göstermek adına yapın bunu. Hepsinden önemlisi hayat denen hediyenizi kimsenin elinizden almasına izin vermeden. Varsın dertler gelsin tek tek değil de birbiri ardına adeta sabrınızı zorlayarak. Siz güçlüsünüz ve yaşamın hakkını vereceksiniz.

Bırakın terk edip gideni, mücadeleniz nefes alacağınız günlerin sayısını arttırmak olsun, iyileşmek olsun. Hastalığınızı alt ederek, sapasağlam dikilin geride kalan hayatınızda gerekirse kaderinizin önüne geçerek.

Şu anda en dip noktalardasınız muhtelemen, var mı daha aşağısı, yok! O halde ayaklarınızla hızla dibe vurup yukarılara çıkma ve ışığı yakalama zamanı şimdi.

Çünkü siz güçlüsünüz, evet terk edilmeyi hak etmediniz belki ama yaşam sınavını hakkıyla, bileğinizin gücüyle tek başına verdiniz.

Sağlıkla kalın, sevginizin gerçek değerini bilenler kuşatsın dört bir yanınızı.

Belgin ERYAVUZ
10.04.2010

12 Ekim 2010 Salı

HAYATIN EN GÜZEL HEDİYESİ, BUGÜN!

Okuduğum bir romanın satır aralarında rastladım bu dizelere. Gönlümün biraz buruk olduğu, endişelerimi sıkça hissettiğim, hassaslığımın da bir o kadar fazlaca olduğu dönemlerdeydim belki de kimbilir. İşte bu nedenle bu dizelere bağlandım, okudum defalarca ve okudukça yaşadığım bugünlere şükürler ettim. Yarınla ilgili endişelerim ise hafifledi ya da eski önemini biraz da olsa yitirdi. İşte bu nedenle paylaşmak istedim sizlerle, gelin beraber bakalım Horace’in anlamlı dizelerine…






‘’ Ne mutlu, ne kadar yalnız olsa da
   Bugünü kendisinin kabul edene
   Ve güvenerek kendine,
  ‘Yarın ne kadar kötü olursa olsun,
   Bugünü yaşadım ya!’ diyebilene. ’’


Bu satırlar hayata karşı bir meydan okuma, o anın değerini bilme, yaşamın hakkını verme değil mi sizce de? Yarınla ilgili tüm endişeleri, olabilecek tüm olumsuzlukları bugünün hakkını vererek, cesaretle göğüsleyebilmek…

Hangimiz yapabiliyoruz ki bunu yeterince, yeri ve zamanı geldiğinde?

Dünde yaşayıp, yarın için endişelenirken bugünü hiçe sayanlarımız öylesine fazla ki aramızda. Elbette gayretler, çabalar, çalışmalar olacak yarına dair. Ama bugün doğan güneşin içimizi ısıttığına, çocuklarımızın ağızlarından dökülüveren kırık dökük ilk kelimelere, taşların arasına sıkışmış olduğu halde açmak için mücadele eden ısrarcı papatya, evimizdeki mis gibi yemek kokusuna, kumsala vuran dalgaların sesine,


Bir çocuğun içten kahkahasına, içimiz sıkıldığında duyduğumuz dost sesine, sıcacık bir merhabaya, bizi anılarımızla buluşturan bir melodiye, okuduğumuz kitabın bizi yaşamla yeniden buluşturan satırlarına,… yeterince dikkat etmiyor; öylesine yaşarken her şeye kulaklarımızı tıkıyor, gözlerimizi kapatıyor, adeta duyularımızı körleştiriyorsak, vay bizim halimize.

Yarın bugün olduğunda ne değişecek ki? Bu kez yine yarın için yepyeni bir bugünü harcamayacak mıyız? Oysa ki bugün çok kıymetli! Bugün yaşam hanemizin en güzel günü.

Bugün, şu dakika, şu an bizim en mutlu olduğumuz an aslında. Nefes alabiliyor, bu satırları paylaşabiliyoruz hep beraber. Ne mutlu bizlere… akşam yastığa başımızı koyduğumuzda yaşadığımız bugün için şükürler edip, yarının bugünden çok daha güzel olmasını dileyip; rüyaların gizemli koylarına yelken açarken gülümseyin doyunca. Hayatta olduğunuzun, sağlıklı olduğunuzun, yaşadığınızı farkına varmanın gülümsemesi olsun bu. Kocaman, içten…

Elbette her yeni gün sürprizlere gebe. Ama yarın olacakları şimdiden dert ederek bugünü yok saymak, hayata karşı yapılacak en büyük ihanet. Yarın aslında çok uzak bize. Bugünün değerini bilenler içinse yarın bir başka bugün olmalı.

John Berger’in dediği gibi ‘’Yarın usulca ilerler, kördür daha gözleri’’ onu görünür kılmak, ondan çoşkulu bir bugün yaratmak bizim elimizde.

Özdemir Asaf’ın çok sevdiğim ömür şiiri der ki;

‘’ Ömür dediğin üç gündür.
   Dün geldi geçti, yarın meçhuldur.
   O halde ömür dediğin
   Bir gündür, o da bugündür.’’

Her şeyi nasıl da ustalıkla özetliyor bu dizeler, öyle değil mi? Üstelik bugün öyle bir hayat yaşayalım, öyle unutulmaz olsun ki yarına da kalsın anıları. O anılar bize kötü ve zor günlerimizde destek olsun. Yarına olan umudumuzu her zaman dipdiri tutsun. Tutsun ki zor günleri atlattığımızda aklımızla, kalbimizle kendimize olan güvenimiz daha bir artmış olarak; yarınları unutulmaz bugünler yapmak adına daha bir cesur karşılayalım hayatı.

Yaşamak ve bugünü yaşadım ya diyebilmek cesaret ister. Ve bu cesareti yaratmak, az sayıdaki insanlara kendinizi de katabilmek sadece sizin elinizde.

Unutmayın BUGÜN, şu AN, şu dakika çok değerli ve YAŞADIĞIMIZ ANIN EN GÜZEL HEDİYESİ.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
20.04.2010

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...