27 Aralık 2011 Salı

UMUT DOLU BİR SENEYE… 2012’YE…


Kim bilir kaç kez döndü akreple yelkovan saatlerimizin içinde; kim bilir kaç sayfa kopardık takvimlerimizden ayları aylara eklerken...

Kum saati misali her yeni sene de tekrar en baştan aldık umutlarımızı, heyecanlarımızı, beklentilerimizi, hayallerimizi. Hiç pes etmeden, hiç umutsuzluğa kapılmadan.

Gerçekleşen hayallerimizi anılarımızın en güzel karelerine yerleştirirken, gerçekleşmeyen hayallerimize yenilerini ekleyerek sabırla, coşkuyla…

İşte yeni bir yıl daha kapımızda.

Geri saymalar başladı bile.

Önce günleri beş, dört, üç, iki, bir diye sayacağız, sonra saatleri ve ardından dakikaları…

Saatler gecenin o kopkoyu karanlığında tam on ikiyi vurduğunda, yani akreple yelkovan bilmem kaçıncı kez buluştuğunda umutla, sevgiyle sarılacağız.

Birbirinden farklı sürprizleri, hatta mucizeleri ile kocaman bir hediye paketimiz daha olacak hepimizin. Üç yüz altmış beş günün içinde saklandığı bir paket; süslü, albenili, ışıltılı, ve bir gökkuşağı misali rengarenk.

Bazen elimizi, bazen gönlümüzü yakacak. Hüzünler, sevinçlerle iç içe olacak. Umut taneleri yer alacak paketimizin en diplerinde, belki de saklanacak günlerin en karanlık saatlerine. Hayaller olacak pembeden maviye her rengi içinde barındıran, belki de bir karış uzağımızda sımsıkı kavramamızı bekleyen; o kadar yakın, o kadar gerçek. Mutluluk ise tıpkı bir peri tozu gibi her güne serpiştirilecek. Gözlerimizi açtığımız her yeni günün içinde mutlaka bulunan, ama biz ayrıntıların ve küçük detayların farkına varmazsak yitip gidecek olan.

Umut dolu olsun bu yeni yıl her şeyden önce. Sevgi dolu olsun. Birbirimize bakarken gözlerimizden kalplerimize sıcacık aksın. Tebessümle dolu olsun. Gülümseyerek adım atalım yeni seneye. Saatler  gece yarısı tam 12’yi vurduğunda ve 365 gün gülümseyerek uyanalım her yeni sabaha. Sağlığın hayatımızdaki en büyük zenginlik olduğunu hiç unutmadan. Pozitif düşünmenin yarınımızı çok daha güzel yapacağını aklımızdan bir an olsun çıkarmadan. Yanımızda, yöremizde bizim için atan sevgi dolu kalpleri es geçmeden, onları kırmadan, gücendirmeden.

Arkadaşlığın, dostluğun hayatımızdaki en anlamlı ilişkiler olduğunu hep hatırlayarak. 
Sıcacık sevgilerini her daim sıcak tutmaya özen göstererek, kâh arayıp hal hatır sorarak, kâh buluşup bir kahve içimlik anlara upuzun sohbetleri sığdırarak, kâh yazarak. Aradaki uzak mesafelerin sevgi dolu kalpler için aslında hiç önemi olmadığını her defasında bizzat yaşayıp, yaşatarak.

Elimizdeki güzel şeylerin, sevdiklerimizle paylaştığımızda daha da güzelleştiğini, daha da anlamlı hale geldiğini hep hatırlayarak. Karşımızdakine dostça, sevgiyle el uzattığımızda, asla sevgisiz kalmayacağımızın bilincinde olarak.

Hazır mıyız bu yeni seneye, hazır mısınız?

İçimizde coşku olsun, içimizde umut. Güzel düşüncelerle, gülümsemeler eşliğinde karşılarsak bu yeni yılı yine öyle  güzel devam edeceğine olan inancımızla ‘’hoş geldin’’ diyelim. Yaşadığımız acı, tatlı tüm olayları geçmiş senelerde bırakıp, umudumuza dört elle sarılarak hep beraber kucaklayalım onu ve ekleyelim; “Hoş geldin, sefalar getirdin. Sağlık, huzur, barış, mutluluk, başarı, bereket, bolluk, para, arkadaşlık, dostluk, sevgi ve aşkla sarıp sarmala her birimizi. Heyecanımız sonsuz, hoş geldin.”

Umudumuz daim olsun yarınlara ve en güzel senelere… Herkese sevdikleriyle beraber mutlu seneler…

Sevgiyle, umutla kalın.
BELGİN ERYAVUZ

18.12.2011

23 Kasım 2011 Çarşamba

KORKUNUN SON KATRESİ


İçimizi daraltan, bizi kaygıların derinliğine sürükleyen korkularımız var. Bir türlü sakinliğimizi koruyamadığımız, kendimizi tanımakta zorlandığımız, bizi biz olmaktan çıkaran  korkular bunlar.  Dile getiremediğimiz, paylaşamadığımız, paylaşırsak yanlış anlaşılmaktan korktuğumuz, çoğu zaman içimizde yaşattığımız korkularımız…

Yüksekten korkmak, uçağa binmekten korkmak, karanlıktan korkmak, herhangi bir hayvandan korkmak gibi korkular değil bu söz ettiklerim. Çünkü bu tarz sıradan korkularımızla birebir yüzleştiğimizde, belki de birkaç deneme sonrası korkularımızın  hafiflediğini  ve bir süre sonra da geçip gittiğini biliyoruz.

Ama değer verdiklerini, sevdiğini, aşkını, eşini, oğlunu, kızını, ya da çok özel bir yakınını özlemle beklerken ortaya çıkan ve geri dönüş günleri yaklaştıkça yoğunluğu giderek artan korkularımız var bizim.

Böylesi korkular içimize çöreklenmeye başladığında günler, haftalar, hatta bazen aylar boyunca kendimizi tutarız…

Soğukkanlılığımıza güvenir, korkularımızın bizi esir almasına izin vermeyiz…

Sanki bir set çekeriz tüm korkularımıza, endişelerimize. Onları görmezden gelir belki de kendi kendimizi kandırırız.

Ve o setin arkasında güvende olduğumuzu sanırız. Ama öyle bir an gelir ki o set yıkılır ve korkunun son katresinde yüreğimiz sanki ellerimizin arasından kayıverir.

Dağılırız…

Bastırdığımızı sandığımız tüm korkular o anda açığa çıkmaya başlar. Başımız döner, titremeye başlarız. Aklımıza ışık hızıyla öyle değişik senaryolar gelir ki…

Her biri bizi çılgına döndürür adeta, korkularımızı daha da katmerleştirir. En son saniyede bile endişelerimiz geçmez. Aklımıza üşüşen sorular beynimizi bir örümcek ağı gibi sarar.

Her şeyin eski düzenine kavuşmasına, tüm sıkıntıların ve dertlerin bitmesine neredeyse çeyrek kala nereden çıkmıştır bu amansız korku, bilemeyiz. Belki bir gün, belki bir hafta, belki de bir saat gibi kısacık bir süremiz daha vardır oysa ki endişelerimizle beraber yaşamaya. Ama yok. O son katrede korkumuz tavan yapar. Ve bizi hiç olmadığımız kadar çok etkiler. Sanki bundan önceki zaman diliminde aynı korkuyla beraber yaşayan kişi biz değilmişiz gibi şaşırtır belleğimizi.

Öyle ki tüm hücrelerimizde hissederiz; korkunun son katresinde çalan davulun kulaklarımızı sağır eden sesini.

İçimiz içimizi yer adeta. Elinden tüm oyuncakları alınmış çaresiz bir çocuk gibi bakarız etrafımıza. Gözlerimiz, gözyaşlarımızı tutmakta zorlanırken kalbimiz en yüksek ritmiyle atarken…

Belki de bastırdığımız korkumuzla yüz yüze gelmeye çeyrek kalanın çığlığıdır bu. İçten içe büyümüş, kabarmış ve son katre de kabına sığamaz olmuştur.

Tıpkı coşup kabaran koca dalgaların sahili dövmesi gibi çarpar içimizde sağa, sola. Her bir darbede bir başka yerimiz titrer sanki. Denizin dalgaları gibi kabarıp, katmerleşmesi, içimize sığmaz olması da bu yüzdendir. Ancak o güzel kucaklama anında son bulur. 
Gözlerinizi gözlerine dikip, ellerinizi ellerine kenetleyip, sıkı sıkıya sarıldığınızda, teninin kokusunu içinize çekip, sıcaklığını kendi içinizde hissettiğinizde yok olur, tıpkı aniden sakinleşen bir deniz misali durulur. Artık her şey geçmiş, o karabasan korkularımız yok olmuştur. İşte o ana değin gözpınarlarımızda hazır bekleyen yaşlar usul usul inerken yanaklarımızdan içimiz boşalır sanki. Boşaldıkça rahatlarız. Korkularımızın bizi esir aldığı günleri bir çırpıda yok etmek istercesine gülümseriz. Ta ki yeni korkularla tanışana değin.

Hayat bu, belki bir gün, belki bir hafta, belki de aylar sonra yine çok sevdiklerini uzaklara yol ettiğinde; yine hayatındaki en önemli kararların birini an be an yaşadığında karşına dikiliverecek bilirsin.

İnsanoğlu böyledir işte. Sevdikleri hep yanı başında olsun, onunla beraber yaşasın, onunla bir nefes alsın ister. Ama hayat şartları, geçim sıkıntıları, eğitim gerekliliği gibi  yaşam şeklimizdeki pek çok zorunluluk nedeniyle ayrılıklar kaçınılmazdır. Süreleri ise bazen birkaç gün, bazen aylar, bazen de yıllar sürer. İşte korkularımızda böyle zamanlarda filiz verip, geçen zaman içinde katmerleşerek bize hayatı adeta zindan eder.

Yine de ben diyorum ki korkunun son katresinde içinizi ferah tutun, güzel şeyler düşünmeye çalışın elinizden geldiğince. Hep bir gülümseme olsun yüzünüzde, gözyaşlarınız mutluluğunuza ortak olmak için aksın yanaklarınıza ve her ayrılığınız sıcacık kavuşmalarla son bulsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.11.2011







15 Kasım 2011 Salı

SEVGİ ŞART!


Son zamanlarda gördüğü vahşice eziyetlerden ve acımasız dayak darbelerinden ölen pek çok kadının dramına şahit oluyoruz. Aralarından kaçmayı başaranlar çıksa bile, bir süre sonra onlar da gözü dönmüş kocalarının bıçak darbelerinden ya da narin bedenlerine ardı ardına boşalttığı mermilerden nasiplerini alıyor. Kimisi hayatının baharında, kimisi olgunluğunun henüz dem tutmuş yaşlarında…

Pek çok kadın, kadınlarımız…

Her birinde içimiz bir başka yanıyor, kalbimiz bir başka sıkışıyor. Ama gelin görün ki bir yerlerde bir yanlışlık olduğu için olsa gerek bu şiddet, bu taciz bitmiyor, bitemiyor. Aksine artıyor.


Erkeklerdeki bu şiddeti, bu öfkeyi, bu kızgınlığı, bu mal gibi sahiplenmeyi anlamak mümkün değil. Tek taraflı değildir diye bakmaya çalışsak bile; erkekleri haklı gösterecek tek bir neden bulmak  o kadar zor ki.

Nasıl bu hale geliyorlar? Ne oluyor da yine bir kadının elinde yoğrulup şekil aldıktan sonra; annelerinin, kardeşlerinin hemcinslerine, kendi kadınlarına hayatı çekilmez hale getiriyorlar? Onların yaşam haklarını ellerinden alıyorlar.

Aslında her şey küçük yaşlarda aile içi eğitimle başlıyor. Ama bunun için birbirini öncelikle sayan ve seven; sevginin gücüne inanan, topluma hayırlı birer evlat yetiştirmek için her türlü donanıma sahip olduklarına inanan bir anne ile baba gerekiyor.

Çünkü her zaman belirtmeye çalıştığımız gibi anne olmak, baba olmak; bir evlat yetiştirmek dünyanın en zor mesleği. Sonsuz bir sevgi, bitmeyen bir sabır, bolca anlayış gerektiriyor. Emek harcamanız, o emeği harcarken de tüm imkanlarınızı kullanmanız, hatta maddi manevi tüm şartlarınızı zorlamanız şart. Ama siz sevgiden, anlayıştan uzak yetiştiyseniz, aile içinde şiddet gördüyseniz; çocuğunuz da maalesef aynı kaderi yaşıyor bir şekilde. İstemeseniz de gün geliyor bir ayna olarak kendi ailenizdekileri alıp çocuklarınıza yansıtıyorsunuz. Kabahat sizde mi? Değil elbette.  Ama bu bir kısır döngü gibi devam edip gidiyor, taa ki zincirin halkalarını siz ya da bir başkası kırana değin.

İşte bu nedenle bir çocuğu yetiştirmenin ne kadar önemli bir olgu olduğunu anlayana ve kendimizi bu ağır sorumluğu almaya hazır hissedene kadar çocuk yapmamamız gerekiyor. Öyle değil mi? Çünkü iş sadece doğurmakla bitmiyor. Kendi canımızdan, kendi kanımızdan evladımıza öncelikle sevgiyle yaklaşmamız, onu sevgiye doyurmamız lazım. Ağzımızdan yanlışlıkla dahi olsa tek bir kötü söz çıkmamalı. Evladımızı aşağılayacak, kötüleyecek, onurunu kıracak tek bir söz dahi etmemeliyiz. Hele hele toplum önündeyken. Çünkü yaşları kaç olursa olsun anlamaz dediğimiz çocuklarımız her şeyi öyle iyi anlıyor ve hafızalarında bir yerlerde öyle iyi saklıyorlar ki… gün gelip yetişkin birer birey olduklarında bunlar yavaş yavaş gün ışığına çıkıyor. Güvensiz, sevgiye aç, ilişkilerinde korkak kişiler olarak topluma karışıyorlar. İçlerinde kin, nefret, öfke gibi tehlikeli duygular filiz vermeye hazır halde olduğundan; en ufak olaylarda kırıcı yanlarını sergiliyor ve korkaklıklarını, cesaretsizliklerini şiddetle, kavgayla, itip kakmayla bastırmaya çalışıyorlar. İşte söz etiğimiz kısır döngünün başlangıcı bu çocuk yaşlarda başlıyor ve yıllar içinde artarak sürüp gidiyor.

Geçen hafta kızımın bizzat şahit olduğu ve etkilendiği küçücük bir anekdottan yola çıkarak; ne zamandır içimi kemiren bu önemli konuyu yeniden ele almak istedim. Arkadaşları ile self servis yapılan bir yerde yemek sırasında beklerken şahit olmuş kızım söz konusu olaya. Hemen önlerinde bir anne ile küçük kızın konuşmaları; daha doğrusu annenin bir volkan misali patlayan öfkesi kızımı adeta dehşete düşürmüş.

Konuya sebep olan küçük kız çocuğu haliyle biraz yaramazmış anlaşılan, sıra boyunca annesinden tatlı istemiş durmuş. Belli ki tatlıyı çok seviyormuş. Bir iki kez diretince de annesi ‘’senin ağzına öyle bir çarparım ki! Yeter sus artık’’ diyerek adeta kükremiş herkesin içinde.

Gerek kendi ailemizde, gerekse yakın çevremizde böylesi bir azarı hiç duymayan kızım fena halde üzülmüş. Bir annenin çocuğuna böyle sözler söylemesinin ne kadar kötü olduğunu söylediğinde ona hak vermemem ve etkilenmemem elde değildi.

Bu arada herkesin içinde azarlanan çocuk susmuş mu? Hayır. Annesinin siniri geçmiş mi? Hayır. Anne kız yedikleri yemekten keyif almışlar mı? Hayır. Sonuç; aşağılanan ve kalbi kırılan çocuğun iyice huysuzlaşan, kırgınlaşan duyguları. Ve bilinçaltında bir yerlerde ekilen bir öfke tohumu.

Bu  aktardığım çok basit bir örnek belki. ‘’Adam sende, ne var bunda? Annesidir sever de döver de.’’ diyenleri duyar gibiyim. Ama ben bunlara katılmıyorum. Çünkü azarın, tokadın, itip kakmanın, dayağın bir eğitim şekli olmadığını savunanlardanım.

Bir çocuğu ancak sevgi ile yoğurur, kişiliğine saygı göstererek doğru yolda ilerlemesini sağlayabiliriz. Kızgınlıklarımızı, öfkemizi kendi içimizde eritmemiz çocuklarımıza güven dolu, sıcacık bir sevgi sunmalıyız. Bu hayat şartlarında, bu zor yokuşlarda hiç kolay olmadığını biliyorum elbette, ama karşımızda bizin bir parçamız var. Anne ve baba olarak onu sevgiye doyurmamız gerekli.

İçinde oluşabilecek öfke tohumlarının filizlenmemesi, kırgınlıklarının acısını başkalarından çıkarmaması; hayatı sevmesi, insanları seven vicdanlı bir birey olması için SEVGİ ŞART!

Yoksa ne bu dayakların, ne sokak ortasında bıçaklanmaların, ne de her bir haberi duyduğumuzda yüreklerimizde oluşan yangınların ardı arkası kesilmeyecek.

Tokat, azar, aşağılama, itip kakma, dayak, eziyet hepsinin hakkından gelebilecek tek bir şey var, o da SEVGİ. Ünlü komedyen Cem Yılmaz’ın dediği gibi ‘’Eğitim şart!’’ evet ama, önce SEVGİ ŞART diyorum ben de. Unutmayalım ve her an içimizde yaşatalım lütfen.

İşte bu yüzden yine ve yeniden sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.10.2011

10 Kasım 2011 Perşembe

PERA PALAS’IN GELMİŞ GEÇMİŞ EN DEĞERLİ KONUĞU ! ATAMIZIN ANISINA SAYGIYLA…

İstanbul’un en eski ve mimarisi ile en görkemli otellerinden bir tanesi Pera Palas Oteli. Yeri İstanbul’un Avrupa yakasında Tepebaşı- Beyoğlu’nda.

O zamanın zorlu şartlarında adeta bir İLK’ler oteli olmuş.

Osmanlı sarayları dışında elektriğin verildiği, kentin karanlığını aydınlatan ilk ve tek binaymış.

Yine ilk elektrikli asansör ilk burada hizmet vermiş müşterilerine. İngiliz yazar Daniel Farson’un tabiriyle reverans yapan bir kadın gibi yükseliyor hala otelin içinde.

Ayrıca ilk sıcak suyu kullanan otel olma özelliğine de sahipmiş.

İstanbul’un ilk moda defilesi yine bu otelde yapılmış.

Vakti zamanında pek çok baloya, pek çok toplantıya da ev sahipliği yapmış. Türk ve dünya edebiyatından ve tarihinden pek çok ünlüyü ağırlamış. Siyasetçiler, sanatçılar, yazarlar, krallar, kraliçeler,…

Ama hepsinden önemli olan bir başka özelliği var ki, sadece bu özelliği ile Türk milleti olarak bizi kendisine bağlıyor.

Otelin birinci katındaki bir odadan söz ediyorum.

Kapı numarası 101.

Anıları buram buram tüten; bizi kendisine çeken çok özel bir yer burası.

ATAMIZIN hatıralarıyla dopdolu bir mekan.

Daha görürü görmez içinizi sımsıcak yapıyor, gözleriniz hafiften nemleniyor.

Bu güzel odayı günün belirli saatlerinde gezebilir, konuk defterine duygularınızı yazabilir, hatta Atamızla birebir dertleşebilirsiniz.

İlk kez 1917 yılında konakladığı bu otele daha sonraki yıllarda sıklıkla gelmiş Atamız. Yatak odasının hemen yanındaki mini salon ise arkadaşlarıyla hararetli tartışmalar yaptığı, kararlar aldığı bir mini mekan olma özelliğini korumuş.

Gerek yatak odasında gerekse bu mini salonda Atatürk’e ait özel eşyalarda sergileniyor. Okuma gözlükleri, çok sevdiği kahve fincanı, çay fincanı, kişisel kullanım eşyaları, zarifliğinin simgesi takım elbiseleri, şapkaları, ve diğer giysileri gibi.

Ama tüm bunların yanında özel bir ipek halı var ki işte onun gizemli öyküsü anlatılmaya, yazılmaya, dilden dile aktarılmaya değer bence.

Bu halı 1929 yılında bir Hint Mihracesi tarafından hediye edilmiş. Tüm halıların tersine renkli değil, sadece siyah beyaz renklerle dokunmuş. Ve üzerinde bir saat motifi var ki tam 09.07’yi gösteriyor. Atamızın ölüm saati olarak bildiğimiz saatin tam iki dakika sonrasını. Yani aslında beyin ölümünün gerçekleştiği  saati betimliyor. Sırlar ve ilginçlikler bununla da bitmiyor. Halı üzerinde yer alan kasımpatı çiçeklerinin sayısı tam on adet ve kasımpatı hepimizin bildiği gibi  Kasım ayını simgeleyen bir çiçek. İşte Atamızın henüz ölümüne 9 yıl varken ve ölümüne dair hiçbir şey bilinmiyorken hediye edilen halı ve onun esrarengiz sırrı Atamızın bu güzel odasında sergileniyor  artık.

Yolu İstanbul’a düşenlerin gidip göreceği, Atamızın nefes aldığı bu özel yerde bulunmanın derin hazzıyla mutlu mesut ayrılacağı çok özel bir yer. İlk fırsatta ziyaret edin diyorum ben, inanın pişman olmayacaksınız.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.09.20011

1 Kasım 2011 Salı

YÜREĞİMİZDE AÇAN ÇİÇEK


Sevgi yürek işidir. İçten gelen sese kulak vermek; gönül gözüyle görmek ve koşulsuz şartsız sevmek…

Paylaşmak, elindekini avucundakini bölüşmek…

Acı çekenin sızılarını dindirmek, bakışlarında bir pırıltı, bir ışık, bir umut olmak…

İşte bizim milletimiz bunu başaracak kadar yüce gönüllü.  Heyecanını, acısını, üzüntüsünü paylaşmasını, bunu yaparken de sevgiyle el uzatmasını çok iyi biliyor. Merhamet dolu yüreğinin kapılarını sonuna kadar açıyor. Şartlarını sonuna kadar zorluyor. Zenginiyle, fakiriyle, sanatçısıyla, halkıyla, genciyle, yaşlısıyla, çocuğuyla  kocaman tek bir yürek olup milletine sahip çıkıyor.

Çünkü bizler altın gibi bir kalbe ve sevgi dolu bir yüreğe sahibiz. Ne kadar öfkelensek, birbirimize ne kadar kırgın olsak ve ne kadar bağırıp çağırsak da yüreğimizde öyle değerli bir hazine taşıyoruz ki; aslında bizler bile çoğu zaman farkında olamıyoruz. 


Dünyanın hiçbir ulusunda böylesi duygu yüklü, merhametli, paylaşımcı, fedakar insanlar kolay kolay bir araya gelip yeri göğü inletmemişlerdir. Ülke sevgimiz, milli beraberliğimiz öylesine güçlü ki, ne kadar sarsılırsak o kadar kenetleniyoruz birbirimize. Ne mutlu bize ki tarih bunun güzel örnekleriyle dolu.

Her şey görünürde normal giderken tabiri yerindeyse süt limanken; zaman zaman birbirimizi sevmediğimizi haykırıyor, canlarımızı yakacak kadar öfkemize yenik düşüyoruz bu doğru. Ama öyle bir şey oluyor ki, bir anda ortak sevgimiz ve merhamet duygumuz her şeyi değiştiriyor, tıpkı tılsımlı bir melek dokunmuşcasına.

Sadece kendi ülkemiz için değil, yeri geldiğinde dünya üzerinde yaşayan diğer insanlar için de yüreğimiz titriyor bizim. Üstelik çok güçlü olduklarını ilan ettikleri halde el uzatmaktan çekinen pek çok devlete inat; bizler ülkece onlar için çırpınıyor, dualarımıza onları da ekliyoruz.

Ama kendi ülkemiz, kendi milletimiz söz konusu olduğunda akan sular duruyor aniden. Ve hepimiz tek bir yürek oluyoruz. Üzerimize sinen tüm kırgınlıkları, öfke ve kızgınlığımızı bir kenara koyuyor ve sevgiyle ellerimizi uzatıyoruz.

Nerede bir deprem, nerede bir sarsıntı, nerede bir yangın, bir afet olsa biz oradayız. Bedenimizle olamasak bile kalbimizle, aklımızla, sağduyumuzla ve en içten merhametimizle onlarla beraber ağlıyor, onlarla beraber seviniyoruz. Çünkü bizler  Atalarımızın torunlarıyız. Onlar gibi her daim cesur, her zaman güçlü; ama hepsinden önemlisi sevgi ve merhamet dolu.

Ne yazık ki birlik ve beraberliğimizi hatırlamamız için biraz sarsılmamız; güzel topraklarımızın bir yerlerinde, bir köşesinde kayıplar vermemiz, gözyaşlarımızın sel olup akması gerekiyor. İşte o zaman en uzak mesafelerde dahi olsak hiç fark etmiyor. Kanatlanıp uçasımız; dertli anneleri, babaları, çocukları sımsıkı sarıp sarmalayısımız geliyor. En içten dualarımızla ve elimizden gelen her ne varsa yapabileceklerimizin azamisini yaparak bir bütün oluyoruz. Hep bir elden bir şeyler yapmaya, acılara merhem olmaya çalışıyoruz.

Çünkü biz birbirimizi çok seviyoruz. Ne kadar inkar etsek de, ne kadar belli etmemeye çalışsak da bizim için ülkemizin her bir köşesi aynı. Doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyiyle, sahiliyle, ovasıyla, dağıyla, nehriyle, deniziyle, gölüyle, ormanıyla, bozkırıyla her bir karış toprağı çok kıymetli. O topraklar üzerinde yaşayan her Türk vatandaşı da aynı değerde.

Bizim milletimiz sevgi dolu, merhamet dolu, aşk dolu kocaman bir yürek. Yeri geldiğinde tüm dünyaya kafa tutacak kadar gözü pek, yeri geldiğinde dünyanın en uzak köşesindeki bir bebek için ağlayacak kadar hassas. Başkaları açken kendisinin tok olmasından utanan; başkaları üşürken kendisinin ısınmasından rahatsız.

Bencilliğimiz, insani dürtülerimiz, çekişmelerimiz, birbirimizi yemelerimiz, kalp kırmalarımız, can yakmalarımız tek bir kötü olayda unutuluyorsa; o anda TEK BİR YÜREK olup ellerimizi birbirimize kenetliyorsak bu dünya bizden korksun. Çünkü biz o Ataların evlatları, bu güzel vatanın merhamet dolu insanlarıyız.

Sevgimiz, elele, omuz omuza birbirimize kenetlenişimiz bunun en güzel kanıtı. Sadece sesimizin ne kadar güçlü olduğunu anlamak adına kötü olayları, afetleri, depremleri, büyük kayıpları beklemeyelim yeter!

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.10.2011









30 Ekim 2011 Pazar

CADDE’DE GELENEKSEL CUMHURİYET YÜRÜYÜŞÜ

Tarih: 29 Ekim 2011

Saat: 19:00

Yer: İstanbul – Bağdat Caddesi Suadiye Işıklar

Cumhuriyet’imizin kuruluşunun 88. yılı nedeniyle yapılacak olan törenlerin iptal edilmesine karşın, hepimiz bir araya geldik; TEK YÜREK olmak için. Kızımla beraber her sene geleneksel hale getirdiğimiz Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında yine Bağdat Caddesi’ndeyiz. Sol göğsümüze iliştirdiğimiz ay yıldızlı rozetlerimiz, saçlarımıza taktığımız kırmızı beyaz aksesuarlarımız, elimize aldığımız ay yıldızlı bayrağımız ve elbette güzel Atamızın resmi ile coşkunun, heyecanın tam ortasındayız.

Diğer senelere oranla çok daha büyük bir katılımla her yer dopdolu. Bağdat Caddesi, Bağdat Caddesi olalı böylesi büyük bir kalabalığı, böylesi tek yürek olmuş insanları bir arada görmedi.

Cumhuriyet’imize ve geleceğimize sahip çıkmak adına oradayız…

Her yer kırmızı beyaz…

Herkes heyecanlı, herkes coşkulu…

Gencinden yaşlısına, emeklisinden çalışanına, çocuğundan bebeğine, sanatçısından sanatseverine kadar herkes el ele, omuz omuza, yürek yüreğe. Tek bir kaldırım taşı, tek bir boş mekan, adım atacak tek bir yer bile yok.

En güzel marşlar dilimizde, yürüyoruz geleceğimize…

Tüylerimiz diken diken oluyor, bu güzel coşkunun bir parçası olmanın gururu ile ışıldayan gözlerimiz arada sırada nemleniyor. Ama içimizdeki heyecan, Atalarımıza, şehitlerimize duyduğumuz minnet hiç bitmiyor.

Bir çocuğa verilecek en büyük armağan vatan ve millet sevgisidir. Ki bu sevgi kitaplardan okuyarak öğrenilmez. Cumhuriyet aşığı bir Türk kadını olarak, Cumhuriyet aşığı kızımla el ele olmanın gururu kelimelerle anlatılmaz. Ve biliyorum ki o da kendi çocuklarına aynı coşkuyu aşılayacak.

Genelde arabalarda olsun, yaya trafiğinde olsun önceliği hep kendinde gören, birazcık bencilliği kendisine hak sayan Bağdat Caddesi; bu bayram gecesinde mütevaziliğin yumuşaklığıyla el uzattı yanındakine. Milletine, vatanına, Cumhuriyet’ine sahip çıkmanın güzelliğiyle gülümsedi önündekine, ardındakine. Yeri geldi sırasını verdi, yeri geldi bebek arabasını kucakladığı gibi kaldırdı, yeri geldi elindeki pankartı bayrağı paylaştı severek, isteyerek.

Bir süre önce topluca kaybettiğimiz şehitlerimizin adlarını tek tek andık; dövizlerini gururla taşıdık. Van depreminde kaybettiklerimizi de unutmadık. Binlerce kişi 1 dakikalık saygı duruşundayken, sessizliğin nasıl bir erdem olduğunu adeta haykırdık.

İstiklal marşımızı okurken yeri göğü inlettik. İlk mısrasında “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” derken al sancaklarımızı başımızın üstüne hiç durmadan salladık. Ağrıyan kollarımıza, şişen boğazlarımıza, kesilen sesimize aldırmadan tek yürek olmanın coşkusunu damla damla içimize akıttık.

Darısı diğer senelere olsun dileklerimizle ayrılırken, yüzlerimizde tatlı bir tebessüm vardı; yorgun ama bir o kadar da gururluyduk.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

30.10.2011

29 Ekim 2011 Cumartesi

BUGÜN DOĞDUN CANIM ÜLKEM...İYİ Kİ DOĞDUN!



Bugün 29 Ekim 2011... Cumhuriyetimizin kuruluşunun seksen sekizinci yılı bugün!
Canım ülkemin doğum günü!
Nice seksen sekiz yıllar olsun; hep elele, hep omuz omuza, hep yürek yüreğe!


Bugün en güzel bayram, çünkü bugün tüm dünyanın önünde saygıyla eğildiği tek liderin, sevgili Atam'ızın
bizlere emanet ettiği cennet ülkemizin doğum günü!


Kutlu olsun, mutlu olsun HEPİMİZE!


Bize bu güzelliği yaşatan, bugünlerimizi rahatça yaşamamıza vesile olan tüm büyüklerimize, başta ATATÜRK'ümüz olmak üzere tüm şehitlerimize gönül dolusu teşekkürler ediyoruz. Mekanları cennet olsun, yattıkları her yer nurlarla dolsun.


CUMHURİYET BAYRAMIMIZ hepimize KUTLU OLSUN...


Sevgiyle kal canım ülkem.
Belgin ERYAVUZ


29.10.2011

15 Ekim 2011 Cumartesi

KÖPRÜLER YIKILIRKEN...


İki kişinin yaşadığı bir ilişkide yeterince cesur olamamak... 

Sevdiğinin gözlerinin içine bakarak gerçekleri söyleyememek…

Onun yerine mektuplara baş vurmak…

Kırık dökük kelimelerden medet ummak.

Bu bir sevda haykırışı da olsa, bir ayrılık senfonisi de olsa fark etmiyor.

Evet kelimeler sihirlidir, evet sözcüklerle kendini ifade etmek bir sanattır. Ve bazı insanlar konuşarak değil, yazarak kendilerini çok daha iyi anlatabildiklerine inanırlar. Hepsini kabul ediyorum ve yazmayı, kelimelerle dans etmeyi çok seven birisi olarak hepsine inanıyorum.

Ama özellikle ayrılık bildirimlerinde bu yolun tercih edilmesini kabul etmiyorum, edemiyorum. Çünkü bunu sevginin engin denizinde beraber kulaç atan insanlara yapılacak bir haksızlık olarak görüyorum.

Genelde köprüleri yıkma kararı verince sığınır insanlar kaleme kağıda. O zamana değin iki satır yazmışlıkları olmasa da; ayrılığın o gök gürleten, yeri göğü inleten sızılarını yazılara hapsetmek isterler. Sanki yazılara aktarıldığında gerçeklerin o kor gibi yakıcılığı azalacakmış gibi. Sanki yazılanları okumak daha az can acıtacakmış gibi. Aslında sevdiklerinin o an ki tepkilerini görmeye cesaretleri yoktur. Ve belli ki nadide bir vazo misali yere düşüp paramparça olan kalbin o naif sesini duymaktan korkarlar.

Oysa ki severken gururla taşıdığınız koskocaman bir yüreğiniz ve sevme cesaretiniz vardı. O halde verdiğiniz ayrılık kararında da  aynı cesareti, hatta daha fazlasını göstermeniz gerekir diye düşünüyorum. Unutmayın ki bir mektubun sayfaları arasına sıkıştırdığınız kırık dökük cümleleriniz aslında daha da yıkıcı olacak, okundukça kanayan yerler sızım sızım sızlayacak. İşte bu nedenle tüm cesaretinizi toplayın. Ardından  alın bir zamanlar deli divane olduğunuz kişiyi karşınıza ve gözlerinin içine bakarak ayrılık kararınızı söyleyin. Yepyeni bir denize yelken açarken geride bıraktığınız kırgın kalbin tepkilerine ise hazırlıklı olun. Belki sonradan patlak verecek bir kıyametin sessizliği içine hapsolmuş, yaralı bir kalple karşı karşıyasınız; belki o anda tozu dumana katacak bir afetin orta yerinde; belki de özür dilemenin hiç olmadığı kadar çaresiz kaldığı bir  araftasınız.

Tamam, çok zor bir karardı hayatınızdaki köprüleri yıkmak. O yıkımdan sağ çıkıp hayallerinize bir an önce kavuşma istediğiniz artık sizi esir almış, geri dönüşünüz de yok. Elbette hayat sizin hayatınız, hayallerde size ait. Hepsine evet ama; yıkılan o köprülerin altında kalan başkaları da var. Ve onların da bir hayatı, geleceği, belki dile getiremediği hayalleri… Üstelik siz çoktan köprünüzü  yıkıp karşıya sağ salim geçtiniz ama; o köprünün yıkıntıları arasında ezilmiş, sıkışmış bir kişiyi bıraktınız. O kişi ki… bir zamanlar onun için dağları delerdiniz, ama olsun. Bundan sonra ne geriye dönüp köprüyü yeniden yapabilirsiniz, ne de tuzla buz olmuş kalbi yapıştırıp eski haline döndürebilirsiniz.O izleri silmek hiçbir zaman mümkün olmayacak artık.
İşte tüm bunları yaşacaksınız ha bir fazla ha bir eksikliğiyle. Bunları baştan bilmekte fayda var.

Şimdi içiniz rahatsa hala, arkanıza bile bakmadan hayallerinize koşma vaktidir. ‘’Acaba ne yaptı, nasıl karşıladı, çok mu ağladı, acaba beni affedebilecek mi, bana hak verecek mi… ‘’ sorularına anında yanıtınızı aldınız nasılsa. Ama yine de şu son  soruyu sormadan edemeyeceğim. Gerçekten içiniz rahat mı?

Bu yazımın her zamankilerden biraz farklı, biraz daha sert olduğunun farkındayım. Bir hakim torunu olarak haksızlıklar karşısında sessiz kalmak istemediğim için belki de, bilemiyorum. Ama sizleri üzmek, yaralarınızı deşmek, kabuk bağlayan yerlerinizi yeniden kanatmak değildi isteğim. Sadece birlikte çıkılan yolların tek taraflı olarak bırakılması ve o anda arkaya bile bakılmadan kaçılması haksızlık gibi geliyor bana. Hepsi o kadar…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

09.09.2011




13 Ekim 2011 Perşembe

ÇOCUK OLMAK VARMIŞ...


Klasik bir İstanbul havası hakim etrafta. Kalabalık, trafik, yol çilesi de cabası… Kadını, erkeği, yaşlısı, genci, çocuğu, bebesi herkes yollarda. Kimisi iş için çıkıyor yollara, kimisi okul, kimisi gezmek için. Ama her zaman hatırı sayılı bir kalabalık var İstanbul’da. Günlerin, saatlerin, hafta içi ya da hafta sonu olmasının hiçbir önemi yok sanki bu şehirde. Kalabalık, her zaman, her yerde kalabalık.

İşte yine öylesi hareketli günlerden birinde rastladık şeker mi şeker bir kız çocuğuna. 
Kızımla karşı yakadaki randevumuza yetişme telaşımızın arasında renkli bir çiçek gibi açtı aniden. Metrobüsteyiz. İstanbul’da Anadolu yakasından Avrupa yakasına doğru geçmekteyiz. Karşıya geçmek için metrobüsü tercih edenler bilirler; şoför koltuğunun hemen arkasındaki yolcu koltuğundan sonra  dar bir yükseklik vardır, teker üstü. İşte sözünü ettiğim kız çocuğunu oraya oturttu annesi. Kısa dağınık saçları, pembe elbisesi, beyaz çorapları ve yine beyaz sandaletleri ile tam karşımızda. Önce biraz yadırgadı yerini, ama kısa sürdü alışması. Hepimizdeki telaşa inat o son derece sakin. Dünya umurunda değil.  Pembe elbisesinin üzerinde böldüğü kocaman bir simiti yiyor iştahla. Etrafa döküp saçmadan. Son derece  kibar ve düzenli hareketleri. Annesinin gözü ise her an üzerinde.

Ön dişleri ile değil de arka dişlerinden güç alıyor simiti ısırırken. Kopardığı minicik lokmaları iştahla çiğniyor; ardından kucağına koyduğu diğer parçayı düzeltip elindekinden bir ısırık daha alıyor. Öyle sevimli ki… Kocaman iri gözleri var. Ayaklarını sürekli sallıyor ve arada bacaklarımıza değiyor ama ne o, ne de biz bu durumu hiç önemsemiyoruz. Bizim tebessüm dolu bakışlarımıza arada sırada kaçamak bakışlar atıyor ama, belli ki aklı fikri simitinde.

Bir süre sonra susadı ve annesinden su istedi. O kalabalıkta ve düşmemek için birbirimizden güç aldığımız o esnada, annesi anneliğini gösterdi. Çantasını usulca açtı, naylon torbaya koyduğu suyu çıkardı, şişenin ağzını açarak kızına uzattı. O sırada metrobüs sallanıyormuş, viraj alıyormuş kimin umurunda. Annesi bir cambaz edasıyla orta yerde hiç tutunmadan ve sallanmadan duruyor. Sabırla kızının suyunu içmesini bekliyor. Sonra aynı hamaratlıkla şişeyi alıp kapağını kapadı, naylona sarıp çantasına usulca yerleştirdi. Annelik işte…

Bu arada tam boğaz köprüsünden geçiyorduk ki annesi kızına seslendi; “Bak denizi gördün mü kocaman?”. Bizim sevimli kızımız şöyle bir arkasına döndü denize baktı, evet der gibi başını salladı. Sonra yeniden iştahla simidini yemeye devam etti. O anda sadece simitine konsantre olmuştu o kadar.

Belki bir yerleri gezmeye ya da bir akrabalarını ziyarete gidiyorlardı. Ama o küçük sevimli kız için trafikmiş, boğaz köprüsüymüş, denizmiş hepsi bir yana kucağındaki simit bir yanaydı. Annesi yanındaydı ve karnı doyuyordu ya, daha ne isterdi?

Çocuk yaşlarımızda hep bir an önce büyüme telaşımız vardır. Ama büyüyünce de insanın içinden yeniden çocukluk yıllarına geri dönme isteği oluşur nedense. Çocuk olup minicik şeylerle sevinmenin; dünyayı umursamadan o anın keyfini çıkarmanın hayattaki en basit ama en güzel şeylerden birisi olduğunu çoktan unuttuğumuz için olsa gerek.

Hepimize içimizdeki çocuk yanımızın sesini duymaya ve onu daha çok yaşatmaya çağırıyorum desem ne dersiniz? Haydi durup düşünme zamanı değil bu, içinizdeki çocuk sizden sadece tek bir hareket bekliyor. Bir an için bırakalım telaşı, koşturmaları, yetişecek işleri. Ve bir simiti yemenin, bir bardak sıcacık çayı içmenin, bir avuç çekirdeği paylaşmanın keyfine varalım. Bu kısacık anların hayatımızı daha yaşanabilir hale getirdiğini unutmadan ve ertelemeden.

Şansın bol olsun küçük kız. Çocukluğunu hiç unutma ve hep içinde bir yerlerde yaşat.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.10.2011

9 Ekim 2011 Pazar

ELLERİN ELLERİME...


El ele tutuşmak…

Hangi yaşta olursanız olun karşıdan bakıldığında çok hoş bir tat bırakıyor insanın bakışlarında. 

Çocuğunun elini tutan bir anne ya da baba, torunun minicik ellerini sıkı sıkı kavrayan bir büyükanne ya da büyükbaba, sevgilisinin parmaklarını aşk dolu kalbinin ateşiyle yakıp kavuran sevdalılar ya da yüzlerinde yılların çizgisini, yaşanmışlıkların tatlı izlerini barındıran, ama ellerini birbirlerinden hiç ayırmayan ve destek olan yaşlı çiftler…

Her birindeki el ele tutuşmalar farklı tınılar taşısa da, hepsinde sevginin o pırıl pırıl ışığı yansıyor. Güven duygusunun baskın tadı bir daha silinmemek üzere damaklara yerleşiyor.

Ben el ele tutuşmayı çok severim ve yaşları kaç olursa olsun herkese yakıştırırım. Sevgi koktuğunu, kalpten kalbe sevgiyi akıttığını bilirim. Ama öyle laf olsun diye el tutmalar değil benim söz ettiklerim. Tutun mu sımsıkı tutacaksın sevdiğinin ya da çocuğunun elini. Tutacaksın ki sevgini hissetsin elini tuttuğun kişi. Kalbindeki o yoğunluğu ellerinden alıp kendi kalbine taşısın. Güven duysun. Yalnız olmadığını hatırlasın.

Aşıksan sevişir gibi tutacaksın maşuğunun elini; anne ya da babaysan her türlü zorluklardan ve kötülüklerden korumak ister gibi. Yaşının son demlerini yaşıyorsan hiç terk etmeyecek garantisini verir gibi tutacaksın, yılların eskitemediği eşinin elini.

İnsanların sevgiyi aktarma biçimleri vardır. Kimi konuşarak, kimi yazarak, kimi karşısındakine dokunarak daha rahat belli eder duygularını. İşte bu dokunmalarda el ele tutuşmanın tadı bambaşkadır.

Sohbet ettiğiniz, dostluğunuza bir kahvenin kırk yıllık hatırını bindirdiğiniz arkadaşınızın masa üzerinde duran elini sıkıca tutmak; o anki sohbeti nasıl da sevgiyle hareler, öyle değil mi? Bu bir artıdır, onu anladığınızı, onu sevdiğinizi ve hep yanında olacağınızı belirten;  adeta konuşmalarınızı mühürleyen andır. Çünkü insanlar  elleriyle güç bulurlar birbirlerinden.

Çok heyecanlı anlarda, çok sıkıntılı zamanlarda yanınızda elinizi kavrayacak bir elin olması, başınızı yaslayacak bir omuzun yanında nasıl da güzellik katar yaşamınıza. Sanki elinizi tutan dostunuzla derdinizi, sıkıntınızı bölüşür gibi. Daha bir hafiflemez mi insan, kendisini çok daha iyi hissetmez mi?

Gece karanlıkta uyumaktan korkan çocuğunuzun elini sımsıkı kavrayın hele, bakın nasıl güzel kapatacak gözlerini rüyalara alemine. Bilecek ki annesi ya da babası yanında, eli elinde, sevgisi yüreğinde açan mis kokulu bir çiçek gibi. Ya da gözyaşları sicim gibi akan, içini çeke çeke ağlayan çocuğunuzun ellerini tutun hemen o anda. Sıcacık duygularınızla kalbine ‘’yalnız değilsin, ben yanındayım’’ sinyalleri vermenin en güzel yolu değil mi bu sizce de?

Kuru kuruya ‘’seni özledim’’ demek yerine, gözlerinizi gözlerine dikerek, ellerinizle ellerini sıkıca kavrayarak ‘’seni özledim’’ demek çok daha etkili olmaz mı sevdalı yüreklerde?

Hangimiz gençlik yıllarımızdaki ilk aşkımızla elele tutuştuğumuz o sevdalı günleri unutabiliriz ki? Hatırladıkça içimizi titreten o ilk deneyimlerin izi bugün gibi aklımızda değil mi?

Yürürken el ele olmak, iki bedende bir can olmaktır bence. O sıcak temasın sevgimizi taçlandırmasına izin vermek, kalpten kalbe sevgiyi aktarıp çoğaltmak varken; ellerimiz boş durmasın. Hele ki karşımızda sıkıca tutacağımız bir el, sevgi dolu bir yürek varsa…


Yazımı güzel bir Duman şarkısıyla bitirelim mi?


''Elleri ellerime
  Gözleri gözlerime
  Saçları saçlarıma
  Karışan bir sen olsan.''

Sevgiyle kalın, ellerinizi birbirinizden hiç ayırmayın.
Belgin ERYAVUZ

02.10.2011
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...