31 Mart 2013 Pazar

GRİ TONLU BİR DÜNYADAN RENKLERE…


Renklerin enerjisi, büyüsü ve hayatımıza kattıkları hepimiz için tartışılmaz boyutlarda. Özellikle son yıllarda renklerle hayata daha farklı yaklaşmanın yollarını aralayan pek çok yazıyla karşılaşıyoruz hepimiz. Renkleri seviyoruz, onlardan güç alıyoruz, tebessüm ediyoruz belki de.

Pekiyi ya rengarenk bir dünyada; pembeden yeşile, maviden kırmızıya sayısız tondaki  rengi görmeden, her şeyi sadece gri görmek?

Bu bir hastalık ve ismi AKROMATOPSİ.

Yani TAM RENK KÖRLÜĞÜ.

Tıpkı TV’ nin ilk çıktığı yıllardaki siyah beyaz ekranlar gibi; hani renkli olsa nasıl olurdu denilen o dünya. Düşünsenize bu sadece bir TV ekranı değil. Hayatınız boyunca baktığınız her şeyi gri tonlarda görüyorsunuz. Pembe, mavi, yeşil, turuncu, mor, sarı nasıldır hiç bilmiyorsunuz.

İşte bu yazıma sebep olan da Kuzey İrlanda (1982) doğumlu Neil Harbisson isimli bir sanatçı. Doğuştan ‘akromatopsi’ yani renksizlik hastası. Hep gri tonlarda baktığı hayata ise şimdilerde daha farklı, renkli bakmanın keyfini yaşıyor. Yani RENKLERİ DİNLİYOR kendi deyimiyle. Renkleri dinlemek, onların senfonisiyle hayatı kucaklamak sanatçının yaşamını tamamıyle değiştirmiş.

Başına bağlı bir sensör (alıcı) yardımıyla renkler duyulabilir ses frekanslarına dönüştürülüyor ve bu sayede Neil renkleri dinlemek yoluyla görüyor. Adeta renklerden senfoniler sarmış bu yeni aletle dünyasını. Önceden renk nedir hiç bilmezken, gökyüzünü, çiçekleri gri zannederken artık her rengi biliyor. Ve şöyle ekliyor ‘’Hayat, renkleri duymaya başladığımdan beri çarpıcı bir şekilde değişti.’’

Bu anlamda üç bilgisayar uzmanının ortak girişimleri sonucunda ‘eyeborg’ denilen bir elektronik göz yapılıyor. Bu elektronik göz bir nevi renk sensörü; saptadığı tüm renk frekanslarını Neil’in kafasının arkasına yerleştirilen bir çipe yolluyor. Böylece Neil ‘de  renklerin sesini duyabiliyor. İlk başlarda renklerin notalarını ezberlemekte zorlansa da zaman içinde alışkanlık kazanıyor. Ezberlediği renk notaları ile her rengin ayırdına varıyor, keyfini çıkarıyor.

Şu anda ise öyle bir alışkanlık kazanmış durumdaki, artık notaları düşünmediğini çünkü algılarının tamamen hislere dönüştüğünü söylüyor. Ve artık renkli rüyalar gördüğünü, hatta kendisini yarı robot gibi hissettiğini de sözlerine ekliyor. Bir resim sergisine gittiğinde ise renk senfonisi dinlemenin keyfini dolu dolu yaşıyor, adeta görmediği zamanların acısını çıkarırcasına. Süpermarketlerde dolaşmayı bir gece kulübünde gezinmekle bir olduğunu, özellikle temizlik ürünlerinin bulunduğu raflar arasında gezinmeyi çok sevdiğini de belirtmeden geçemiyor.

Artık hayata daha farklı bakmaya başlayan Neil, eskiden sadece güzel giyinmeye çalışırken, renkleri duyduğundan beri kulağa hoş gelen tarzda giyiniyor. Ve bundan  büyük zevk alıyor. Yemeğe bakış şekli değiştiği için, tabağını düzenleyerek en sevdiği şarkıyı yemeye bayılıyor. Ve aynı zamanda yemekle beste yapmanın ayrıcalığını yaşıyor.

Güzelliği algılayış biçimi de değişmiş. Renkleri duyması sayesinde artık ses portreleri yaratıyor, konuşmaları renge çeviriyor. Çok ünlü sözleri bu yolla çevirerek sergiliyor ve insanları şaşırtmaya devam ediyor.

Sekiz yıldan bu yana kullandığı metot sayesinde, artık 360 rengi algılayabildiği bir noktaya ulaşmış. Ancak bununla yetinmeyip insan gözünün göremediği mor ötesi ve kızıl ötesi renkleri de ses skalasına ekleyerek, insan gözünün göremediği renkleri duymaya başlamış. Üstelik tüm bu gelişmeler ışığında bir vakıf kurarak; insanları, teknolojiyi vücutlarının bir parçasıymış gibi kullanarak duyularını genişletmeye yüreklendirmeye çalışıyor. Duyuları geliştirme sayesinde bilginin uçsuz bucaksız yollarında daha kolay yol alınabileceğini ve bunun da insanların hayatına heyecan katacağını savunan Neil; herkesi kendi bedenleri için uygulamalar üretmeye davet ediyor.

İşte başına gelen olumsuzluğu olumluya çeviren ve hayatına farklı anlamlar katan kocaman bir yürek Neil. Hayata küsmek yerine, hayata sımsıkı sarılmayı ve yaşamın keyfini çıkarmayı seçmiş. Kendini bu anlamda sürekli motive edip, bugün pek çok kişinin taktir ettiği bir sanatçı haline gelmiş.

Renklerin o büyülü dünyası içine doğan ve etrafı çepeçevre bu güzelliklerle sarılı bizlerin; farkında dahi olmadığı bir durum karşımızdaki. Hayata renkli bakabilmenin ne denli önemli olduğunun, her bir detayın aslında nasıl özenli bir güzellik taşıdığının farkında bile değiliz. Ama bunu hiç bilmeyen birisi içinse anlamı ne kadar da büyük. İşte bu nedenle ki, sahip olduğumuz her şeye şükretmek, FARKINDALIĞIMIZI artırmak ve detaylardaki güzelliklerle mutlu ANlar yaratmak asıl olan.

Dünyamız hep rengarenk olsun, ister görelim isterse seslerini işitelim. Önemli olan rengin varlığını hissetmek olsun.


Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.03.2013

23 Mart 2013 Cumartesi

SINIRLARIMIZ OLMADAN ÖZGÜRCE…

Motivasyon ve algıların değişimi ile ilgili harika bir videodan söz etmek istiyorum bu yazımda sizlere. İnsanın aslında sınırları olmadığını, isterse her şeyi başarabileceğini, o sınırları ancak kendisinin koyduğunu öyle güzel açıklıyor ki… İzler izlemez aklıma hemen kaleme alıp paylaşmak geldi, istedim ki sizler de benim gibi heyecan duyun ve sınırlarıNız olmadan, özgürce hayata balıklama dalmanın keyfini çıkarın.

Kocaman bir futbol sahasında geçiyor anlatacağım kısa öykü, aslında birebir hayatın içinden tam bir yaşam kesiti. Oyuncular spor öncesi antremandalar. Koçları başlarında, direktifler veriyor ve hep beraberce hayli zor bir hareketi deniyorlar. Her bir sporcu dizlerini yere hiç değdirmeden, ellerinden destek alarak; bir nevi emekleme hareketiyle yürümeye çabalıyor. Üstelik tek başlarına değil, sırtlarında birer arkadaşlarını taşıyarak. Denedikleri hareketin ismi ‘ölüm emeklemesi’. Gerek kol gerekse bacak kaslarını inanılmaz disipline ediyor ve sırtlarında arkadaşlarının ağırlığını da ekstradan taşıdıkları için sporcuları hayli zorluyor. Bu nedenle ancak belirli sayıya kadar yapabiliyorlar. Aslında kafalarında belirlenen bir sayı var ve o sayıyı gözlerinde öyle büyütüyorlar ki; farkında olmadan sınırlarını o dar çerçeve içine sıkıştırıyorlar.

Filmimizin ilk karesi, koçlarının direktifleri ile beraber topluca bu hareketi yapan sporcularla başlar. Ve koçlarının sürekli olarak ‘’haydi gösterin kendinizi, 9 metre daha, haydi gücünüzü artırın, dizleriniz yere değmesin, kalbinizi verin, pes etmeyin… ‘’ şeklindeki yüksek ses tonu ile devam eder. Sporcuları motive edip yönlendirmenin en güzel şeklidir belki de bu.

Ve sonunda daha önceden belirlenen mesafeye ulaşanlar, kan ter içinde hareketi sonlandırır ve sırtlarındaki arkadaşlarını da yere bırakırlar. Koç hepsini motivasyonlarından dolayı tebrik eder. Geriye koşan ve sahanın ortasında beraberce dinlenme molasına çekilen sporcular; bu arada birbirleriyle şakalaşmaya başlar. Tam bu esnada, içlerinden bir tanesi koça ‘karşılaşacakları takımın bu sene ne kadar güçlü olduğunu’ sorar. Bu soruya kızan koç ise  ‘Cuma gecesindeki karşılaşmayı kayıp hanesine ekledin galiba’ diye cevaplar. Sporcu genç ise altta kalmadığını göstermek istercesine ‘ onları yenebilecek olsak, böyle umutsuz olmazdım’ şeklinde bir karşılık verir. Tüm sakinliğini koruyan koç verdiği kararla bu umutsuz sporcuyu ve bir arkadaşını öne alır. Bunun üzerine sporcu genç ‘verdiğim bu cevaptan dolayı başım belada mı? ‘ diyerek koça meraklı bir bakış fırlatır. Koçun cevabı ise ‘henüz değil, yine ölüm emeklemesi hareketini yapacaksın, yine arkadaşını sırtında taşıyacaksın; ancak bu sefer elinden gelenin en iyisini yapacaksın’ şeklindedir.

Karşılıklı süregelen bu konuşmalar sırasında diğer sporcular aralarında gülüşmeye başlar. Bu durum sporcu gencin moralini bozmakla beraber ister istemez koçunu dinler. Grup halindeki denemelerinde sadece 20 adım gittikleri için ’30 adıma mı gitmemi istiyorsun? ‘ diye sormaktan da geri kalmaz. Koç ise ‘bence 50 ye gidebilirsin ‘diye yanıtlar. Sporcu genç ’50 adım mı? ‘ diyerek şaşkınlığını dile getirir ve ekler ‘sırtımda kimse olmazsa gidebilirim.’ Koç ise ‘hayır sırtında arkadaşın her zamanki gibi olacak, ama bana elinden geleni yapacağına söz ver ‘ diyerek sporcudan beklentisini dile getirir. Ve karşılığında güven dolu bir cevap alır.

Tam başlamak üzereyken, koç  bir şartı olduğunu söyleyerek eline aldığı eşarpla sporcu gencin gözlerini bağlar ve  ‘gözlerin bağlıyken yapacaksın ‘ diye ilave eder.
Sporcu genç ‘neden?’ diye sorduğun da ise koçun yanıtı ‘daha ileriye gidebilecekken bırakmanı istemiyorum’ olur.

Sonunda sporcu genç emekleme pozisyonunu alır; arkadaşı sırtına yerleşir ve iyice tutunmasının ardından yarış  başlar. Bu yarış aslında gencin kendisiyle olan yarışıdır ve kazanması halinde kendine olan güveni daha da artarken, sınırlarını nasıl zorlayabileceğini öğrenecektir.

Koç ’dizlerin yere değmesin, sadece eller ve ayaklar’ diye uyarırken; aynı zamanda gözleri kapalı yol aldığı için de ‘sağ, sol ‘ gibi yön ikazları yapar.

Bu arada arkadaşları geri planda heyecanla olacakları izlemektedirler ve aslında arkadaşlarının pes edeceği anı beklemektedirler içten içe.

Sporcu genç yavaş yavaş yorulmaya başlar, ama koçunun güçlü motivasyonunu hep yanı başında hisseder. Gözleri bağlı olduğu için aklındaki 20 sayısını geçip geçmediğinin farkında bile değildir. Üstelik soluk soluğa kalmıştır ama, devam eder. Çünkü koçu bir an olsun onu yalnız bırakmaz ve ’20 yi unut, elinden geleni yap, devam et; durma, daha fazlasını yapabilirsin, devam et, gücün tükenene kadar sakın durma işte bu! ‘ şeklindeki telkinlerine devam eder.

Sporcu genç son gücünü kullanmaktadır, oldukça yavaşlar ama durmaz. Canı acımaktadır, kolları bacakları inanılmaz ağrımıştır, üstelik arkadaşının ağırlığı daha da fazla gelmeye başlamıştır kendisine. Yine de kulaklarında koçunun talimatları ve motivasyonu ile artık ne kadar gittiğini bilemeden devam eder.

Bu arada arka plandaki arkadaşları durumun nereye kadar gideceğini görmenin telaşıyla ayağa kalkarlar. Bir yandan arkadaşları için endişelenmekte, öte yandan ne zaman duracağını merak etmektedirler. Artık yüzlerinde o alaycı ifade yoktur, yerine merak dolu bakışlar ve takdir dolu bir ifade yerleşmiştir.

Sporcu genç’ çok zor’ dedikçe; koç ‘çok zor değil, devam et, haydi, daha ileriye, 20 adım daha, sakın durma, devam, elinden geleni yapacağına söz verdin unutma, sakın bırakma, yapabilirsin, 10 adım daha, devam et, bütün kalbini ver, bırakma’ diyerek genci bir an olsun yalnız bırakmaz.

Sonunda gücü tamamen tükenen sporcu genç adeta yere yığılır, arkadaşını sırtından indirirken; tahmininin  50 sayısı civarında olduğunu söyler. Ancak koçunun cevabı ile şaşkına döner. Çünkü aklındaki sayıları çoktan geçmiş ve sahanın sonuna varmış, harika bir başarı yakalamıştır. Sevinç gözyaşları içindedir.

Koç ‘bu takımdaki en etkili oyuncu sensin, eğer sen yenilmiş gibi davranırsan, diğer arkadaşların da öyle davranır; bana gördüğümden daha fazlasını veremeyeceğini söyleme. Az önce 63 kiloluk birini bütün saha boyunca sırtında taşıdın. Sana ve liderlik yeteneğine ihtiyacım var, bunu harcama. Sana güvenebilir miyim? ’diye sorar. Cevabı ise içten bir ‘evet’ olur.

Tam bu esnada, hareket boyunca sırtta taşınan diğer sporcu koça seslenerek ‘Koç , ben 60 istiyorum ‘diye azmini gösterir. Koç bunun üzerine sporcularına tebessümle bakar ve onlara gerekli güveni vermiş olmanın iç rahatlığı ile antremanı sonlandırır. Kısa filmimiz burada biter.

İşte insan azminin, sınırlarını zorlamasının en güzel göstergesi budur bence. Konan hedefleri kısa tutmamak, hayalleri olabildiğince geniş bir ufka yaymak insanı daha da motive eder. Yeter ki sınırlarımızı, kendimizi ve düşüncelerimizi dar kalıplara hapsetmeyelim.

Tıpkı Spartacus’un dediği bu güzel söz gibi; ‘’insan, kalbi ve aklıyla bir yola baş koyduysa, bu dünyada hiçbir şey imkansız değildir.’’ O halde kulaklarımızda Spartacus’un sözleri; hedeflerimize sınır koymadan başlama zamanıdır diyorum ben. Yeter ki, hayattan ne istediğimizi gerçekten bilelim ve beklentilerimizin farkında olalım.

Amerikalı ünlü yaşam koçu  Antonhy Robbins şöyle der;
‘’Ne istediğine karar ve eyleme geç. Nelerin iyi sonuç verip vermediğini fark et. Elde etmek istediğine göre şekillendir, yaklaşımını değiştir. Bir sonuç üretmeye karar vermek olayları hareket geçirir. Eğer istediğinizin ne olduğuna karar verir, kendinizi eyleme geçirirseniz, bundan bir şeyler öğrenip, yaklaşımınızı değiştirirseniz, işte o zaman o sonuca ulaşacak gidişi yaratırsınız.’’

Hayallerimiz, hedeflerimiz ve şu ana kadar erteleyip bir türlü yapamadığımız her ne varsa sınırlarımızdan kurtulup, gelecek mucizelere izin verme zamanıdır şimdi. Durmak bir kez daha ertelemek olmaz, başlamak için en uygun zaman ŞİMDİ. Umudumuza sımsıkı sarılıp tüm yüreğimizle gerçekten inanırsak her şey bizim elimizde.


Tıpkı Goethe’nin dediği gibi;
‘’Düşleyeceğiniz her şey için yola koyulabilirsiniz. Yüreklilik, içinde zekayı, gücü ve büyüyü barındırır. Hemen başlayın.’’

Bence de denemek, kendi sınırlarımızı zorlamak, yarı yolda pes etmemek ve hayallerimizi yakalamak adına mücadele etmek bizim elimizde. İSTERSEK HERŞEY YAPABİLİRİZ… yeter ki tüm kalbimizle buna inanalım.

Son sözleri başarılı ve popüler Alman yazar Pierre Franckh’a ayırmak istedim; sözleri öyle güzel ki…

‘’İmkansız, sadece bizim imkansız olduğunu düşündüğümüz şeydir. Belki de şu anda imkansız olduğunu düşündüğün şey, işte bu sınırsız olanakların imkansız olmadığı fikridir. Öyleyse bu senin şahsi kanaatindir. Bunun doğru ya da yanlış; iyi ya da kötü bir tarafı yok. Bu senin, kendi kanaatindir ve yaşamın da bu doğrultu da ilerleyip gelişecektir. ‘’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.02. 2013

Kaynak: Yazıma ilham olan video izlemek isteyenler için; 
http://www.youtube.com/watch?v=TZ-wWpwzQ4Q


15 Mart 2013 Cuma

HAYATA BAĞLIYSAN EN GENÇ İNSAN SENSİN…


Hayata bağlanmak, hayatı dolu dolu yaşamak ne kadar da güzel…

Yaşamı sevmek, sevgiyle tebessüm ederek hayallerin, arzuların peşinde koşabilmek…

Yaşarken tat alabilmek, o tadın keyfine varmak bizim asıl zenginliğimiz bence. Ve insan hayata bağlı olduğu oranda genç, hayata tebessümle bakabildiği oranda sevgi dolu. Üstelik duyguları da hep kıpır kıpır…

İçimizdeki yaşama sevincini, hayallerimizi yakalama ve başarıyı kucaklama arzusuna dönüştürdüğümüz; o potansiyeli, o enerjiyi  hep aktif tuttuğumuz sürece mutluluk hep içimizde kalacak ve biz hep daha genç olacağız. Çünkü ruhumuz o tazeliği, o çocuk sevincini hep koruyacak. Üstelik başardıklarımız, yakaladığımız hayallerimiz ve olmasını istediğimiz pek çok yeni hayallimiz; hayatımızı her geçen gün daha da zenginleştirecek.

Dış görünümde, beden yaşında değildir gençlik. Hayata ne kadar bağlıysan o kadar gençsin aslında. Ve hayattan ne kadar çabuk elini eteğini çekersen o kadar yaşlısın hem de hiç olmadığın kadar. Yaşamı sevmek gerek önce genç olmak için, aşkla bakabilmek gerek her şeye, aşkla ve tebessümle her şeye rağmen…

Hayatımızdaki önceliklerin sırası, bunlar arasında kendimize ayırdıklarımız, ertelediklerimiz, hiç kurmadığımız hatta kendimize o güne değin yakıştıramadığımız hayallerimiz. Farkında olmadan insan kendi kendisinin önüne  setler çekiyor bazen. Hayallerini bile kurarken mantıklı mı diye bakıyor… Oysa ki hayal bu, adı üstünde ne kadar engin, ne kadar uçsuz bucaksız olursa o kadar iyi. Bırakın sizi peşinden sürüklesin, bırakın içinizdeki o çocuğun elinden tutup denizin engin maviliklerinde yol almanızı sağlasın… Bunun kime ne zararı var ki, sizi hayata sımsıkı bağlamaktan başka.

Elbette hepimiz yapacaklarımızı belirlerken daha çok zamanımız olduğunu düşünüyoruz; ama kesin olan bir şey var ki, o bize ölçülen zaman ne kadar hiç birimiz bilemiyoruz. Sadece sanki sonsuza değin yaşayacakmışçasına hayallerimizi hep erteliyoruz. Öncelik sıramızı hep sevdiklerimize ve sorumluluklarımıza ayırırken, kendimizi tabiri yerindeyse hiçe sayıyoruz. Halbuki asıl olan kendimiz değil miyiz? Biz mutlu, biz istekli, biz hayata bağlı olacağız ki; sevdiklerimize, yakınlarımıza, çevremize faydamız dokunsun, yapacaklarımızı daha iyi daha kaliteli yapmak adına istek sahibi olalım. Ama hayır. Biz tam tersine öncelikte onları başa alıyor, kendimizi sonlara dahi koymuyor, adeta yok sayıyoruz. Sonra mutsuz, bezgin, bitkin, umutsuz, hep aynı şeyleri yapan, hiç tebessüm etmeyen bireyler olup çıkıyoruz. Ve o noktada bizden daha yaşlısı yok bu dünyada. Oysa ki belki daha yolun yarısında bile değiliz. Önemli olan fark etmek. Kendimizi önemsemek ve o noktada önceliği kendimize ayırmak.  Bu bencillik yapmak anlamında değil elbette. Sadece kendimizi düşünüp, sadece kendimiz için yaşamak da değil. Sadece bizim yaşam hakkımızın da hakkını vermek sözünü ettiğim.

İşte bunun kararını verebilirsek, yaşımız kaç olursa olsun bizi kimse tutamaz. Hayal ettiğimiz, hep yapmayı isteyip de ertelediğimiz her ne varsa tek tek yapabilmemiz mümkün. Çünkü biz de, enerjimiz de buna hazırız.

Tarihe baktığımızda pek çok ünlünün pek çok ünlü esere çok ileri yaşlarında imza attıklarını görmek mümkün. Onlar hiç pes etmeden hayata inatla direnmişler. Örnek mi? O kadar çok ki…

*Mimar Sinan ünlü Süleymaniye Camii' ni tamamladığında 70 yaşındaydı.

*Ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso 90 yaşında en güzel eserlerini verdi.

*İsmet İnönü 53 yaşında İngilizce öğrenmeye başladı, yine 50 yaşında viyolonsel çalmayı denedi.

*Alman edebiyatının ünlü yazarlarından Geothe 'Dr.Faustus'u 80'inden sonra yazdı.

*Ünlü İtalyan besteci Giuseppe Verdi, Otello'yu  73 yaşında bitirdi.

*İngiliz düşünürü Thomas Hobbes, 90'ını geçtiği halde kalemini elinden bırakmadı.

* Ünlü Fransız heykel sanatçısı Auguste Rodin, en iyi eserlerini 70'inden sonra yaptı.

*Nobel barış ödülü sahibi ünlü Alman doktor Albert Schweitzer, bir Afrika hastanesinde ameliyat yaptığında 88 yaşındaydı.

* Don Counsilman, 58 yaşında Manş Denizi'ni geçen en yaşlı adam ünvanını aldı.

* İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu ve yazar Charlie Chaplin, 76 yaşında halen film yönetmenliği yapıyordu.

*Fransız Edebiyatında klasik geleneğin en saygın temsilcisi olan Anatole France yaşı 80 olduğu halde hayattan kopmadı, eser yazmaya devam etti.

* Çağdaş İngiliz romanının öncülerinden olarak kabul edilen Thomas Hardy, 88 yaşında iken, edebi şaheserler vermeye devam ediyordu.

*İrlandalı ünlü oyun yazarı George Bernard Shaw, piyeslerinden biri ilk defa sahnelendiğinde 94 yaşındaydı ve o yaşına değin umudunu kaybetmedi.

Bunlar tarih sahnesindeki birkaç isim sadece. Onlar gibi olmamız mümkün olmasa bile, kendi hayallerimizi yaratma ve yaşatma adına; yaşın o kadar da önemli olmadığını göstermiyor mu hepsi? Bu yolda başarılı olmak için gelin Grammy ödülü sahibi, İrlanda asıllı ABDli ünlü komedyen, oyuncu ve yazar George Carlin'in tavsiyelerine kulak verelim.

‘’Yaş kilo boy gibi zorunlu olmayan sayıları çöpe atın.’’ diyor ve devam ediyor ‘’Bırakın onları doktorunuz düşünsün, bunun için ücret alıyor sizden.’’

‘’Sadece neşeli arkadaşlarınız olsun. Çünkü tebessüm edemeyenler, surat asanlar sizi aşağı çeker.’’

‘’Öğrenmeyi sürdürün. Beyniniz hep çalışsın, atıl kalmasın. Sizi meşgul edecek şeyleriniz olsun.’’

 ‘’Küçük şeylerden zevk almaya bakın.’’

‘’Sık sık, uzun uzun, var gücünüzle gülün. Soluksuz kalıncaya kadar gülün.’’

‘’Gözyaşı olacaktır. Katlanın, yas tutun, başka yaşantılara geçin.’’

‘’Sevdiklerinizle doldurun çevrenizi, aile, kedi, köpek, kuş, balık, yadigarlar, müzik, bitkiler, hobiler, ne olursa... Eviniz sığınağınızdır.’’

‘’Sağlığınız kıymetini bilin. İyiyse üzerine titreyin. Bozuksa düzeltin. Siz kendiniz düzeltemiyorsanız yardım arayın.’’

‘’Vicdan azabından uzak durun.’’

‘’Sevdiğiniz insanlara onları sevdiğinizi söyleyin her fırsatta. Ve hiç unutmayın ki yaşam, aldığımız soluklarla değil, soluk kesen anlarla ölçülür.’’

İşte tüm bunları yapabilmek lazım, en azından denemek elden geldiğince. Hayatın o dalgalı ritmlerinde  hem ruhen genç, hem özgür, hem de başarılı olmak adına. Yani ünlü Fransız yazar Andre Maurois'in tabiriyle "İnsan her gününü küçük bir ölmezlik haline getirmesini bilmelidir." Bırakalım hayallerimizle zenginleştirdiğimiz dünyamızda her şeye rağmen en güzel eserimiz; yaşama hakkını vermek, her ANın kıymetini bilmek ve tebessümlerimizle kazandıklarımız olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.01.2013

8 Mart 2013 Cuma

BU YAZIM SİZLERE…

Yaşamın her noktasında, attığı her adımda karşılaştığı yığınla sorunu, önüne birer duvar gibi dikilen engelleri her zaman aşmak zorunda olan ve bunun için insanüstü gayret göstermek durumunda bırakılanlar. Bu yazım sizler için…

Belki en önde olma mücadelesi değildir bu ama, normal gayretlerin ötesindedir tüm çabalar bilirim. Okulda, meslek seçiminde, iş hayatında hep bir yarış içindeyiz hepimiz. Ama kimilerimiz var ki, bu yarışı en zor şartlarda yapmak zorunda bırakılıyor. Her hareketleri, yaptıkları her iş önce eleştirisel ve menfi bir yaklaşımla inceleniyor. Nasılsa bir eksiklik vardır felsefesi ile didikleniyor ve deyim yerindeyse hep bir olumsuzluk, hep bir kabahat aranıyor. Dört dörtlük yapılmış, başarı ile noktalanmış olmasına rağmen hep bir kulp takılmaya çalışılıyor. Nedense ”mükemmel” ya da “bravo” sözcükleri kullanılmamak için sözlükte en son sıralara saklanıyor.

Normal atletler asfalt yoldan koşarken, onlar adeta kumlu sahillerde adım atıyor. Yapılan iş, varılacak nokta ve beklentiler aynı olmasına karşın bu kesim için her şey inanılmaz boyutlarda zorlaştırılıyor. Olurlar olmaz yapılıyor, kolayca açılacak kapılar asma kilitlerle daha bir sıkı kapatılıyor.

Neden mi?

Çünkü onlar KADIN, çünkü onlar karşı cinsin yaptığı işleri yapmaya azim gösteren, bir anlamda elinin hamuru ile erkek işine karışanlar.

Dünyaya kadın olarak gelmiş olmaktan her zaman için gurur duyan birisi olarak, ben de karşı cinsin üstünlüğünün her alanda kendini gösterdiği tüm kulvarlarda onlarla başa baş mücadele ettim. Seçtiğim meslek, okuduğum okullar ve çalıştığım alanlar… tümünde ne yazık ki erkeklerin gösterdikleri çabanın üstünde bir çaba göstermek zorunda kaldım. Hem de onların düşüncelerine göre, onlar için ayrılmış kulvarlarda yaşam savaşı veren birisiydim. Ama ben başardım; ama biz başardık.

Benim gibi birçok kadın artık Türkiye ‘de erkeklerle birebir çalışabiliyor; kumlardan asfalt zemine geçmek için hala mücadele verseler, önlerine devasa engeller konulup, ayakları kaydırılmaya çalışılsalar bile.

Tüm bu gayretlerimiz gelecek nesillere bir nebze olsun kolaylık sağlamak adına. Çektiğim(çektiğimiz) onca sıkıntıya, eziyete, gözyaşına rağmen içim(içimiz) artık daha rahat. Çünkü ileriki yıllarda kadınlar da erkeklerle aynı seviyede kabul görecek, aynı çoşku  ile  alkışlanacaklar. Bizlerin yadırgandığı gibi kaygı ile değil, ümitle izlenecekler. Hem de kadın olmanın güzelliğini, zevkini ve ayrıcalığını birebir yaşayarak.

Bizler rüyalarımızın gerçekleşmesini istiyorduk, o nedenle uykudan çabuk uyandık. Sadece ortak yaşamı birebir paylaşabilmek, sadece maddi ve manevi anlamda katkı sağlayabilmek adına. Yalnızca kendimiz için değil, hepimiz için yaptık yapmak istediklerimizi. Bundan sonrası için en büyük dileğim ise; beraber el ele; ayırımın tamamen kalkacağı en güzel günlere…

Sevgiyle  kalın.
Belgin ERYAVUZ

24.02.2004   

K A D I N OLMAK DEMEK…


Kadını tanımlamak, bir yanıyla hem çok kolay, hem de çok zor aslında…

KADIN güzeldir, zerafeti ile göz doldurur.

KADIN güçlüdür, yeri gelir bir kaya misali sarsılmaz olur.

KADIN annedir, şefkatle bakan bir çift gözdür.

KADIN eştir, sevgilidir, en ÇAPKIN tebessümdür.

KADIN hüzündür, aldatılandır.

KADIN yalnızlığın sesidir, duldur.

KADIN işkence gören, dayak atılan, etleri morartılan ama yine de AFFEDEBİLENdir.

KADIN törelerin en MASUM kahramanıdır.

KADIN isim göçebesidir.

KADIN kimliksizdir, kayıptır.

KADIN sevgidir, AŞKtır, en güzel gülüştür.

KADIN yüreğinizin diğer yarısı olmak için CANINI verecek olandır.

Kısacası KADIN hayatın tadı, tuzu, ANLAMIdır.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

08.03.2013

2 Mart 2013 Cumartesi

FARKINDALIK rotamız, ANlar TEBESSÜMLERİMİZ olsun (2/2)

Eğer düşüncelerimizi fark edip yeri geldiğinde susturabilirsek; bunu başardığımız anda yepyeni bir şeyin farkında olacağız. Sessizlikle beraber içimizi huzur ve dinginlik kaplayacak. Kendimizi çok daha rahat hissedeceğiz ve etrafımıza daha farklı gözlerle bakacağız. Daha önce görmediklerimizi, detaylarında saklı güzellikleri keşfettikçe içimizdeki huzur katlanarak artacak ve kendimizi çok daha mutlu hissedeceğiz.

Tüm bunları pratikte yaşamımıza sokabilmek adına gelin birkaç örnekleme yapalım.

Örneğin; sahilde, hemen denizin kenarında yürüyüşe çıktınız. Dikkatinizi çekecek o kadar farklı güzellikler var ki etrafınızda. Gökyüzünün renginden, bulutlardan; denizin rengine, hareketine; martıların gökyüzündeki süzülüşünden, güneşin ışık hüzmelerine; havanın mis gibi kokusundan, adımlarınızın ritmine; sizin gibi yürüyüş yapanlardan , köpeklerini yürüyüşe çıkaranlara kadar pek çok detay. İşte o anlarda tebessüm etmemek, şükretmemek, huzura balıklama dalmamak olmaz diye düşünüyorum ben. Çünkü sizi kucaklayacak pek çok AN var etrafınızda. Oysa ki bazıları ne yapıyor? Kafasında sorunları, asık yüz ifadesi ve tamamen olumsuz düşünceler içinde sadece bir görevi yerine getirir gibi yürüyor ve adeta huzurdan bucak bucak kaçıyor. Ne havanın, ne gökyüzünün, ne denizin ne de etrafındakilerin farkında olabiliyor. Pekiyi neden? Çünkü ya geçmişte yaşıyorlar ya da geleceğe kafa yormaktan, bugünü es geçiyor ve o güzelim anları yok sayıyorlar.

Gelin bir başka örneğe geçelim; Merdiven çıkarken neler yaparız? Genelde kafamızda binlerce düşünceyle boğuşur dururuz, öyle değil mi? Oysa ki etrafımızı değilse bile kendi hareketimize, soluk alış verişimize odaklanmamız mümkün. Hatta hangi kaslarımız çalışıyor, hangisi acıyor bunların farkında olmaya çalışabiliriz. Böylelikle diğer düşünceleri kafamızdan uzaklaştırmış oluruz.

Örnekleri çoğaltmak mümkün;  çok sık yaptığımız bir şeyden, ellerimizi yıkamaktan bahsedelim mi? Düşünsenize gün içinde ellerimizi kaç kez yıkıyoruz ve bazen değil, çoğu kere ne zaman yıkayıp kuruladığımızı fark edemiyoruz bile. Halbuki ellerimizi yıkarken suyun sesi, kullandığımız sabunun kokusu gibi duygusal algılara dikkat edebiliriz. Hiç zor değil üstelik bunları yapmak. Mühim olan yaptığımız her ne ise, onu rutinden çıkarmak, farkında olmak, algılarımızla olan biteni taramayı alışkanlık haline getirmek aslında.

Diğer bir örnek için araba kullanmayı ele alalım. Ve arabaya girip kapıyı kapattığımızda 1-2 sn. duralım, hatta açık radyomuz varsa onu da kapatalım; nefesimizi dinleyip emniyet kemerimizi öyle takalım, sonra radyomuzu açalım ve arabamızı çalıştıralım, olmaz mı? Çok mu zor? Bence değil ve sadece 2-3 saniyemizi alacak o kadar. Ama karşılığında, sessiz ve bir o kadar da güçlü bir duygunun farkına varacağız. O sakinliği yakaladığımızda, yoldaki olumsuzluklardan daha az etkileniriz her şeyden önce. Bir anda araba sürmek daha keyifli hale gelir, hatta kendimizi dinlediğimiz müziğe eşlik ederken bulabiliriz; fark etmeden tebessümler bile yerleşebilir yüzümüze. İşte o 1-2 saniyelik durup iç sesimize kulak vermemiz, bizi sakinliğe davet etmiş; ondan sonraki anlarımızı daha keyifli hale getirmiştir çoktan.

Hayatımızın akışı içinde pek çok örnek bulmak mümkün elbette. Önemli olan bu örneklerdeki başarı sayımız. Pekiyi bunu nasıl anlayacağız? Eğer rahat nefes alıp veriyorsak, yüzümüz hafiften tebessüm ediyorsa, içimiz huzurluysa ve daha önce bakarken görmediğimiz detayları fark ettiğimizi hissediyorsak doğru yoldayız demektir. Yani geçmişi ve geleceği değil, BUGÜNÜ düşünmenin keyfiyle zihnimizi susturmayı başarmış oluyoruz.

Yapımız gereği büyürken, kişisel ve kültürel koşullarımıza dayanan zihinsel bir imaj oluşturuyoruz diyor uzmanlar. Buna hayalet benlik ya da ego deniyor.  Tamamen zihinsel faaliyetlerden oluşuyor ve ancak kesintisiz düşünmeyle başlıyor. Ego için ŞU AN önemli değil, çünkü egomuz sadece geçmiş ve gelecekle ilgileniyor. Geçmişi daima canlı tutmak zorunda yoksa ‘’geçmişiniz olmadan siz kimsiniz?’’ diyor içten içe. Varlığını sürdürmek için de sürekli geleceği düşünüyor. Ve şunu söylüyor ‘’bir gün şu ya da bu gerçekleştiğinde ben iyi mutlu ve huzurlu olacağım.’’ Oysa ANI yaşamak, gerçek özgürlüğün ve mutluluğun anahtarı.  Ama biz SÜREKLİ DÜŞÜNÜNCE onu oluşturan ego ve zihinle dolu olduğumuzdan Anlar önümüzden akıp geçiyor. Bu nedenle düşüncenin üzerine yükselmek, onu susturmak ve durdurmak gerekiyor. Eğer bunu başarabilirsek; aynı zamanda zihnimizi, sadece gerektiğinde çok daha odaklı ve etkili olarak kullanma şansına sahibiz. Böylece yaratıcı çözümler bulma becerilerimiz artar.  Bu sayede zihnimizi pratik amaçlar için çok daha verimli kullanabiliriz.

Ayrıca bu durum sağlığımızı olumlu anlamda etkiler. Nasıl mı? Nedenini anlamak için gelin isterseniz, kısaca duygularımıza göz atalım ve duygularımız nasıl ortaya çıkıyor bakalım. Zihnimizin iki farklı yönü var, birisi akılcı diğeri duygusal zihin. Her ikisi birbiri ile uyum içinde çalışıyor. Duygularımız yoğunlaştığında (olumlu ya da olumsuz olmasına bakılmaksızın) zihnimizin duygusal yanı devreye giriyor ve akılcı yanı etkisiz bırakıyor. Özellikle yaşamı tehlikeye sokan durumlarda, duygu ve sezgilerle hareket etmesi, insanoğlunu diğer canlılardan ayıran ve ona üstünlük sağlayan bir özelliği. Çünkü duygu, akılcı zihnin işleyişine katkıda bulunuyor; akılcı zihin de duygusal verileri şekillendiriyor, bazen de reddediyor. Duygularımız ve düşüncelerimiz birbirinin vazgeçilmezi aslında; sadece tutkular devreye girdiğinde bu denge bozuluyor. 

Duygusal zihnimiz, akılcı zihnimizden daha hızlı çalışıp, eyleme geçiyor. Ancak akılcı ve duygusal zihnimiz arasındaki uyumda bir aksaklık olduğunda, ilk tepki duygusal yönden verilmesi gerekirken akılcı yandan veriliyor. Yani duyguyu fark etmek ve yaşamak yerine, akıldan geçen düşünceler yoğunluk kazanıyor. Bu düşünceler duyguları, duygular da davranışı belirliyor. İşte bu nedenle düşüncelerimizi fark ediyor olmamız büyük önem taşıyor.  

Duygularımız seçtiğimiz tepkiler olduğuna göre; duygularımıza hakim olduğumuz, sahip çıktığımız sürece mantık dışı tepkiler de göstermiyoruz. Uzmanlar ‘’duygu ve düşünceleri kontrol altına almak kişinin elinde olan bir şeydir’’ diyor ve ekliyor.

- Düşünceler kontrol edilebilir.
- Duygular düşüncelerin sonucudur.
- Öyleyse duygular kontrol edilebilir.

Pekiyi duygularımıza nasıl  sahip çıkmalıyız? Bunun tek yolu, yukarıda belirttiğimiz gibi düşüncelerimizi keşfetmek ve onları kontrol altına almakla mümkün. Düşüncelerimizi kontrol altına aldığımızda, duygularımızı da kontrol altına almış oluyoruz ki, bu da hayatımızı kontrol altına almamızı sağlıyor. Çünkü hayatı kontrol etmede en önemli unsurlardan biri duygularımız. Duygularımız, bedenin zihinsel faaliyetlerimize gösterdiği tepkiler. Yani bir anlamda zihnimizin bedenimizdeki yansıması. Ancak düşüncelerimiz çok yoğun olduğunda, tam zamanımızı düşünmeye ayırdığımızda; duygularımızı ve bedenimizi dinleyecek zamana ve sessizliğe sahip olamıyoruz. Böylece biriken ve çözümlenmemiş pek çok duygu maalesef fiziksel düzeyde hastalık olarak karşımıza çıkıyor. Ve biz durup dururken neden hasta olduğumuzu anlayamıyoruz bile.

Şimdi bir başka şey deneyelim gelin beraberce… ŞU An da düşünmeyi durduralım. Dikkatimizi bedenimize yöneltelim. Ve duygularımızla tekrar iletişime geçmeye, onları fark etmeye çalışalım. Kaygılarımız varsa, hemen çözüm odaklı düşünüp onları yok etmenin yollarını arayalım ve duygularımızın bedenimize olumsuz sinyaller göndermesine mani olalım. Uzmanlar ‘’Şu anda içimde neler olup bitiyor?’’ diyerek dikkatimizi içimize odaklamamız ve duygularımızı hissetmeye çalışmamız gerektiğini söylüyor. Bu basit uygulamayla ‘içinizde bilinçsiz bulunan her şeyi bilinçli hale getirebilirsiniz’ diye de ekliyorlar.

Buraya kadar zihninizi kontrol etmeyi ve duygularımızı çözümlemeyi öğrendik. Bu sayede gerçekten önemli olan güzellik, sevgi, yaratıcılık, sevinç ve iç huzurunu yaşayabiliriz artık.

İşte ANI YAŞAMAK budur!

Eleanor Roosevelt’in dediği gibi ‘’Dün geçmişte kaldı, yarını göreceğimiz meçhul, yaşadığımız gün ise bize verilen en büyük ARMAĞAN.’’ Hemen şimdi ilk adımı atıp, uyanma zamanı diyorum ben de bu güzel armağanı kucaklamak  adına.

Bugün ve içindeki Anlar bizim kucaklamamızı bekliyorlar. Burnunuza çilek kokusu gelmedi mi hala? Bence durmayın, pes etmeyin çilek kokusunu duymaya, o eşsiz lezzetini tatmaya devam diyorum.

Yenilikleri SEVGİYLE AŞKLA ve TEBESSÜMLE kucakladığımız her AN, bize mutluluk olarak geri dönerken; bunları paylaşarak çoğalacağımızı, ne kadar çok verirsek o kadar zenginleşeceğimizi hiç unutmayalım, olmaz mı? Son söz olarak FARKINDALIK rotamız, ANlar tebessümlerimiz olsun…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.02.2013


FARKINDALIK rotamız, ANlar TEBESSÜMLERİMİZ olsun (1/2)

Anı yaşamak, farkındalığımızı artırırken; hayata daha sıkı, daha umutla sarılmak ve mutlulukla tebessüm etmek… İşte hepimizin yapmak istediği bu aslında. Ama yaparken öyle zorlanıyoruz ki. Üstelik bazen de  önemsemiyor, hatta görmezden geliyoruz. Oysa ki zaman ne kadar kıymetliyse, zamanın içindeki ANlar da o denli kıymetli. O çilek kokusu burnumuzda olmalı, tadı ağzımızı şenlendirmeli her daim.

Aslında hayatımızı yaşarken hiçbir ANımız sıradan değil. Eğer bunu keşfedersek, bakış açımız tamamen değişecek ve algılarımız açılacak… Bunun için öncelikle FARKINDALIĞIMIZI artırmamız gerekiyor. Farkındalığımız arttıkça anlayışımız, olaylara bakış açımız artacak ve algılamamız kolaylaşacak. Kısacası, farkındalığımız bilincimizi artırırken; bilincimiz dört bir yanımızı tarayan algılarımızı artıran basamakları oluşturacak.

Pekiyi farkındalık ne demek? Farkındalık; fark edebilmek yani bakmanın yanında görebilmek demek. Farkındalık; yapılan işle bütünleşmek, araya başka duygu ve düşüncelerin girmesine izin vermeden o ANda kalıp, sadece o işe odaklanmak demek. Elbette  her birimizin baktığı, bakarken gördüğü ve fark ettikleri; yani farkındalıkları başka başka şeyler olabiliyor. Bu durum biraz kişilerin yaşam tarzıyla, biraz da beyin yapıları ve kendilerini geliştirmeleriyle alakalı olarak değişiyor.

Farkındalık yaşarken, kendi dışımızda olan olaylar her ne ise onlara yargılamadan yaklaşabiliyoruz. Her şeyi daha net ve olduğu gibi görüyoruz çünkü. İşte bu nedenle de ANları kucaklamamız kolaylaşıyor.

‘’Hayat nefes aldığın ANların toplamı değil, nefes kesen ANların bütünüdür ‘’ diyor Oscar Wilde. Katılmamak elde değil.

Hayat her haliyle yaşamaya değerken, bin bir güzellik dört bir yanımızı sarıp sarmalamışken; bizim onları yok saymamız bence kendimize yapacağımız en büyük haksızlık; öyle değil mi? Üstelik neden mutlu olamıyorum, neden çok şansızım diye düşünüp duran ve böyle yaptıkça olumsuz duyguların etrafımızı bir bulut misali sarmasına izin verenler yine bizleriz. Ve en kolayına kaçıp başkalarını suçlayan, her şeyi kadere yükleyenler de. Halbuki pek çok şey elimizin altında, çevremizde, dünyamızda. Bizlere düşen ise sadece FARK etmek, ANları yakalamak o kadar. Sonrasında o mis gibi çilek kokusunu duymamak, o eşsiz lezzeti tatmamak olmaz. İşte en büyük ödülümüz de onlar aslında.

Pekiyi ANları nasıl yakalayacağız? Zaman bu denli hızla akıp giderken nasıl farkında olacağız? İşte kilit nokta burada. Bunun ipuçlarını yakalamak için konunun uzmanlarına kulak verelim ve adım adım uygulamaya çalışalım istiyorum bu yazımla, her zaman olduğu gibi beraberce.

Anı yakalayabilmek için, öncelikle düşünce eylemimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Bir başka deyişle; kendi iç sesimize kulak verip, ne dediğini duymak ve bundan da önemlisi onu önemsemek…

Aslında hepimizin kafasında sürekli konuşan bir iç ses var, bazen fark etmediğimiz, bazen de susturmaya çabaladığımız. İşte bu sesi dinleyip, tarafsız ve önyargısız bir şekilde ne dediğine bakmamız lazım öncelikle. Uzmanların tabirleri ile; bir anlamda düşünce akışımızı dışardan bir başkası gibi gözlemleyip, durdurmaya çalışmamız gerekli. Ve bunu yaparken kendimizi zorlamamak da oldukça önemli. Önerildiği kadar kolay olmadığını biliyorum, ama her şey bizim elimizde. Çünkü insan isterse gerçekten ve yüreğini koyarsa başarmaması için bir neden yok diye düşünüyorum. Ve bizler her şeyi yapabilecek kadar güçlü ve cesuruz aslında. Yeter ki bunun farkında olalım. Kendimize güven duyalım. Üstelik ilk denemelerde başarmıyorsak, başarana kadar denemek ve vazgeçmemek de her daim ilkemiz olsun.

Bu noktada ‘%100 DÜŞÜNCE GÜCÜ’ isimli ünlü bir kitaptan söz etmek istiyorum sizlere. Yazarı Amerikalı Jack Ensign ADDINGTON; kendisi eski bir hukukçu ama, aynı zamanda ruhsal bilimler üzerine eğitim görmüş ve kendini geliştirmiş bir yazar. Bu kitapta her şeyin düşüncede başladığı vurgulanıyor. Düşünce; hem yönetici, hem üreticidir deniyor. Hepimizin bildiği gibi, içimizdeki bilinçli düşüncenin yanında bir de bilinçatımız var. İşte kitapta; hayatın erkek boyutu içimizdeki BİLİNÇLİ düşünce, dişi boyutu ise BİLİNÇALTIndan gelen yaratıcı düşünce olarak açıklanıyor. Bilinçaltı bedensel fonksiyonlarımızı otomatik olarak yürütüyor. Yani bilinç emir veren, bilinçaltı ise uygulan taraf.

İşte hepimiz, gereksiz sınırlandırmalarla, kendimiz için koyduğumuz kural ve yasaklarla aslında kendi mutsuzluğumuzu yaratıyoruz farkında olmadan. Oysa ki bilinçli olarak düşündüğümüz her şey bilinçaltımızı etkiliyor ve kalpten isteme derecesine bağlı olarak da eyleme geçiyor. Kalpten desteklenmeyenler ise sadece hayallerde kalıyor. Kısacası  hayatımızı ve geleceğimizi düşüncelerle yaratmak bizim elimizde. Düşünceler, duygulara onlar da hayata bakışımıza etki ediyor.

Bir de negatif düşünceler var ki; bunlara Otomatik Negatif Düşünceler (OND) deniyor. İngilizce’de kısaltması karınca anlamına gelen ANT (Automatic Negative Thought) olduğu için; kafamızın içindeki bu tarz olumsuz düşünceler karıncalara benzetiliyor. 
Bunlarla başa çıkmak psikolojimiz açısından son derece önemli. Çünkü bazıları ’kırmızı karınca’ olarak adlandırılan ve ’zehirleyen’ bu olumsuz düşünceler yeri geldiğinde hayatımızı karartabiliyor. Psikologlar, bu olumsuz düşüncelerin sağlığın ve cildin bozulmasına, kilo almaya ve acıya neden olabileceğini düşünüyor.

Bu konu üzerinde yıllardır çalışan Amerikalı ünlü psikiyatr ve pozitif düşünmenin kitabını yazan Doktor Daniel Amen; yaptığı çalışmalarla, olumsuz düşünceleri olumlu düşüncelere dönüştürerek yaşamlarımızı daha iyi hale getirebileceğimizi ortaya koyuyor. Meşhur kitabı ‘Beyninizi Değiştirin, Vücudunuzu Değiştirin’ de karıncaları ele alıyor. Bazılarının üstesinden gelinebiliceğini belirtirken; olumsuz düşüncelerin tüm düşünce yapısını ele geçirmesi anlamına gelen karınca istilasına karşı dikkatli olunması gerektiğini önemle vurguluyor. Kitabında basit bir takım tekniklerle, bu düşüncelerin beyni yemesine ve işgal etmesine engel olabileceğini ve bir daha geri gelmemelerinin sağlanabileceğini söylüyor. ‘’Kendinizle kafanızda oluşan olumsuz düşüncelere kulak vermemek için anlaşın. Bunu yaparsanız düşünceleriniz olumlu davranışlara yansıyacaktır. Vücudunuz aklınızı takip eder. Başka şansı yoktur" diyor.

Yapmak istediklerimiz, hedeflerimiz her ne ise öncelikle şimdi, beklemeden ilk adımı atmalı, kendimize duyduğumuz güveni asla kaybetmeden; yaratıcılığımızı kullanarak, olaylara daha geniş bir bakış açısıyla bakmayı alışkanlık haline getirerek, problemler karşısında çözüm odaklı düşünerek, olumsuz düşüncelerimize kulaklarımızı tıkayarak ve kendi zamanımızın efendisi olarak başarıyı kucaklayabiliriz. O halde ne duruyoruz, ŞİMDİ tam zamanı... (devamı 2/2 ‘ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.02.2013

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...