30 Eylül 2019 Pazartesi

KALBEN DESTEKLEYENLER


Yaşamın zorlu, fırtınalı kulvarlarından geçerken hep içimiz titrer.

Yeri gelir korkarız.

Yeri gelir göz pınarlarımıza hücum eden gözyaşlarımızla mücadele ederiz.

Yeri gelir öfkeleniriz kendimize, etrafımızdakilere.

Anları, o zorluklar içinde bile bize gülümseyen çiçekleri göremeden didinip dururuz.

Her gün bir sınav gibi karşımıza dikilen sorunların biri bitmeden bir başkası başlar.

Yoruluruz.

Hayattan bıktığımızı bile düşünürüz zaman zaman.

Dalgaların arasında soluk almaya çalıştığımız o zamanlarda en çok da yalnız olduğumuzu düşünürüz.

Sevdiklerimizin yanımızda olmadığına hayıflanır, artan kırgınlığımızla ne yapacağımızı bilememenin şaşkınlığı arasında salınır dururuz.

Peki gerçekten yalnız mıyız dersiniz?

Fiziken olmasa bile kalben destekleyenlerimiz yok mu?

Bu sorulara cevap vermeden önce gelin minicik bir öyküye kulak verelim.

Amerika’nın beş büyük Kızılderili kabilesinden birisi olan Cherokee Kızılderilileri, erkek çocuklarını hayata hazırlamak adına bir sınavdan geçirir.

Bunun için babalar evlatlarının yaşının 12-13 olmasını bekler. Vakti saati geldiğinde de onunla beraber yaşadıkları kabilenin ilerisindeki ormana gider. Beraberce buldukları bir ağaç kütüğüne oğlunu oturtan baba, elindeki bezle de gözlerini bağlar. Oğluna bir gece boyunca orada oturmasını ve gözlerindeki bağı hiçbir şeklide açmamasını tembihler.

Bizlere oldukça acımasız gelse de kuralları böyle.

Bir anlamda erkekliğe geçiş sınavı.

Bu sınavdan başarı ile çıkması için bağırmaması, yerinden kalkmaması, gözlerini ise her ne olursa olsun açmaması şartı var. Ta ki sabah olup güneş doğuncaya kadar.

Eğer sessizce gecenin karanlığından çıkıp sabahın taze ışıklarını kucaklayabilirse; erkek olarak kabul edeceğini bilen tüm erkek çocuklar; bu ağır sınavla bir gün yüzleşir.

Düşünsenize kocaman bir orman. Gecenin kopkoyu karanlığı. Duyulan sesler. Yapak hışırtısı bile insanın aklını çelerken, beyinlerinde binlerce korku sahnesi sıralanırken; sessizce beklemek ne kadar zor.

Aralarında başaranlar olduğu kadar başaramayanlar da vardır mutlaka.

Ancak her zor sınavın ardında hayat boyu unutulmayacak bir ders yok mudur?

Elbette vardır.

Öykümüzde de o geceyi sabırla geçirip; sabahın ışıklarını teninde hisseden çocuk gözündeki bağı çıkardığında; kırpıştırdığı gözlerinin arasından etrafına bakarken hayatının en güzel dersini alır.

Çünkü karşısında babası vardır.

Çünkü babası evladını kütüğe oturtup gözlerini bağladıktan sonra, usulca karşısına geçer ve tüm gece oğlunun başını bekler. Hem onu dış tehlikelere karşı korumak için tetikte kalır, hem de oğlunun sınav anına birebir eşlik eder.

İşte böylesi bir sınavı başarı bitiren oğul ile baba arasındaki sevgi bağını düşünsenize. Birbirlerine olan sevgileri artarken aralarındaki bağ daha da kuvvetlenir. Babası oğlu ile gurur duyarken, oğlu babasının kalbindeki özel yerin ne denli kıymetli olduğunu anlar.

Mini öykümüz bu kadar.

Şimdi gelelim başta sorduğum o sorunun yanıtına.

Gerçekten de yalnız mıyız?

Ben yalnız olmadığımızı düşünenlerdenim.

Bizi kalben destekleyenler hep varlar. Bu dünyada olmasalar bile gökyüzünden bize 
kol kanaat geriyorlar. Ben buna hep inandım.

Son söz olarak KALBEN DESTEKLEYENLER iyi ki varlar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.08.2019



16 Eylül 2019 Pazartesi

ASPERGER SENDROMUNDAN SATRANÇ DEHALIĞINA…


Yine çok farklı yaşam öyküsü var bu yazımda.

Uç noktalarda yaşanan, inişli çıkışlı gerçek bir öykü.

Ama önce gelin ‘asperger sendromu’ hakkında bilgilenelim.

Çocukluk döneminde rastlanan ve sebebi bilinmeyen bir hastalık. İşin acı yanı ömür boyu hayatı etkilemesi.

Bu sorunla yüzleşenler aşırı derecede içe kapanık, iletişim zorluğu çeken çocuklar. 
Yani ilerde de bir türlü sosyalleşemiyorlar. Uzmanlar otizmle benzerlikleri olduğu için karıştırıldığını, ancak bu sorunda konuşma becerisinde gelişim geriliği olmadığını ve bu yüzden de tanı koyarken zorlandıklarını belirtiyor.

İşte yazımızın kahramanı böyle bir çocukluk geçirmiş.

İsmi Bobby Fisher.

1943 Amerika Chicago doğumlu kendisi.

Üstün zekalı. Öyle ki bazı kaynaklar IQ’sunun Einstein’dan bile yüksek olduğunu söylüyor.

Zayıf yanı ise aşırı hassas duyguları.

Zihninin uç noktalarında yaşadığı için ne yapacağını önceden kestirmek mümkün değil.

Satrancı 6 yaşındayken öğrenir kahramanımız ve o zamandan sonra satranç onun dünyası olur.

13 yaşında Dünyanın En Genç Şampiyonu unvanını kazanır.

14 yaşında Amerika Satranç Turnuvası’nda En Genç Şampiyon olur.

15 yaşında Dünyanın En Genç Satranç Ustası unvanını kazanır.

16 yaşındayken okuldan ayrılır. Çünkü ona göre okul bir zaman kaybıdır. Ama boş durmaz ve kendi kendine yabancı dil öğrenmeye başlar.

Bu arada Amerika Satranç Şampiyonluğunu kimselere bırakmaz.

22 yaşında bildiklerini başkalarıyla paylaşmak adına bir kitap yazar. İsmini “Bobby Fischer Satranç Öğretiyor” koyar ki; bu kitap tarihin en başarılı satranç kitabı olarak kabul görür.

28 yaşında FIDE - Dünya Satranç Federasyonunun ilk 1 numaralı resmi oyuncusu olmaya hak kazanır.

Artık sırada Dünya Şampiyonluğu vardır.

Aldığı yaşlarla beraber başarıları, ödülleri, şampiyonlukları artarken; kendi iç dünyasındaki mutsuzluğu diplerdedir ne yazık ki.

Hastalığını asla kabul etmediği gibi, kendisine uzanan elleri de hep uzaklaştırır. Bu durum onu yalnızlığın çaresizliğinde, aşırı şüpheci birisi yapar.

Öyle ki maçlarından bir tanesinden önce, dişlerinden birini Rusların içine verici koyduğunu düşünerek kendi elleri ile çeker.

1972 yılında ilk maçına çıkar. O zamanların Dünya Şampiyonu olan Boris Spassk ile karşılaşır.

Yenilir. Çünkü seyircinin öksürük seslerine ve kameranın kayıt bantlarının dönüş hışırtısının konsantrasyonunu bozduğuna inanır.

İsteği üzerine ikinci maç seyircisiz ortamda yapılır. Ve Fisher o zamana dek kullanılmayan hamleler ile rakibini yener.

Kendisi artık bir Dünya Şampiyonu’dur.

Ancak ne olursa o yıl olur ve satranç aşığı Fisher 20 yıl boyunca hiç satranç oynamaz.

Kaprisleri ve geçimsiz tavırları ile etrafındaki herkesi kendinden uzaklaştırır.

Bu arada kendi ülkesine karşıt sözleri nedeniyle vatandaşlıktan çıkarılır.

Uzun yıllar kanun kaçağı olarak yaşar.

Japonya’da tutuklanır.

Zorluklar ve üzüntülerle dolu hayatında ülke ülke dolaşmak ve kaçmak zorunda kalır.

64 yaşında hayata veda ettiğinde ise bir İzlanda vatandaşıdır.

Pek çok kişiye satrancı sevdirmiş, zeki hamleleri ile satrançta adeta devrim yaratmış, dünya çapında ün ve paraya kavuşmuş ancak hiç mutlu olamamış bir yaşam öyküsüydü karşımızdaki.

İçimden ‘her şeyin bir bedeli olduğunu’ söylemek istesem de, artık tanıdığınız bu şampiyonun yaşam yolundaki yorumunu sizlere bırakıyorum.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.07. 2019

Kaynaklar: http://bilmiyorsan.com; Şah Mat - Orijinal adı  Pawn Sacrifice filmi (izlemenizi öneririm); http://www.milliyet.com.tr.



2 Eylül 2019 Pazartesi

SİZİNKİSİ HANGİSİ?


Özgür yalnızlık mı?

Yoksa özgür olamadan, kalabalıklar içinde zindan karanlığını anımsatan yalnızlık mı?

Gelin bu soruya yanıt arayalım.

Her birimiz birbirimizden farklıyız. Dolayısı ile ruhumuzun üzüntüsü farklı şeylerde, farklı şekillerde açığa çıkıyor.

Evet, hayat boyu aldığımız yaralarla büyüyoruz.

Var oluyoruz.

Bir yandan kendimizi tanımaya çalışırken, kişiliğimizi kazanıyoruz.

Ancak içinde yaşadığımız toplumun kültür, gelenek ve görenekleri; çoğu şeyde olduğu gibi; yalnızlık konusunda da bizleri diğer ülke insanlarından ayırıyor.

Beni böyle düşündüren Camdaki Kız isimli romandaki şu satırlar oldu.

‘’Onlar hayatlarını özgür ama yalnız yaşar ve ölürler. Biz ise hiç özgür olamadan, kalabalıklar içinde, bağımlılığın en koyusuyla harman olarak, hüzünle yaşar ve ölürüz. Onun için ne onlar bizi anlar, ne de biz onları. Arada bir onlara imrensek de, biraz içlerine girip de o koyu yalnızlığın kokusu burnumuza gelince kaçacak delik ararız.’’

Yazar Gülseren Budayıcıoğlu’na katılmamak elde değil.

Gerçekten de bizler şanslıyız.

Bazılarımız çekirdek ailelerde yetişmiş olsak da; hatta yarım hayatların üstün körü sevgisizliğinde yaş alsak da; aslında kalabalıklara alışığız.

Yaşadığımız mahallenin yaşlıları, emektar satıcıları, hatta her sabah aynı yolu beraber arşınladığımız gencinden yaşlısına pek çok insanla çevrili hayatımız.

Madalyona bu tarafından bakarsak yapayalnız değiliz hiçbir zaman.

Kısacası yalnızlığa alışkın değiliz.

Belki de bu yüzden gün gelip tek başına kalmaktan deli gibi korkuyoruz.

İşte bu noktada hiçbir zaman yalnız kalmayacağımızı, en azından kopkoyu bir yalnızlıkla sınanmayacağımıza inanırsak; korkumuz hafifleyecek.

Elbette buradaki diğer sorun istediğimiz anda özgür yalnızlığı yakalayamamak. Ancak daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, bu tamamen bizim elimizde. İstersek başarabilir, o dengeyi yaşantımızın her anında koruyabiliriz. Yeter ki iç sesimize kulak verelim. Kendimiz için kısa ama doyurucu anlar yaratalım.

Ne olur yalnızlığınız karanlıkta kalmasın.

Yüreğimizdeki sevgiye sıkıca tutunursak; birileriyle sevgide buluşabilir ve konuşmasak da anlaşabiliriz. O koyu yalnızlık bulutunu yok edebiliriz.

Özgür yalnızlığınızın keyfine varmak bu kadar kolay aslında.

Ben olsam denerdim.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

11.07.2019

Kaynaklar: Gülseren Budayıcıoğlu imzalı ‘Camdaki Kız’ romanı.







Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...