22 Eylül 2011 Perşembe

YETER! ( SON DAMLA)


Yeter artık, yeter!

Her şeyi alttan almaktan, kimseler gücenmesin diye hep sineye çekmekten, hep başkalarını düşünmekten yoruldum.

Biraz da beni sevsinler istiyorum, biraz da beni düşünsünler tıpkı benim onları sevdiğim ve düşündüğüm gibi. 

Biraz da beni şımartsınlar, benim için bir şeyler yapsınlar. Zorluklara katlansınlar, mücadele etsinler. Beni düşünerek adım atsınlar, beni mutlu etmenin yollarını arasınlar, buna kafa yorsunlar.

Sürprizler yapsınlar tıpkı benim onlara yaptığım gibi, küçük, ufak tefek ama manen çok değerli. Biraz da benim için içleri titresin birilerinin; yeri geldiğinde gözleri nemlenerek, ama mutlulukla ve tebessümle hatırlasınlar ve arasınlar beni.

Beni ben olduğum için sevsinler, karşılık beklemeden, art niyet aramadan.

Sadece ben olduğum için.

Arada sırada isyan etmeme, çocuklar gibi mızıkçılık yapmama, küskünlüklerime, asık suratıma katlansınlar sevgiyle. Tepkilerime izin versinler, ağzına kadar dolmuş ve taşmak için son bir damlayı bekleyen sabrıma izin versinler, dinlendirsinler.

El üstünde tutsunlar beni, gördükleri tüm güzelliklerde beni de yanlarında istesinler,  paylaşmak için mutlulukları.

Şımartsınlar beni; tıpkı minicik bir bebeği öpüp koklar gibi sevgiyle sarılsınlar, içten katıksız. Öyle sıkı sımsıkı sarılsınlar ki bana, kalplerinin atışını hissedeyim tenimde.

Çok şey mi istiyorum?

Biraz kendini düşünmenin, biraz kendinle ilgili mutluluk ve sevgi aramanın neresi yanlış?

Hem hep söylemiyor muyuz; eğer kendimizle barışık olmazsak, eğer kendimizi yeterince sevmezsek başkalarına nasıl hayrımız dokunur ki?

Hayır, hayır sakın yanlış anlaşılmasın.

Yaptıklarımdan, çabalarımdan, karşılıksız sunduğum sevgimden, kendimden çok sevdiklerimi düşünmekten, onlar için şartlarımı sonuna kadar zorlamaktan asla pişmanlık duymadım, duymuyorum.

Keşke’lerim yok bu anlamda hayatımda; şimdi bu son damlanın sınırında bile iyi ki yapmışım diyorum ve bundan mutluluk duyuyorum.

Ama o son damla ha düştü, ha düşecek.

İşte tüm korkum bu yüzden.

O zaman ne mi olacak? İşte bunu ben de bilmiyorum.

Kimbilir belki de rezervimi çok erken tükettim, yıllar koşup giderken kendimle ilgili her şeyi erteledim. Şimdi geri döndürseler beni ve aynı yılları verseler, yapacaklarım yine aynıları olacaktır biliyorum. O nedenle kimselerle değil, kendimle hesaplaşıyorum.

İşte böyle…

Bu iç seslerinin çoğunu ya da en azından bir kısmını hangimiz duymuyoruz ki hayatımızın o en sancılı dönemlerinde?

Kimimiz bastırıyor, yok sayıyor. Kimimiz onunla konuşuyor ve iç sesine kulak veriyor.

Ama her halükarda o iç ses ‘’ yeter, son damla ha damladı, ha damlayacak’’ diyorsa durup dinlenme vaktidir. Kendinizi çok ihmal ettiğinizin en açık göstergesidir.

Siz siz olun, biriktirdiklerinizle o son damlayı sakın beklemeyin. Ara ara hayat molaları vererek, kendinizi kimsenin şımartmasını beklemeden siz şımartın. Şımartın ki, yüzünüzdeki tebessüm size hiç küsmesin.

Unutmayın ki tebessümün olduğu yerde huzur ve mutluluk her daim vardır.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.05.2010

19 Eylül 2011 Pazartesi

GALATA KULESİ ( 360° İSTANBUL)


İstanbul’da gezilecek, görülecek, tarihine, güzelliklerine hayran kalınacak öyle önemli yapıtlar var ki…

Her biri nevi şahsına münhasır, her biri ayrı bir emeğin, ayrı bir güzelliğin simgesi…

Buram buram tarih kokuyor.

Sizi kendisine hayran bırakıyor.

İşte bu güzel yapıtlardan bir tanesiyle seslenmek istedim bugün, bu yazımda.

Yer Galata, yapıt ise tarihin tozlu sayfalarından başını masmavi gökyüzüne uzatmış; adeta İstanbul’un simgelerinden birisi haline gelmiş Galata Kulesi.

İstanbul’un tüm güzelliklerini 360° açıyla görebileceğiniz buram buram tarih kokan masalsı bir kule.
Bizans İmparatorluğu döneminde yapılan, bir süre Cenevizlilerin kullandığı kule; 1453’te 
İstanbul’un fethi ile Türk’lerin eline geçiyor. Yıllarca değişik amaçlara hizmet ediyor, pek çok badireler atlatıyor ama, dimdik ayakta kalmayı başarıyor. Şimdilerde ise hem eşsiz manzarası hem de leziz Türk yemeklerinin ve danslarının sunulduğu gece kulübü ile turistlerin ilgi odağı. Bakımlı, tertemiz, bir o kadar da mağrur. İstanbul semalarında ben de varım diyor, bütün ihtişamı ile.

Çocukluk yıllarımda rahmetli babacığım bir gece yemeğe götürmüştü beni. Tüm hayatım bu güzel şehrin mozaikleri arasında geçtiği halde bir daha gitmek kısmet olmamıştı. Taa ki bugüne değin. Bu kez kızım eşlik etti bana. Biz gezimizi gündüz yaptık ve el ele İstanbul’un o eşsiz manzarası arasında adeta kaybolup gittik.

Güneşin parlak ışıkları altında pırıl pırıl parlayan boğaz, Boğaziçi köprüsü, Kız Kulesi; diğer tarafta Galata Köprüsü, Atatürk köprüsü ve nihayet Haliç köprüsü ile ışıldayan Haliç. O ne güzel manzara, o ne büyülü atmosfer… kelimeler düşüncelerime yetişmekte zorlanıyor inanın bana.

Tarihi yarımada üzerinde yer alan Topkapı Sarayı, Ayasofya, Aya İrini, Sultanahmet Cami, Süleymaniye Cami, Eminönü Yeni Cami, Yıldırım Beyazıt Cami, Çemberlitaş, Beyazıt Kulesi, Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı,… tam karşınızda. Tarihin içinden size adeta göz kırpıyor. Her biri içinde binlerce anısıyla tarihimizin bugüne gelen yansımaları.

Kulenin 16,45 metrelik çapını adım adım gezmek demek işte bu tarihle, bu doğa güzellikleri ile iç içe olmak demek. İnsanın ayrılası gelmiyor oradan. Bir tur atmak yetmiyor, bir daha bir daha çevresinde dönmek ve İstanbul’un tüm güzelliklerini gözleriyle içmek istiyor insan adeta. Yerden 61 metre yüksektesiniz, rüzgar hafif hafif esiyor ve siz muhteşem güzelliklerin karşısında kendinizden geçiyorsunuz. Bu kod farkı deniz seviyesinden tam 140 metre aslında. Bu arada kulenin duvar kalınlığı da 3,75 metre. İç pencerelerden bu mesafeyi anlamak da mümkün. Kulenin 5. Katında top namlularının yerleştirildiği yuvalar, 7. ve 8. katların her birinde ise 14 pencere bulunuyor. Her şey inanılmaz güzellikte.  

O eşsiz manzarayı izlerken; Galata’dan Üsküdar’a olan mesafeyi gözünüzle bile zor takip ediyorsunuz. Oradan uçmayı denemek  ne büyük bir cesaret, hem de o zamanın şartlarıyla. Sözünü ettiğim kişiyi elbette tanıyorsunuz. Kendi yaptığı kanatları ile dünyada ilk uçan kişi unvanını alan Hezarfen Ahmet  Çelebi ( Hezarfen lakabı Farsça olup, çok şey bilen anlamına geliyor).

Böylesine korkusuz bir büyüğümüzün olması, dünyaya adımızı cesaretiyle ve zekasıyla kanıtlaması bir Türk olarak hepimizi gururlandırıyor. Ama gelin görün ki kulede ona ilişkin yeterli tanıtım yapılmamış. Onunla ilgili daha geniş bir bilgi sunumu olmalıydı. Bir simülasyon yapılabilirdi ya da en azından  yabancı ve Türkçe lisanlarda bir belgeselin ekranda gösterilmesi, hoş olmaz mıydı diye düşünmeden edemedik kızımla.

Oradan ayrılırken böylesi güzel bir şehirde yaşadığımıza, bu denli zeki ve gözü pek ataların evlatları olduğumuza bir kez daha şükrediyoruz.

Elimizde öyle değerli hazineler, öyle ihtişamlı yerler var ki… hepsi tarihin içinde birer yıldız gibi parlıyor. Bizlerin yapacağı tek şey ise onlara daha çok sahip çıkmak, değerlerini daha çok bilmek ve en güzel şekliyle tanıtımını yapmak.

Gerisi? Gerisi zaten kendiliğinden gelecektir.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.09.2011


17 Eylül 2011 Cumartesi

DENİZİN DİBİNDE SADIK KALANLAR / SAKLI YAŞAMLAR…



Sonsuz maviliğin içinde, sessizliği bozmadan yaşayan; binbir çeşidi ve rengi ile bizleri adeta büyüleyen denizin esas sahipleri ve sahibeleridir onlar.

Balıklar…

Yeşilden, turkuaza, açık maviden laciverde kadar o güzel renk harmonisi içindeki ihtişamları, o sessiz  yaşantıları ve kendi aralarındaki uyumları nasıl da muhteşemdir. 

Her birinin yaşamı bir diğerinden farklı döngüde tamamen yaşamda kalma mücadelesine dayansa da; detaylarda gizlenmiş pek çok nokta var ki, anlatılmaya değer.

Biz insanoğlunun hoyratça kullanması, atıklarla, çöplerle kirletmesi bir yana; nesillerini yok edercesine avlanmamız sayesinde pek çoğunun yok olma tehlikesi geçirdiği, sayılarının azaldığı ise unutulmayacak bir gerçek.

Evet doğa kanunları gereği yaşamlarını sürdürmek adına büyük balık küçüğü, güçlü olan güçsüzü yer; ama yine de nesillerini yok edecek bir zararları dokunmaz birbirlerine. Her biri doğanın çetin şartlarında mücadele ederek yaşamlarını sürdürme ve çoğalma çabasındadır o kadar.

Üstelik bu çabaları bazıları için akıl almaz boyutlardadır ve bedeli kendi canları olur. Yumurtlamak için kendilerini bir anlamda feda ederler. Tıpkı kuzeyin soğuk denizlerinde yaşayan somon balıkları gibi.

Annelerinin nehir yatağında açtıkları çukurlara bırakılan yumurtalar yavru balıklar olarak bir süre orada beslenir. Yeterli büyüklüğe erişenler doğup büyüdükleri nehrin kollarından denize ulaşırlar. Vücutlarının uğradığı değişimle tatlı sudan tuzlu suya geçişe kolayca uyum sağlar ve okyanusun lacivert sularına açılırlar. Ergenlik dönemine erişinceye kadar bolca yemek stoklayıp yağlanırlar. Ardından annelerinin yaptığı işi kendileri üstlenirler. Tam tersi istikamette kilometrelerce yüzerek yumurta bırakacakları yere gelirler, ellerindeki avuçlarındaki tüm stoğu tüketme pahasına hem de. Doğdukları nehri, üstelik doğdukları çukuru kendi elleriyle koymuş gibi bulurlar.  Doğadaki işlevleri bitmiştir artık; oraya yumurtalarını bırakırlar ve dölleyip ölürler. İşte denizin bu en sevdiğim balıklarının böylesi muhteşem bir yaşamları var.

Buna benzer pek çok örnek var denizlerin dibindeki yaşamda. Ama içlerinden bizlere pek de yabancı  olmayan, bizim sularımızda yaşayan bir balık cinsinin yaptıkları var ki işte bana bu yazıyı yazdıran da o balık oldu. Kırlangıç balığından söz ediyorum. Bu özel balığı pek çoğunuz tanıyorsunuz biliyorum.


Tombul, iri, pembemsi  benekli bir gövde ve ona eşlik eden kocaman bir kafa ile körüklü bir ağız. Kırmızı kahverengi iri gözler ve rengarenk yan yüzgeçleri. Dipte yüzerken yan yüzgeçlerini açarak öyle nefis bir görüntü oluşturur ki izlenmeye doyulmaz. Denizin dibindeki kumluk, yumuşak alanda yaşarlar ve çok  yavaş hareket ederler. Suyun dışına çıkınca hava dolu yüzme keseleri guruldayarak ağlamaya benzer sesler çıkardığı için, eski balıkçılar tarafından derviş balığı olarak adlandırılır ve pek avlanmazmış.

En büyük özellikleri ise denizin dibinde eşli olarak yaşıyor olmaları. Eğer oltayla eşlerden bir tanesi yakalanırsa, diğeri de onun peşinden kendiliğinden yukarıya çıkıyor. Kepçeyle de kolayca avlanıyor. Yani eşi uğruna kendisini feda ediyor. Belki denizden çıkarken gözyaşı döktükleri söylenen tek balık olmaları bu yüzdendir.  Bizler bir anda iki kırlangıç balığı yakalamanın sevinç ve gururunu yaşarken, onlar birbirlerini ölüm anında bile terk etmiyorlar. İşte ben bu özelliklerine bayıldım.

Hayatın çetrefilli yollarından geçerken öyle olaylar yaşıyoruz ve duyuyoruz ki o acımasızlıklar karşısında bir balığın yaptıkları içimizi titretiyor. Ve ister istemez bizi insanlığımızdan utandırıyor. Bir balığın eşine sahip çıkması, onunla beraber ölümüne bir hayatı paylaşması, adeta ölüme meydan okuması…

Hani olur da bir gün tabağınızda bir kırlangıç balığı olursa, eşinin de belki yan masadakilerin tabağında olduğunu hatırlayın isterim. Ve biz insanların  aklımızla, zekamızla, düşünme gücümüzle yine de bu güzel balıklardan ders almamız gerektiğini… Eğer tercihinizi somon balığından yana kullandıysanız, çatalınıza aldığınız o balığın nasıl büyük mücadeleler verdiğini ve gücünü anımsayın, olmaz mı?

Denizi, beni her daim çeken maviliğini ve içindeki yaşamı çok seviyorum. Üstelik derin sulardaki bu muhteşem dünyada, minik ama gizemli detayların varlığından haberdar olmak beni her defasında daha da büyülüyor. Umarım sizin içinde hoş bir mavilikte gizemli bir mini yolculuk olmuştur. Denizin dibi de olsa mücadele ve bağlılık aynen yeryüzünde olduğu gibi devam ediyor…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.08.2011  

15 Eylül 2011 Perşembe

TEKNOLOJİ HARİKASI MI, BÜYÜKLERİN OYUNCAĞI MI?


Bazen düşünüyorum da cep telefonları hayatımızda yokken bizler neler yapıyorduk?

İlerleyen teknoloji beraber öyle hızlı bir ilerleme gösterdik ve bir anda teknolojiyle öyle haşır neşir olduk ki… Eskiden cep telefonlarımız yokken neler yaptığımızı artık hatırlayamıyoruz bile. 

Teknolojinin tam içine doğan şimdiki çocuklara, gençlere bunlardan söz etmek bile bir masal gibi geliyor.

Evet teknoloji  ilerledi, evet bu sayede yaşamımız kolaylaştı. Yenilikleri çok seven, açık ve meraklı birisi olarak hepsine evet; ama cep telefonlarına kendimizi çok mu kaptırdık nedir?

Bundan seneler evvel, İtalya’ya yaptığım bir seyahatte tanışmıştım onlarla. Caddelerde ellerinde cep telefonları ile konuşan İtalyan iş adamlarına gıpta etmiştim. İtiraf etmem gerekirse bu manzara beni çok etkilemişti. Böylesi güzel bir gelişimin ülkemize ne zaman geleceğini ve gelince hayatımızı nasıl kolaylaştıracağını düşünerek tebessüm ettiğimi dün gibi hatırlıyorum.

O zamandan bu zaman her şey ne kadar da hızla değişti. Cep telefonu kullanımında birinci sıraya yükselmemize ramak kaldı; verilere göre şu anda dünya üçüncüsüyüz. Ülkece cep telefonlarımızı artık yanımızdan bir saniye olsun ayırmaz olduk, neredeyse onunla bütünleştik.

Şimdi yolda çocuğundan büyüğüne, öğrencisinden emeklisine, satıcısından çöp toplayıcısına kadar herkesin elinde gördüğümüz telefonlar sanki başa bela. O yoksa yanımızda bir yanımızı eksiki hisseder olduk. Tüm bilgilerimizi ona yükledik, tüm önemli notlarımızı ona kaydettik. Sevdiklerimizle irtibatımızı sağlayan tüm adresler bu alette. Başına herhangi bir şey gelince elimiz ayağımız birden kesiliveriyor. Sanki onsuz hayatımız duracakmış gibi hissediyoruz.

Tamam, yeni nesilleri anlarım ama, bizim gibi onunla sonradan tanışanlar içinde aynı şeyin olmasını anlamakta yine de güçlük çekiyorum.

İnsanların rahata bu denli düşkün olmaları ve hemen alışmaları çok ilginç geliyor bana. Üstelik bu alışkanlığı bir çılgınlık boyutuna taşıdık neredeyse.

Kullanmaktan memnunluk duyduğumuz cebimizi, yenisi çıktığında hemen kenara ayırıp, gözlerimizi diğerlerine dikiyoruz. Bir iki tuş fazlası, bir iki program ilerisi, kameralısı, flaşlısı, siyahı, beyazı, hatta hatta taşlısı, süslüsü…

Radyasyon yayması, beyin hücrelerimizi yavaş yavaş etkilemesi gibi negatif yanlarını ise görmezden geliyoruz hep beraber. Yetişkinler, iş sahibi olanlar, bir zorunluluk nedeni ile hep cep telefonunu yanında taşıyanlar neyse ama, ya ufacık çocuklara ne demeli?

Bilim bir yanda akıl almaz boyutlarda ilerlerken, maalesef sağlığımızı negatif yönde etkileyecek pek çok tohumu da ekerek geliyor. İleride nasıl patlak vereceğini bilemediğimiz için olsa gerek pek üzerinde durmuyoruz. ''Adam sende'' deyip yolumuza devam ediyoruz. Ama en azından çocuklarımızı bu çılgınlıktan birazcık uzak tutmakta fayda var diye düşünüyorum.

Teknoloji, ilerleme, yeniliklerden haberdar olma ve onlara uyum sağlama, hatta benimseyip kullanma… tüm bunlar çok güzel elbette. Ama yerinde ve kararında olursa…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

17.08.2011

7 Eylül 2011 Çarşamba

SARI EN ÇOK ONLARA YAKIŞIYOR!



İstanbul’un sokaklarında görmeye en alışkın olduğumuz şeylerden bir tanesidir sarı taksiler…

Güneşli günlerde her yerde gözümüze çarpan, ama her ne hikmetse yağmur yağdığında ortadan aniden yok olan taksiler ve onları kullanan her meslekten taksi şoförü. İçlerinde üniversite mezunu olanı da var, sadece ilkokulu bitirmiş olanı da. Gündüz öğretmenlik yapıp gece taksinin başına geçen de var; baba mesleği olduğu için genç yaşından itibaren hayatını taksiye adayan da. Emeklisi de var, işinden ayrılmış olanı da. Severek yapanı da var, sırf mecbur kaldığı için direksiyon başına geçen de.

Taksiye binmek ayrı bir derttir İstanbul gibi kocaman bir metropolde, takside direksiyon başına oturup müşteri almak da. Bu madalyonun iki farklı yüzüdür aslında.

Bir yüzünde biz müşteriler varız. Taksiye her bindiğimizde, varacağımız noktaya en uzun yollardan götürüleceğimiz ön yargısı ile hep bir tedirginlik hissederiz. Belki de yolları bilerek uzattıklarına defalarca tanık olduğumuz için onlara güvenmekte zorluk çekeriz. Buna verilen para üstlerinin sahte çıkması gibi nahoş haberler de eklenince, taksiler bizim için konforlu bir taşıma aracı olmaktan çıkıverir o anda.

Kendi adıma araba kullandığım zamanlardaki sıkıştırmalarını, korna ile tacizlerini de düşünecek olursak; çok acil durumlarda ve mecbur kalmadıkça taksiyi tercih etmediğimi söyleyebilirim. Üstelik kızımın her taksiye binişinde yaptığım tembihlerin ardı arkası kesilmez, o anlarda annelik iç güdülerim her zaman daha ağır basar.

Ama öte yandan madalyonun diğer yüzündeki taksi şoförlerini  ve onların zorlu yaşam mücadelelerini göz ardı edemem. Bu yazıyı yazmamdaki ana neden de bu işte. Madalyonun diğer yüzüne empati ile yaklaşabilmemizi sağlamak.

Kimin nesi olduklarını bilmedikleri kişiler tarafından bıçaklanan, öldürülen, darp edilen, kazançlarına el konulan, artan devasa benzin fiyatlarıyla baş etmekte zorlanan, kazançları gün be gün eriyen, geçim derdinin en kıyısındaki isimlerdir onlar.

Biz onlara, onlar bizlere güvenemiyoruz. Neden? Çünkü her iki tarafta pek çok kötü örnek görüyor, bizzat yaşıyor ya da çevresinden duyduğu olumsuzluklardan fazlasıyla etkileniyor.

Oysa ki onlar da bir baba, bir ağabey, amca, dede; ev geçindirme derdini en deriden hisseden, geceleri kelle koltukta direksiyon sallayan aile sahipleri. Hepsinin anası, babası, evladı, eşi, kardeşi, yakınları, sevdikleri, özleyenleri  var. 

Giderek artan geçim sıkıntısı ve yaşam zorluğu hepimizi öyle derinden etkiledi ki, artık empati yapmayı unuttuk neredeyse. Kendimizi daha çok düşünür olduk. Giderek artan bencilliğimize artık söz geçiremiyoruz.


Negatif duygularla örülü her yanımız. İyi örneklerin azlığı, kötü örneklerin çığ gibi büyümesi de bunda etken elbette. Sonuçta herkes kendi tarafından bakıyor karşısındakine ve herkes kendi adına haklı görüyor yaptıklarını.

Bilemiyorum ama belki de yıllar içinde tecrübe kazandıkça, yaşadıklarımızla yoğruldukça daha net düşünebiliyor insan. Eskiden taksi şoförlerinin aceleci tavırlarına, yollardaki sıkıştırmalarına kızardım. 
Şimdilerde ise ne zaman arkamda bir taksi görsem hemen geçmesini sağlıyorum. Biliyorum ki ben bir süre sonra aracımı bırakıp evime gideceğim, ama onun işi o araçta, o direksiyon başında saatlerce sürecek. Üstelik bizim bir iki saatlik yolculuklarımızda taşan sabrımızın ve yorgunluğumuzun çok daha fazlasını saatlerce yaşamak zorundalar. Sinirlerinin çelik gibi olmasını beklemek, sabırlı davranmalarını ummak belki de fazla iyimserlik olur.

Evet, her iş zordur kendi alanlında. Her işin dışarıdan görünmeyen, ancak çalışanın anlayabileceği zorlukları vardır. Bunu kabul ediyorum ama yine de onları anlamaya çalışıyorum.

Taksi kullananların da duyguları olduğunu, onların da sevebileceğini, onların da bizler gibi mutlu ya da üzgün anları olabileceğini düşünmek istiyorum. Asık suratlarının, kilit vurulmuş ağızlarının, kimi zaman çeneye vurup yerli yersiz konuşmalarının vardır bir sebebi. Kötü bir gece geçirmiş olabilirler, evlerinde bir hastaları olabilir, kiralarını ödeyemedikleri için sıkıntıları vardır, eşleri ile tartışmışlardır, bir yakınlarını kaybetmişlerdir, kaza atlatmışlardır,… ne bileyim ya da en basitinden bizden önce ki zor bir müşteri tabiri yerindeyse sinirlerini oynatmış, tüm pozitif enerjilerini yok etmiştir. Sonuçta onların  da bizlerle beraber  hergün yaşadığımız bu kaostan nasiplerini fazlasıyla aldıklarını unutmamak lazım.

En azından bu yazıyı okuduktan sonra bir taksiye binerseniz eğer, bir de onlara bu gözlüklerle bakın lütfen. Belki de ön yargılarımızı azaltmamız için bir vesile olur bu ilk hamle. Ne dersiniz?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

17.08.2011

5 Eylül 2011 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN KANAYAN YARASI - İŞSİZLİK!


‘’Cari açık giderek büyüyor… Son yapılan belirlemelere göre… ’’;

‘’Bu ayın zam şampiyonu biber oldu, ikinci sırada patlıcan… ’’;

‘’Dış ticaret açığımız artıyor, borçlarımız geçen yıllara oranla….’’;

‘’ Altın rekora koşarken, borsa dibe vurdu… ‘’

Tüm bu satırlar gerek yazılı, gerekse görsel  medyada hemen  hergün rastladığımız, üstelik pek çoğumuzun üzerinde dahi durmadığı ekonomi haberleri. Hem ülkemizi hem de dünyayı ilgilendiren bu haberlere gözlerimiz ve kulaklarımız aşina olduğu halde, pek çok kelimenin anlamını  tam olarak bilmediğimiz ise bir gerçek. Ancak hepimiz, tüm bunların gerek ülkemizdeki gerekse dünyadaki piyasalarla ve giderek artan işsizlikle birebir ilintili olduğunun farkındayız.

İşte bizim için can alıcı kelime… İŞSİZLİK! Türkiye’nin ve şimdilerde dünyanın kanayan yarası!

Devir değişti, artık aslanın ağzındaki ekmek midesinde bile değil. Eskiden üniversite mezunlarının el üstünde tutulduğu, itibar gördüğü ve  en üst mevkilere rahatlıkla yükselebildikleri iş imkanları azaldı. İşe alınırken tercih sebebi olan nitelikler katlanarak arttı.

Şimdilerde tek bir üniversiteyi bitirmek neredeyse yetersiz kalıyor, tek bir yabancı dil işe girişlerde etkili olamıyor. Üniversite mezunları okullarından mezun olmanın haklı gururunu ve sevincini buruk yaşıyor. Çünkü iş bulamama, senelerce evde bekleme korkusu daha üniversite yıllarından itibaren içlerini bir kurt gibi kemirmeye başlıyor.

Üniversiteyi bitirenler mutlaka yüksek lisans  yapmayı, ikinci bir yabancı dil öğrenmeyi kendilerinde bir zorunluluk olarak hissediyor. Yeterli her türlü donanıma sahip olsanız bile kendi çabalarınızla iş bulmanız neredeyse imkansız hale geldiği için mutlaka bir torpil aranıyor. Önemli mevkilerde bir yakınınız, bir akrabanız, bir tanıdığınız yoksa vay halinize. ‘’Hamili yakınımdır.’’ ibaresini taşıyan bir karta sahip değilseniz, size önemli kapıları açacak bir telefondan yoksunsanız çoğu kapıdan içeriye giremiyorsunuz bile.  Ne iş bulabiliyor, ne atamanızı yaptırabiliyorsunuz. Size kalan sadece beklemek o kadar. Süresi ise belirsiz.

Pek çok genç dışarılarda, umutları giderek azalırken arkalarından ordu gibi yenileri geliyor. Yeterli iş imkanları yaratılamadığı, var olanlar kötü yönetimlerin sonucunda yılların emeği ile bir anda yok edildiği için de bu karabasan her geçen yıl büyüyor.

Tıpkı yuvarlanarak tutulması imkansız hale gelen bir kar topu gibi.  Şimdi tut tutabilirsen…

Yetersiz teşvikler, sadece insanları sömürmeye odaklanmış banka yasaları, bitmek bilmeyen bürokrasi pek çok emeği, pek çok yatırımı yok etti, etmeye de devam ediyor ne yazık ki. Yıllarca bir kuruş borç bırakmadan hem devlete hem de piyasaya ödemelerini yapan; itibarını her şeyin üstünde tutan nice şirket bugün ya battı ya da borcun sımsıkı zincirlerinde esaret altında. Onca bilgi birikimi, onca emek, onca üretim ve pek çok insana açılan ekmek kapısı ardı ardına kapanırken; gençlerimizin umut dolu olarak çıktığı yolda duraksamaları çok normal elbette. Önleri tıkalı çünkü.

Ataması yapılmayan öğretmenler; doğanın çetin şartlarıyla bir yıl mücadele edip sonunda ürünleri ellerinde çürüyen çiftçiler; her geçen gün birer birer kapılarına mühür konan, zincir çekilen iş yerleri; iflasın eşiğinde kıvranan, bankaların avutucu yalanlarıyla dünyası kararmış yığınla iş sahibi ve dışarıda yüzlerce, binlerce işsiz.
Genç, yaşlı, emekli, çocuk… hepsi ekmeğinin peşinde. Hepsi bu kıran kıran savaşta ayakta kalma mücadelesi veriyor.

Ve bunlara paralel olarak evde ekmek bekleyen eşler, çocuklar; dışarıda ödenmeyi bekleyen borçlar, aylarca geciktirilen kiralar, ödeme tarihleri geciktiği için kesilme korkusuyla açılan elektrik düğmeleri, fazla tüketilme korkusu ile kısılarak açılan su vanaları, mum ateşine dönüşen ocaklar, soğuktan tir tir titrerken bile açmaya cesaret isteyen doğalgaz vanaları.

Her gün işinden atılma korkusu, ay sonunda hak ettiği maaşı alamayacağı endişesi, … bu karabasanlarla ve her gün geri geri giden adımlarıyla iş başına oturan yığınla kişi. Ama onların yerinde olmak için pek çok şeyi göze alabilecek kadar gözü kararmış, işsizlikten tüm umudunu, yaşama arzusunu yitirmiş diğer bir kesim. Hem de öyle böyle değil sayıları hayli kalabalık.

Bakmayın siz verilere, haberlerdeki işsizlik azalıyor söylentilerine. Gerçekler içimizde işte, gerçekler bizimle birebir yaşıyor, nefes alıyor ve’’ ben buradayım ‘’ diye adeta haykırıyor.

Pekiyi ne olacak bundan sonrası? İşsizlik alıp başını gitmişken, çoğu insanımız neredeyse açlık sınırında yaşamaya çalışırken ne olacak da her şey düzelecek? Herkes güzel bir işe, hayal ettiği  yaşam düzeyine  nasıl  kavuşacak? Hayata küsüp, tüm kızgınlığımızı sağımıza solumuza püskürtmek mi asıl olan? Birbirimizi suçlayıp, kendimizi hep en masum sıfatıyla nitelendirmek mi? Giderek umutların tükendiği bir ülkemi bırakacağız çocuklarımıza? Yoksa el ele verip daha güvenli yarınlar mı yaratacağız? Bu sorulara birer birer yanıt verdiğimiz ve ardından uygulamaya geçtiğimiz gün  insanlarımız daha mutlu olacak.

Her krizde en dibe vursak da, sonra yukarıya çıkarken yeniden doğmanın acı sancısıyla derinden sarsılsak da; içimizdeki o ışığı hiç kaybetmiyoruz. Hepimiz henüz var olan umut kırıntılarımıza gözümüz gibi bakıyor ve o günlerin çabuk gelmesi adına yaşama dört elle sarılıyoruz.

Gerisi? Gerisi bu işi düzeltecek olanlara ve onların duyarlı adımlarına kalmış, ne diyelim, haydi hayırlısı.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.08.2011 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...