25 Mart 2010 Perşembe

SON DURAK HUZUREVİ (Mİ?)



Yılların yoğun mücadelesi hem bedenimizde hem de beynimizde zorlu etkilerini bırakıp, hala genç olan ruhumuza inat yaşam kalitemiz eskilere oranla bozulduğunda hepimizin ortak sorunudur ne olacağımız. Hele hele sağlığımızda da olumsuz etkenler baş göstermiş, hareketlerimiz kısıtlanmış, kendimize ait ihtiyaçlarımızı görürken dahi zorlanmaya başlamışsak, bundan sonraki hayatımız hayli sıkıntılı geçecek demektir.

Yani önümüzde onca tecrübenin, bilgi birikiminin, yaşanmışlığın hiçe sayıldığı bir süreç vardır vardır ve biz yeni doğmuş bebek misali bakıma ihtiyaç duyan bir kişi haline geliriz hem de hiç istemeden. Bu süreci yaşamak insanı oldukça zorlar. Çok sevdiğiniz yavrularınızın her daim yanınızda olduğunu bilseniz bile içiniz derinden derine kanar. Bir türlü konduramazsınız kendinize içinde bulunduğunuz durumu. Siz bu hallere düşmemeliydiniz elbette ama hayat böyle bir şeydir işte. Zaman öyle hızla ilerler ki, siz durup soluklanıncaya ya da arkanıza bakıncaya kadar koca bir ömrü harcamışsınızdır da farkında değilsinizdir.

Maalesef hiçbirimiz gün gelip yaşlanacağımızı, gün gelip başkalarının bakımına muhtaç hale geleceğimizi aklımıza dahi getirmiyoruz, öyle değil mi? Üstelik hemen her konumda onlara acımasızca davranıyor, karşılıklı ilişkilerimizde de gerekli özeni göstermiyoruz. En basitinden; geçmişlerindeki önemli olayları, hatıralarını her defasında ilk günün tazeliği ile anlattıklarında içimizden isyan ediyor, hatta bunu yüzlerine vuruyoruz. Bizler için gereksizmiş gibi görünen pek çok eski eşyaya sıkı sıkı bağlanmış olmalarını garipsiyor; geçmişten bugünlere taşıdıkları, anılarıyla bezeli her bir parçanın onlar için ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu fark edemiyoruz. Onlara sormadan yerlerini değiştiriyor hatta kaldırıp atıyoruz. Bir anlamda geçmişle aralarında kurdukları o köprüleri yıkıyoruz. Geçmişlerine bu denli sahip çıkmalarına, onlardan kolayca vazgeçmemelerine dayanamıyoruz.

Trafikte arabalarını yavaş sürüyor, kurallara aşırı titizlik gösteriyor diye sürekli kornayla taciz ediyor; yolda önümüzde yürürken ya da karşıdan karşıya geçerken yine yavaş oldukları için sinirleniyor; markette ön sıralarda alış veriş yapıyorlarken yeterince hızlı olamadıkları için homurdanıyoruz. Oysa ki unutmamak gerekli ki, insan yaşlanınca zamanı daha boldur, bizler gibi koşturması için bir sebepleri de yoktur. Yaşlıların bizleri zaman zaman kızdıran, aheste ama son derece naif olan bu hareketleri, arada sırada gündeme gelen o tatlı unutkanlıkları birazda bu sebeptendir.

Her ne şekilde olursa olsun bence yaşlılık sitemi ve sinirli çıkışları değil, saygınlık dolu, içten, sıcak, samimi ve şefkatli yaklaşımları hak eder. Onların hayat tecrübesi, onların yaşanmışlıkları, ağızlarından çıkacak her söz aslında o kadar değerlidir ki… Onlar hayatın en acımasız kulvarlarında kim bilir neler yaşamışlardır. Bu yaşam deneyimlerinden faydalanmamız aslında bizler için bulunmaz bir nimettir.

Yüzlerindeki, ellerindeki o derin çizgiler, bedenlerindeki o duruş, gözlerinin ve saçlarının değişen rengi ile hayatlarının son evresinde, son elvedaya çeyrek kala; bu kez son defa zorluklarla mücadele etmektedirler. Yavaş hareket etmek zorunda olmayı, unutkanlığı, sevdikleriyle beraber pek çok şeyi geçmişe gömmeyi, bir daha hatırlayamamayı ve bu şekilde bir yaşamı kabullenmeyi kolay mı sanıyorsunuz? Onca tecrübenin, onca yaşanmışlığın ödülünü beklerken böylesi cezalandırılmak… nasıl geçip gittiğini bir türlü anlamadığı hayatın ona son çelmesidir belki de.

Yaşlılık zordur, elden ayaktan düşmek, bir başkasına bağımlı halde yaşamak insanın içini acıtır. Yalnızlığa mahkum kalmak, gün gelip duvarlarla konuşmak, sevdiklerinin sıcacık seslerini bile ayda yılda bir duymak onları öylesine üzer ki… Dikkatle bakarsanız gözlerindeki o mahsun ifadeyi fark edersiniz sizde gülen yüzlerine rağmen. Çünkü onlar da sevmek ve sevilmek isterler, ilgi beklerle yakınlarından. Yıllar içinde yürekleri acılarla, üzüntülerle o kadar dolmuştur ki; son duraklarında huzur ararlar, dostça muhabbetleri özlerler.

Anne baba olarak görevlerini yerine getirmiş, hatta onunla da yetinmeyip torunlarına dahi bakmışlardır belki ama, şimdi bekledikleri ilgi çocukları tarafından çok mu görülmektedir? İşte bunu bir türlü anlayamazlar, aslında anlamak istemezler. Onların gözünde hala küçük olan çocuklarını, onların cennet meyvesi torunlarını sıkı sıkı kucaklamayı isterler ara sıra o kadar, hatırlanmayı birde. En çok unutulmuş olmak koyar onlara. Çünkü aile bağları onların son yolculuklarındaki en önemli etkendir, adeta hayatla aralarındaki son bağlardır.

Yaşlılık gelip çattığında son demlerini geçirecekleri yerde önem kazanır o insanlar için. Kendilerini huzurlu ve güvende hissedecekleri bir yer ve endişeden, korkudan uzak bir hayat düşlerler.

Bir kısmı yaşına rağmen sağlıklıdır ve varsa kendi evinde hatıraları arasında kalmayı yeğler. Bir kısmı ise özellikle eşini kaybettikten sonra yalnız bir evde yaşamak yerine huzur evini tercih eder. Gerçi bizim gelenek ve göreneklerimiz hala huzur evlerinin statüsünü kabullenmiş değil ama insanca yaşanan, yaşlıların mutlu olduğu güzel yerlerde var ülkemizde.

Ancak yine de pek çoğumuz anne babasını huzur evine gönderen çocukları yargılıyor, gerçek nedenini bilmeden eleştiriyoruz. Yine her zaman yaptığımız gibi madalyona tek taraflı bakıyoruz. Oysa ki bakış açımızı biraz genişletip, ön yargılarımızı bir yana bırakırsak eğer, huzur evlerinin yaşlılar için en güzel son duraklardan birisi olduğunu söyleyebiliriz. Hatta zamanla bu fikre alışabiliriz de. Tabii şartları ve yöneticileri iyi olmak kaydıyla. Haberlere konu olacak kadar kötü örneklerinden bahsetmiyorum ve onların sayılarının en aşağılara çekilmesini tüm kalbimle diliyorum.

Ben mesleğim gereği pek çok huzur evine gittim, pek çoğunu araştırdım, hatta orada yaşayanlarla konuştum. Gördüğüm tabloda iyilerin oranı maalesef kötüler kadar çok değildi ama, ben yine de gelişen değer yargılarımızla beraber onların da değişeceğine, en azından iyileştirileceğine inanıyorum. Ancak hepsinden edindiğim izlenim, yaşlıların orada tek başına oldukları gibi sıkılmadıkları, en azından kendileri ile aynı yaşlarda insanlarla beraber olmanın, paylaşmanın, sohbetin, arkadaşlığın keyfini yaşadıkları; daha bağımsız olarak yaşama daha farklı bir gözle bakmaya başladıkları… Çünkü bizler hayat koşturmacası içindeyken ne yazık ki onların yalnızlığını fark edemiyoruz. Oysa ki onlara karşı elimizden geldiğince toleranslı, esnek ve şefkatli olmamız gerektiğini, isteklerine daha hoşgörü ile yaklaşmayı denememiz gerektiğini; onları yormadan, alınmalarına fırsat yaratmadan sadece sevgimizle yaşatacağımızı biliyoruz.

Son duraklarında rahat edebilmeleri için gerekli üstelik tüm bu gayretler. Çünkü onlar yolun sonuna geldiklerinin farkındadırlar; gazetede okudukları ölüm ilanları, yaşıtlarını bir bir kaybetmenin acısı yakında sıranın onlara da geleceğinin bir işareti gibidir sanki. Büyük yazar Çetin Altan’ın “her şeyin bir bedeli var, uzunca yaşamış olmanın da; gitgide avuntusu olmayan acılar daha çok kuşatmaya başlıyor insanı” sözleri ne kadar da anlamlıdır.

Artık tek istekleri vardır, o da kimseyi rahatsız etmeden, mümkünse kendi yataklarında huzur içinde ebediyete kavuşmak…Bazıları telaşsız vakur bir eda ile doğanın bu değişmez yasasını kabul eder. Onlar kendi ölümlerine çoktan hazırlamışlardır kendilerini. Bir kısmı ise ölümden korkar; yapmak isteyip de yapamadıklarını düşünerek hayıflanır, sevdiklerini bırakıyor olmanın hüznüyle daha kırılgan bir hale gelir.

İşte böylesi yoğun duygu fırtınaları içindedir yaşlılar. Bu nedenle eskisinden daha çok ilgi ve şefkate ihtiyaçları vardır. En küçük şeylerden alınırlar, bizlere fark ettirmeseler de kalplerindeki kırık sırça saraya her defasında bir parça daha eklerler. Onlarla kurduğumuz iletişimde, diyaloglarımızda hatta göz temasımızda bile çok dikkatli olmamızın gerekliliği bu sebeptendir.

Evimizde, yanımızda ya da çeşitli sebeplerden dolayı huzur evlerinde son duraklarına çekilen yaşlılarımızdan ilgi ve alakayı esirgemeyelim ne olursunuz. Gün gelip bizlerinde aynı durumlara düşeceğimizi unutmadan; sırça saraylarındaki kırıkları olabildiğince azaltmak adına olsun tüm gayretlerimiz. Üstelik ne yaparsak yapalım onların hakkını kolay kolay ödemeyiz. Onlar bilsinler ki hep sevildiler ve her zaman sevilecekler.

Son söz şair Metin Altıok’un şiiriyle olsun…

“Birbir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar
  Ne zaman bir dosta gitsem
  Evde yoklar…”

Hepiniz sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
12.01.2007

ZOR BİR KARARIN DÖNEMECİNDE…



Günün sona ermeye, karanlığın yavaş yavaş şehrin üzerini örtmeye başladığı akşam saatlerinden birinde duyulan bir telefon sesi…

Birden, irkildiğinizi hissedersiniz nedensiz…

Belki sizlerde benzer duyguları tatmışsınızdır zaman zaman bilemiyorum. O ses, sizi o anda kendi dünyanızdan, karamsar düşüncelerinizden sıyırır; hatta üzüldüğünüz, dert ettiğiniz konu her ne ise önemini yitiriverir anında. Çünkü bir telefon sesi kadar yakınızda olan o kişi gibi, daha pek çok insanın da binbir türlü zorlukla mücadele etmek, ayakta durmak zorunda olduğunu hatırlarsınız bu beklenmedik telefon sayesinde.

Karşınızda hiç tanımadığınız, ilk defa duyduğunuz acılı ve kederli bir erkek sesi vardır ve sizden yardım istemektedir! Şaşırırsınız önce, heyecanlanırsınız ve konuya olan ilginiz nedeniyle tüm tüyleriniz diken diken oluverir anında. Karşınızdaki o hafif ürkek, hafif heyecanlı üzgün ses, sizden vereceği bir karar için destek olmanızı istemekte; hatta “siz olsaydınız ne yapardınız?” demektedir.

Bu nasıl zor bir cevaptır işte o anda anlarsınız…adeta sesiniz çıkmaz, o kısacık anda karşınızdakine vereceğiniz cevabın ağırlığı altında ezilirsiniz. Çünkü sorulan soru zor, verilecek cevap ise ondan daha zordur. Kendinizi o anda keskin bir bıçak sırtındaymışcasına hisseder, kıpırdayamazsınız. Ağzınızdan “ben olsam…” şeklinde belli belirsiz bir şeyler çıkar ama düşünceleriniz o kadar karışmıştır ki…sonunu getirmezsiniz. Bir yandan karşınızdaki kişiye yardım edememe, gönlünü yeterince rahatlatamama sıkıntısı; öte yandan nasıl cevap versem aceleciliği vardır. Çünkü sorulan soru, verilecek cevap, ağzınızdan çıkacak olumlu olumsuz her kelimenin büyük bir sorumluluğu vardır bilirsiniz.

Bu kadar gizem yeter artık! dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, belki de yazımın en başında konuyu size açıkça anlatmalıydım ama, sanırım bu önemli konuya dikkatinizi daha çok çekebilmek adına biraz gizem yaratmaya çalıştım.

Tamam, fazla uzatmadan konuya giriyorum. Şimdi yeniden o telefonun çaldığı ana gidiyoruz… Telefonda kederli bir erkek sesi vardı, ama özel numaramı ve ismimi teyit ettirdiğinde; önce yeni bir organizasyona davet edileceğimi yada bankalardaki yeniliklerden haberdar edilmek adına arandığımı düşündüm açıkçası. Ancak, gönüllü üyesi olduğum engelli grubumuz sayesinde bana ulaştığını belirttiğinde heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Beyefendi hiç soluk almadan acele ile şöyle devam etti. Bir beş dakika önce doktorlarından bir haber almışlardı, özlemle bekledikleri bebeklerine “downsendromu” teşhisi konmuştu, üstelik eşinin henüz bu olaydan haberi bile yoktu. “Ne yapmalıyım, eşime söyledikten sonra nasıl bir karar vermeliyiz? Siz olsaydınız ne yapardınız? “ diyordu telefondaki o naif erkek sesi.

Önce hiç beklemediğim bu soru karşısında kafamı toparlamaya, sonrada olabildiğince teskin edici cümlelerle biraz daha detayını öğrenmeye çalıştım. Eşi beş aylık hamileydi; aslında doktorları kesin olarak alınmasından yanaydı ama karşımdaki o ses “dini inançlarım beni zorluyor” diyordu. “Bir yandan günah olacağını düşünüyorum, öte yandan doktorun Türkiye şartlarında böyle bir çocuğu yetiştirmenin ne denli zor olduğunu söyleyen sesleri kulaklarımı tırmalıyor, üstelik eşim için oldukça riskli bir operasyon, ya ona bir şey olursa…” diye devam ediyordu.

Verilecek olan gerçekten de zor bir karardı. Öyle ki boşa koysan dolmuyor, doluya koysan almıyor misali.

O anki şaşkınlık ve heyecan içinde yaptığım yorumlarla beyefendinin içini ne kadar ferahlattım, karanlık tünelinde ne kadar ışık yakabildim bilemiyorum ama; o önemli kararı verecek olmanın insanı nasılda zorladığını yakinen anladım; birde kendime dert yapıp üzüldüğüm onca şeyin aslında ne kadar önemsiz olduğunu…

Sonuç mu?

Ben de sizler gibi bilmiyorum. Nasıl bir karar verdiler, hayatlarındaki engebeli yol ayırımında hangi yolu tercih ettiler benim içinde tam bir muamma. Ama gönlüm, hangi yolu tercih etmiş olurlarsa olsunlar, tünelin ucundaki ışığı yakalamış olmalarını diliyor.

Verilecek her zor kararın bize geri dönüşlerinde “keşke” lerimizin çok az olması dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
Eylül 2006

16 Mart 2010 Salı

KOLAY VAZGEÇENLERE…



Bazı insanlar vardır, hayatları boyunca hiçbir şeyi tam olarak kucaklayamayan, yaşamın kıyısına tutunmuş olarak yaşayan. O kıyıdan uzaklaştıklarında karşılaşacakları dalgalarla başa çıkamayacaklarını düşünen. Genelde sakin ve huzurlu bir hayat yaşamak isteyen ve onu yitirmekten, değişikliklerden deli gibi korkan, cesaretsiz kişiler.

Sevgiyi, aşkı, özlemi, nefreti tüm insani duyguları kendi içlerinde, kapalı olarak yaşayan. Böylesi insanlar asla tutkulu olamazlar; sevdiklerinin peşinden gidecek, fedakarlık yapacak; radikal kararlar verecek, mücadele edecek, sırasında köprüleri yakacak yapıda değildirler.

Kapasitelerini tam olarak kullanmazlar. Bir elleri hep o kıyıya tutunmuş haldedir. Bırakmayı akıllarına getirseler bile korkarlar. Değişmekten, yeniliklerden, tutkunun iç yakıcı bağımlılığından, hayallerinden, daha pek çok şeyden korkarlar. Cesaretleri yoktur yeniliklere, savaşmaya ve savaşın sonrası olası bir yenilgiye.

Çevrelerindeki çoğu insanı kendilerinden daha üstün, daha dokunulmaz olarak görürler. Hata yapmaktan çekinirler. Her sene aynı yerde tatile gider, her defasında aynı yoldan yürürler, yıllarca. Hayatları bu denli kalıplaşmış, tekdüze ve sıradan bir hale gelmiştir. Değiştirmeyi düşünmezler.

Böylesi kişiler sevginin hakkını vermekten de uzaktırlar. Duygularında, ilişkilerinde derinlere inemezler, hep yüzeysel kalırlar. Kendi kendilerine yaşadıkları, içlerine adeta hapsettikleri duygularının açığa çıkmasına sürekli mani olurlar. Başkaları tarafından her zaman anlaşılmayı beklerler. Ama kendileri karşılarındaki kişileri anlamayı hiçbir zaman düşünemezler. Kolayca vazgeçerler her şeyden. Hatta sevgilerinden, dostlarından bile. Çünkü onlar için kendileri ve yaşatmaya çalıştıkları kalıplaşmış düşünceleri her zaman daha önemlidir.

İçlerindeki sevgi kırıntılarını sulamayı hiç bilmezler. Ve susuz kalan, beslenmeyen sevginin gün gelip kendi içlerinde yitip gideceğinden, sevginin karşılıksız olması gerektiğinden, emek istediğinden haberleri bile yoktur.

Böylesi insanlarla arkadaşlık yapmak, sevgili olmak, hatta bir hayatı paylaşmak alabildiğine zordur. Çünkü vermeyi bilmezler. Üstelik almaya da açık değildirler. Öyle bir zırha bürünmüşlerdir ki, esneyemezler; hapis hayatı yaşarlar, anahtarın sadece kendilerinde olduğunu fark edemezler.

Sevgi, mutluluk, üzüntü gibi insana has duyguların karşılıklı alışverişlerle daha da güçleneceğini bilseler de bilmezden gelirler. Paylaşımın değerini önemsemezler çünkü.

Varsa yoksa kendileri… her şeyden önemlidir onlar. Dünyanın kendi eksenleri etrafında döndüğünü düşünürler. Ben merkezli yaşarlar. Asla sosyalleşemezler; bir topluluk içine girince ne yapmaları, nasıl konuşmaları gerektiğini bir türlü kestiremezler.

Gözlerinde yaşam enerjisi, yüzlerinde tebessüm görmek neredeyse imkansızdır. Pozitif düşünceden yoksundurlar. Bakış açıları hep negatiflik üzerine kurulmuştur. Bardağı hep boş olarak görürler.

Olaylar karşısındaki soğuk tavırları, heyecanlarını aşırı bastırmaları, tepkilerini her zaman kontrol altında tutmaları, iç dünyalarında sürekli bir savaş veriyor olmaları zordur aslında. Ama kabullenmişlerdir bir kere. Kendilerine uzatılan dost elleri, sevgi dolu bakışları görmezden gelirler her defasında. Rahatlarının bozulmaması, çizgilerinin sağa sola sapmaması çok daha önemlidir onlar için. O yol hiç değişmemeli, o çelikten zırh hiç açılmamalıdır.

Yalnızdırlar, hem de kalabalık topluluklar arasında bile. Ama tercihleri bu yöndedir zaten . Yalnız, tek düze, sıradan bir hayat sürmek ve o kıyıdan asla uzaklaşmamak. Varsa yoksa o kıyıda kalmak.

Yaşadım, mutluydum, pek çok güzel şey yaptım, daha da yapardım, keşke’lerimi bile seviyorum diyecek kadar hayata asılmazlar. Kıyıya tutunan ellerinin gücü tükendiğinde, bir girdaba kapılıp kaybolacakları güne değin de böyle yaşarlar. O gün geldiğinde kurtulmaları da zordur, çünkü yanlarında ellerini tutacak kimseler kalmamıştır.

Böylesi insanlardan olmamak için, kaç yaşında olursanız olun kırın kabuklarınızı, bulun anahtarınızı ve çıkartın çelikten zırhlarınızı. Korkmayın sizdeki eksikliklerin belki de çok daha fazlası diğer insanlarda da var. Kimse dört dörtlük değil. Kimse sizi incitemez. Önemli olan yaşamı sevmek, mutlu olmayı bilmek, sevgiyi görmek ve yaşatmak değil mi?

Şartlar ne olursa olsun değişmeyi istemek ve kararlı olmak, hem mutlu hem de başarılı olmamız için yeterli inanın buna. Azıcık cesaretle adım attığınızda gerisi kendiliğinden gelecektir korkmayın. İlk adımın cesareti sizi başarıya taşıyacak kadar kuvvet doludur; ne olur deneyin, pes etmeyin, hemen vazgeçmeyin. Vazgeçmek kolaydır ama; savaşmak, mücadele etmek, yenilmekten korkmadan yaşamak en güzelidir. Hayatın önümüze çıkardığı her bir ağır taşı kaldırmak, her bir zor yokuşu tırmanmak bizi kuvvetlendirecektir. Denemek, cesaretle olayların üzerine gitmek, korkup sinmemek, bu hayatın içinde bende varım demek gerek. İnsan ancak o zaman başarılı olur, o zaman mutluluğu yakalar ve hayata sıkı sıkıya bağlanır.

Hayat yaşamak için o kadar güzel ki. Kolay vazgeçmek olmaz; işin en kolayına kaçmak bize yakışmaz. Bir daha tekrarı olmayan bir sahne elimizdeki; kıymetini bilin ne olur. Bırakın kıyıya tutunan ellerinizi, değişimlere açık olun. Cesaretle, dolu dolu ve dibine kadar yaşayın.

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
07. 04. 2007

11 Mart 2010 Perşembe

AN’I YAKALA, ÇİLEK TADINDAYSA BIRAKMA!

Hayatı yaşarken farkında olmayı, çilek tadındaki o kısacık an’ların göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamanını yakalamanın önemini her defasında dile getiriyor ve önemini vurguluyoruz. Çünkü mutluluğun bu an’larda gizli olduğunu, oturup beklenince gelmediğini, farkındalıkla yaşamımızın daha da güzelleşeceğini ve anlam kazanacağını biliyoruz.

Ancak farkına vardığımız her an’ın bizi mutlak mutlulukla buluşturmadığı da bir gerçek. Bilemiyorum sizler de benzer ruh halini arada sırada yaşıyor musunuz?

Öyle an’lar vardır ki ne işim var benim burada dersiniz hani; orada olmak yerine kaçıp gitmek ve evinizin sıcacık güvenli duvarları arasına sığınmak istersiniz. Çünkü o an’da oraya ait hissetmezsiniz kendinizi, tamamen yabacıdır her şey size, tamamen farklı…Hatta siz bile kendinizi yabancı hissedersiniz kendinize. Anlayamadığınız, tarif ederken zorlandığınız bir ruh halidir bu yaşadığınız.

Belki zaman yanlıştır, belki yer, belki de beklenen… Ama önemli olan o an’dır ve o an’ın size hissettirdiği o garip ruh hali…Nedenini çözemezsiniz bir türlü. İçinde bulunduğunuz ortamın, çevredeki insanların hatta havanın bile etkisi vardır bunda. Ama hepsi bir yana ruhunuz isyanlardadır. O an’ı yaşamayı istemezsiniz bir türlü. Her şeyden etkilenen naif bir durum tüm benliğinizi kaplamıştır adeta. Dokunsalar dağılıverecek narin bir biblo gibi kırılgandır içiniz.

Kaçıp gitmeyi, ortamı o an’ı terk etmeyi dilersiniz taa ki iç isyanınız durana değin. Bu kısacık zaman dilimi içinde böylesine yoğun düşünürsünüz işte.

Ama merak etmeyin, bu gibi durumlarda etrafı incelemek, çevredeki insanları gözlemlemek, yani iç sesinizi farklı yönlere kanalize etmek sizi oldukça rahatlatır. Tıpkı Sezen Aksu’nun o güzel şarkısında dediği gibi…

“Bazen daha fazladır her şey
  Bir eşikten atlar insan
  Yüzüne bakmak istemez yaşamın
  O kadar azalmıştır anlam
  O zaman git hemen radyoyu aç, bir şarkı tut
  Ya da bir kitap oku
  Mutlaka iyi geliyor.
  ……. “

Bir süre sonra daha rahat ve huzurlu olduğunuzu hissedersiniz. O kısacık an’a yığılan tüm olumsuz duygularınız, ait olamama haliniz geçip gitmiştir işte ve iç isyanınız huzur bulmuştur yeniden. Tekrar kaldığınız yerden devam edersiniz hayata.

Bunun tam tersine fark edebildiğinizde bulunduğunuz an’ın sizi cezbeden büyüsünden ayrılmak istemediğiniz zamanlarda vardır ama…

Bu büyü öylesine etkisine alır ki insanı elinizde olsa zamanı durdurmak istersiniz. O an’da her şeyi unutursunuz tüm gereksiz ayrıntıları, sıkıntıları; o ana kadar sizi üzen, geren, kızdıran pek çok şey kanatlanıp uçmuştur sanki hafızanızdan.

Farkına vardığınızda ve yaşadığınız an’ın değerini bildiğinizde yaşayacağınız en güzel ruh halidir bu. Bir önceki tabloda kendinizi oraya ait hissetmezken, kaçıp kurtulmak isterken; şimdi tüm benliğinizle tüm hislerinizle ortak olmak istersiniz o an’a ve o an’ın detaylarındaki güzelliklere. O an’ı sonsuza kadar uzatmak istersiniz birde. Çünkü çilek tadındadır, çilek kadar çekici ve lezzetli.

İnsanın iç yapısı bu kadar ilginçtir işte. Ruhsal durumun dışa yansımasıdır tamamen. Her ikisinde de AN’ı fark etmekle başlar ama birinde oraya ait olamama, daha doğrusu ait olmak istememe hali söz konusu iken; ikinci durumda tam tersidir, oraya ait hisseder insan kendisini hem de tüm tezatlıklarına, tüm farklı görüntüsüne rağmen.

Sonuçta hayatın hızla akıp giden koşturması içindeyken kimbilir fark edemediğimiz ne çok an’ımız vardır, çilek tadında olup da es geçtiğimiz. “Keşke” lerle çağırsak da gelemeyeceğini bildiğimiz; ancak “iyi ki” lere kattıklarımızla avunacağımız. Onlar bir avuç deniz yıldızı olsalar bile yaşantımızda; geçmişimizi düşündüğümüzde tek tek göz kırpacaklar bize içimizi saran sıcaklık duygusuna eşlik ederek.

Belki az yaşanacaklar, belki hayatımız boyunca tek bir defaya denk gelecekler ve ikinci kez tekrarı istesek de olmayacak ama; farkına vardığımız tüm bu mutlu an’lar, unutulmaz hanemizdeki en güzel deniz yıldızları olacak.

O bir avuç deniz yıldızı içinde bir iki deniz kestanesi varsa dikeni elinize batan, onlarda yıllar sonra kanatmayacak içinizi merak etmeyin. Hatta deniz yıldızları kadar hatırlanmayacak. Çünkü insanlar yapıları gereği mutlu şeyleri hafızalarında saklar, mutsuzlukları ise bilinçaltına atıp unutmak isterler.

Çilek tadında, deniz yıldızı kadar güzel AN’larınız çok olsun; farkındalığınız her yönüyle açık, algılarınız bir radar gibi dört bir yanınızı tarasın. En güzel AN’ları bulup çıkarmak adına…biriktirin onları anılarınızda.

AN’lardan anılara kuyruklu bir yıldızınız olsun yaşamınız boyunca.

Tıpkı şair Esat Selışık’ın “Gün Devşiren Düşünceler” isimli şiirinde dediği gibi;

“ Yanı başında duran
   Kum saatini çevirdi genç adam
   Cam boğumdan
   Bir nehir akmaya başladı,kumdan...
   Yaşanmış anları yaşanmamış kılmak ister gibi.
   Biten gün
   Yeniden akmaya başladı bugün. ”

Kum saatini her gün yeniden çevirerek biten günleri yeniden başlatalım, yaşanmış AN’ları yaşanmamış çilek tadındaki AN’lara çevirmek için…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.01.2007

5 Mart 2010 Cuma

BÜYÜDÜN MÜ YAVRUM?


Büyüdün mü gerçekten tatlım, büyüdün kocaman oldun mu? Artık benim o minicik yavrum, bakarken içimin titrediği, mis kokusuna doyamadığım ipek tenli bebeğim değil misin?

Yıllar bu kadar çabuk mu geçti? Yakında yuvadan uçacak mısın yoksa? Nasıl dayanacağım ben buna tatlım? Tüm yaşamımı sana adamışken kalan ömrümde ben sensiz ne yapacağım?

Tembihlerim, uyarılarım, yol göstermelerim hepsi senin için. Senin gözyaşı dökmeden, üzülmeden, kırılmadan yaşaman için. Ben tecrübelerimi sana aktaramadıktan, onca yılın yaşanmışlığını seninle paylaşamadıktan sonra neye yarar ki yaptıklarım? Hani benim anneliğim?

Sen de beni anla tatlım. Ne yapıyorsam hepsi senin için. Seni dünyalara değişmezken, seni her şeyden çok severken nasıl sessiz kalabilirim? Göz göre göre yanlış yapmana, üzülmene, gözyaşı dökmene nasıl seyirci olabilirim ki?

Senin başında kavak yelleri esiyor tatlım; henüz erken değil mi o taşların altına elini koymak, o yükleri sırtlanmak için? Sabırsızlanıyorsun biliyorum ama önünde yaşanacak uzun yıllar var, bu aceleciğin neden?

Kıyamam tatlım sana kıyamam. Gözümden sakınırım seni, zaman bu kadar kötüyken, şartlar bu kadar acımasızken, sana bir şey olacak diye her gün, her saniye içim titrerken nasıl özgür bırakayım seni? Hem güvensizliğim sana değil, inan bana.

Ah... tatlım ah. Annelik zor zanaat, ancak sen de anne olunca anlayacaksın diye boşa değil sözlerim. Anneysen eğer akan sular duruyor; yavrun bir yanda, dünya öte yanda kalıyor. Anneysen eğer kaplan kesiliyorsun her türlü kötülüğe karşı. Anneysen eğer canını vereceğini hissediyorsun, çünkü içindeki sevgi o kadar kutsal, o kadar yüce, o kadar kabına sığmaz ve çoşkulu.

Seni anlamadığımı söylüyorsun ya tatlım, inan bana anlıyorum. Bunun için çaba gösteriyor, kendimi senin yerine koyuyor, deli gibi okuyup araştırıyorum.

Ama o dürtüler yok mu, o annelere has yumuşak dürtüler? Onlara söz geçiremiyorum. Çünkü güzel yavrum seni canımdan çok seviyorum. “ Ben sana demiştim” diye her defasında haklı çıkmaktan memnun olduğumu düşünme sakın tatlım. İnan içim eziliyor, sen bir üzülünce ben bin üzülüyorum. Sen neşesiz olunca, benim de iç isyanlarım artıyor. Sen kırıldığında benim kalbimdeki kırıklarda artıyor. Ama sen gülümseyince içimde güller açıyor, sen mutlu olunca ben de dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Sen paylaştıkça ben denizler misali çoğalıyorum.

Artık sana sarılamıyorum bile doğru dürüst farkında mısın? Küçükken kucağımdan inmeyen, elini elimden ayırmayan sen yoksun sanki. Böylesi anlarda hep nerede yanlış yaptım diye üzülüyorum, geceler boyu düşünüp hatalarımı kendimde arıyorum.

Doğru, belki de büyüdüğünü kabul edemiyorum. Zamanın acımasızlığını içime sindiremiyorum. Haklısın fazla korumacı davranıyor, sen yanlış yaparken sessiz kalmayı beceremiyor, belki de sevgi gösterilerimle seni bunaltıyorum ama ben bir anneyim tatlım. Anne olmanın tüm değerlerini iliklerine kadar hisseden bir anne.

Ve senin yolunda bin canı olsa binini de verecek olan bir anne, tıpkı diğer anneler gibi. Sana elbette güveniyorum tatlım, seninle gurur duyuyorum ve her zaman duyacağımı da biliyorum. Düşüncelerin, davranışların, çevreyle olan iletişimlerin, efendiliğin, iyilikseverliğin her şeyin o kadar güzel ve o kadar sevgi dolu ki. Hayallerinin hepsi gerçekleştiğinde yeni hayallere yelken açmayı unutma tatlım. Sevgine emek verip çoğaltmayı da.

Seni kollarıma almak, tıpkı eskisi gibi sana sıkı sıkı sarılmak, mis kokunu içime çekmek için çok mu geç kaldım yoksa? Oysa ki yüz ifaden hep aynı, o eski günlerdeki gibi çocuksu. İzin ver sana sarılayım tatlım.

Biliyor musun seninle konuşurken doğru kelimeleri bulmakta nasıl zorlanıyorum, hatta bazen kilitlenip kalıyorum. Ama seninle paylaşmayı, sana yol göstermeyi, seninle karşılıklı dertleşmeyi çok seviyorum. Hele hele bana bir şey sorduğunda havalara uçuyorum.

Paylaş benimle her şeyini tatlım, paylaş ne olur. Şimdi farkında değilsin ama bir yetişkin olduğunda, sorumlulukların arttığında, anneliği tattığında ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksın. Bunu biliyorum ya, işte bu yüzden ısrarlarım tatlım, ilerde keşke’lerin fazla olmasın diye tüm gayretlerim.

Seni elbette seveceğim tatlım, benim sevgim anne sevgisi. İçimde, ruhumda, benliğimde hissettiğim en güçlü sevgi. Her ne olursa olsun hep seninledir kalbim, düşüncelerim, dualarım.

Seni sıkıyorsam, seni bunaltıyorsam, sana sık sık tembihlerde bulunuyorsam, arada sırada sana güceniyorsam bil ki hepsi bu sevgiden. Hepsi senin iyiliğin, senin başarıların ve hepsinden önemlisi senin mutluluğun için. Benden daha mutlu olman için. Ben bir almışsam senin bin alman için.

Büyüdün tatlım biliyorum büyüdün artık sen. Önünde yaşanacak güzel bir hayat, yapılacak seçimler var ve hepsi senin. Tek dileğim vereceğin kararlarda beni de hatırlaman ve paylaşman o kadar. Bunu yapmasan da canın sağ olsun tatlım seni anlarım yine de, unutma sakın.

Hayatın tüm güzellikleri ömrün boyunca üzerine güneş misali doğsun, sevgi yağmurları her daim seni ıslatsın ve koruyucu melekler hep senin yanında kalsın. Seni canımdan çok seviyorum yavrum.

Anneler için çocukları söz konusu olduğunda duygusallaşmaları, gönül tellerinin titremesine engel olamamaları o kadar doğal ki…Tüm annelere ithafen yazılmıştır, dilerim içinde kendinizden bir şeyler bulmuşsunuzdur.

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
10.04.2007

BÜYÜDÜM BEN ANNEM


Büyüdüm ben artık annem, senin bakışlarındaki o minicik yavrun değilim. Büyüdüm ben annem, bak ayaklarımın üzerinde durabilirim. Büyüdüm ben annem, bıraksan her şeyimi kendim yapabilirim.

Bana bir şans ver annem. Bırak yanlış yapayım, bırak hatalarımı kendim yaşayarak öğreneyim. Senin uyarıların, yol göstermelerin, o bitmek bilmeyen tembihlerin… biliyorum beni çok sevdiğin için tüm bunlar ama hayır, ben de yaşamak istiyorum annem. Yaşımın tüm deliliklerini yapmak, tüm heyecanlarını hissetmek, öğrenmek istiyorum.

Yeter ki izin ver annem. Evet belki üzülecek, gözyaşı dökeceğim ama olsun. Büyüdüm ben artık annem. Bırak kendi kararlarımı kendim vereyim. Hatalarımla, başarılarımla kendimi bulayım. Benimle gurur duyduğunu görüp mutlu olayım.

Olmuyor annem olmuyor. Benim adıma sen karar verdikçe, benim yerime ilk adımları sen attıkça; bir yanım hep eksik kalıyor. Söyleyemediğim sözler boğazımı bir yumak misali tıkıyor. Benimle ilgili hayallerin, büyük umutların var biliyorum annem. Ama bırak ben kendi hayallerimi yaşayayım, izin ver kendim deneyeyim.

Benim adıma pek çok şeye siz büyükler karar vermediniz mi zaten annem? Gideceğim okullara, öğreneceğim dillere, mesleğime, yapacağım sporlara; hatta hobilerime, arkadaşlarıma, okuyacağım kitaplara, giyeceğim kıyafetlere, takacağım küpeye kadar her şeye.

Hiç bana sordunuz mu annem, bale yapmayı sevip sevmediğimi ya da piyano çalmak isteyip istemediğimi? Arkadaşlarınla arandaki yarışa beni kurban ettiniz annem. Peki ya binbir özveriyle beni yolladığınız ve bir türlü ısınamadığım okulum? Ben Fransızca öğrenmek istemiyordum ki annem, bu sadece senin hayallerini süslerdi, unuttun mu?

Olmuyor annem olmuyor. Senin gençlik hayallerin ne olursun sende kalsın. Geçmişte yapamadığın şeyleri benden istemen, beni bunlara adeta zorlaman olmuyor. Ben ister miyim, ben mutlu olur muyum diye bana sormadan, benimle konuşmadan, beni dinlemeden olmuyor.

Bilsen benim de hayallerim vardı annem, hem de pembe mavi o kadar çoktu ki. Ama benim adıma kararlar verirken, kendi hayallerinizi benimle yaşatmaya çalışırken sanki ben yoktum yanınızda annem. Bir defa olsun beni karşınıza alıp isteklerimi, ideallerimi, o hayallerimi hiç sormadınız, farkında mısın? Benimle doğru dürüst konuşmadınız, hatta bana hiç zaman ayırmadınız.

Bense bekledim annem, hep bekledim. Sözcükler dilimin ucunda bekledim. Bana zaman ayırmanızı, bana güven duymanızı, kararlarıma saygı göstermenizi bekledim.

Olmuyor annem böyle olmuyor. Sizler yaşamama izin vermeden olmuyor.

Sadece siz istediniz diye bırakmadım mı en sevdiğim arkadaşlarımı? Onlar kötü değillerdi annem. Beni bir sefer olsun dinleseydiniz… Ama anlamaya çalışmadınız; geceleri içime akıttığım göz yaşlarımı görmediniz annem.

Tenise başladığım günü hatırlıyorum da, tam bir kabustu benim için. Ben tenisi değil, yüzmeyi seviyordum aslında. Peki ya kolumdan sürüklercesine götürdüğünüz psikolog? Beni dinlemek, beni anlamak için araya başkalarını sokmanıza gerek yoktu annem. Şimdi içiniz rahat belki de ama ya benimkisi? Kendime özel duygularımı bir yabancıya değil, sizlere anlatmak istiyordum ben annem; sizin omzunuza yaslanıp sizin elinizi tutmak. Göz yaşlarımı sevginizle dindirmenizi bekliyordum.

Hayat benim değil mi annem? Ne olur izin ver yaşamama. Bırak saçlarımı istediğim gibi kestireyim, istediğim şekli vereyim, en azından bir kere deneyeyim. Bırak keyfimce zevkime uygun giyineyim. Bırak en sevdiğim küpemi takayım. Bırak arkadaşlarıma gönlümden geçen hediyeyi alayım.

Beni düşünüyorsun biliyorum, beni canından çok seviyorsun farkındayım. Ama böylesi baskıyla, böylesi kısıtlamalarla olmuyor. Bırak beni ayaklarımın üzerinde durduğumu kendim göreyim, sizlere de göstereyim.

Seni anlamamı, yaptığın fedakarlıkları görmemi istiyorsun annem. Ama ben yapamıyorum, senin yaşına çıkıp oradan kendime bakamıyorum. Peki ya sen? Benim yaşlarıma inip beni anlamaya çalışsan? Ah… buna ne çok ihtiyacım olduğunu bir bilsen.

Ben doktor olamam annem, kan görünce bile içim ezilirken, nasıl girerim ameliyatlara, nasıl bakarım hastalara? Sen “bir şey olmaz, alışırsın “ diyorsun ya annem; sorarım sana nasıl? Sevmediğim bir meslek uğruna yıllarca çaba harcamak, bir ömür boyu sevemediğin bir işi yapmak niye? Sonuçta tek taraflı mutluluk yetecek mi sana? Her defasında gözlerimde hüzün görmeye dayanabilecek misin, bir düşün ne olur?

Bu hayat kimin annem? Ben senin hayatını yaşamak, senin hayallerini gerçekleştirmek istemiyorum. Ben kendi seçtiğim yolda yürümek, kendi ideallerimin peşinden koşmak istiyorum.

Olmuyor annem olmuyor. Sen izin vermeyince olmuyor. Soruyorum şimdi, ben sana tutunmadan yürümeyi ne zaman öğreneceğim? Nasıl başarılı olacağım? Tek başıma kaldığımda kararlarımı nasıl verecek, doğruları nasıl bulacağım? Kendime nasıl güveneceğim? Korkularımı nasıl yeneceğim?

Babamın mesleği çok güzel annem, ama benden onu devam ettirmemi beklemeyin ne olur. Sen demez miydin, sevmeden yapılan işten hayır gelmez diye. Ben de sevmek istiyorum annem, işimi yaptıklarımı sevmek istiyorum.

Olmuyor annem olmuyor. Hayatımı yaşamama izin vermeden olmuyor. Oysaki o toleransı göstersen, önümü açsan, kanatlarımı serbest bıraksan uçtuğumu göreceksin. Seçtiğim meslekte nasıl başarılı olduğuma, kararlarımın arkasında nasıl sağlam durduğuma şahit olacaksın.

Seçtiğim kişi benim ilk aşkımdı annem. Sen tipini, kıyafetini beğenmedin diye onu nasıl bırakırdım? Ne oldu sevgilere, ne oldu o büyülü aşklara? Sen demez miydin ilk aşk unutulmaz diye? Sen anlatmaz mıydın ben senin yaşlarındayken ilk aşkımla evlenmiştim diye. Peki ne değişti annem? Üstelik ben evlenmekten söz etmiyorum henüz, sadece kararlarıma anlayış ve saygı bekliyorum.

Ne olursun bana güven annem. Beni sevdiğin ölçüde anlamaya çalış annem. Beni tercihler yaparken zorlama, önüme setler çekme, yalnız bırakma ne olursun. Hatalarımla, günahlarımla, sevaplarımla, başarı ve başarısızlıklarımla ben senin yavrunum, unutma annem. Beni başkalarıyla kıyaslama, kendinle bile. Beni ben olduğum için sev annem.

Kendimi bağışlamayı, yargılamamayı, ama geçmişten ders almayı öğrenmem gerek. Bunu da ancak kendim, kendi kararlarımı uygularsam başarabilirim.

Beni yine sev annem, yine çok sev ama arkamdayken, beni desteklerken güven duy; hayatın zorluklarına alışmama izin ver ne olur. Beni anla annem. Bana inan, yapacaklarıma, yapmak istediklerime inan. Göreceksin benimle gurur duyacaksın.

Ben büyüdüm artık annem. İzin verirsen eğer mutluluğuma da şahit olacaksın.

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
08.04.2007

2 Mart 2010 Salı

BEKLETİLMENİN O BİTMEYEN SANCISI


Karşılıklı ilişkilerimizi sürdürürken; bunu daha sağlıklı bir platforma taşımak, fikirlerimizi, duygu ve düşüncelerimizi yüz yüze tartışmak, diyaloglarımızı daha da zenginleştirmek adına bir araya gelme ihtiyacı hissederiz. Hayatın akışı içinde kimimiz sık sık, kimimiz seyrek ama sonuçta hepimiz randevulaşırız birileriyle; buluşacağımız gün ve saati belirlemek adına. İşte bu sebepten gerek iş hayatımızın gerekse özel yaşantımızın ayrılmaz bir parçasıdır randevular.

Peki, verdiğimiz randevuya sadık olmayı, verilen saatte orada bulunmayı yeterince önemsiyor muyuz dersiniz? Bence hayır.

İşte beklemek ve bekletilmek o aşamada devreye giriyor. Aşk, sevgi ve özlem dolu bekleyişler haricinde toplumsal bir yara olarak şekilleniyor.

Yaşam denen o sihirli dünyada bize bahşedilen o kıymetli hazineyi boşa harcamak, üstelik başkalarının da boşa harcamasına sebep olmak, bundan hiçbir pay sahibi olmamak, anlaşılmaz bir vurdumduymazlıkla bunu kendinde bir hak olarak görmek… Ne kadar yanlış.

Oysa ki hayatın ne kadar acımasızca ilerlediğinin hepimiz farkındayız. Zamanla adeta yarışırcasına hareket etmemiz, ardımıza dahi bakmadan koşturmamız bu sebepten değil mi? Tüm bunların bilincinde olup da kendimizin, ondan da önemlisi karşımızdaki kişilerin zamanlarını boşa harcamalarına sebep olmak niye?

Siz çok geniş birisi olabilirsiniz, hiçbir şeyi kafaya takmıyor olabilirsiniz, sadece kendinizi düşünüyor da olabilirsiniz ama, tüm bunlar insanların kişilik haklarını görmezden gelmenize sebep olmamalı.

İnsanlara ve onların yaşamlarına saygıyla yaklaşabilmek gerekirken bunu hiçe saymak; gerekçesi her ne olursa olsun bekletmek; haber vermeyi küçük bir özür dilemeyi dahi düşünememek, daha doğrusu gerekliliğine inanmamak; her duruma hazır mazeretlerle aslında kendisinin haklı olduğunu ısrarla savunmak…

Elbette bu bir disiplin ve eğitim meselesi. Yurt dışına çıktığınızda yabancılarla irtibatlar kurarken onların dakikliğine hayran olmamak elde mi? Onlar sistemlerini öyle güzel oturtmuşlar ki; insanlarından başlayarak her türlü iletişim araçlarından toplu taşıma araçlarına kadar her şey düzenin güzel bir parçası olmuş. Her şey tabiri yerindeyse takır takır işliyor.

Çünkü onlar bu konuyu önemsiyorlar ve onlar için verilen randevuya geç kalmak büyük bir saygısızlık. Bu nedenle randevularına geç kalanlarla muhatap olmuyor, görüşmüyorlar. Gerekçeniz her ne olursa olsun sizi kabul etmiyorlar.

Peki ya bizler? Ne kadar acıdır ki bizler hep geç kalırız randevularımıza, hep bekletiriz, üstelik özür dilemeyi aklımıza dahi getirmeyiz. Bu biraz bizim bencilliğimizle, biraz alışkanlıklarımızla biraz da aldığımız eğitim ile alakalı bence.

Başkalarını bekletmemeyi, onların zamanlarını çalmamayı henüz küçükken çocuklarımıza öğretmemiz çok önemli. Ve tabii ki öğretirken onlara yaptığımız davranışlarla doğru örnek olmalıyız. Kimseyi bekletmemek için çaba harcadığımızı, bekletme durumunda kaldığımızda ne kadar üzüldüğümüzü ve hemen akabinde özür dilediğimizi gören çocuklarımız ilerde bizi aynen taklit edeceklerdir. Daha çocukken bu alışkanlığı onlara kazandırırsak; aramanın haber vermenin önemini, her şeyden önce karşımızdaki kişiye bir saygı göstergesi olduğunu öğretirsek ne mutlu bizlere. En azından ileride bizlerle ve çevreleri ile olan irtibatlarında da aynı özeni koruyacaklarından hiç şüpheniz olmasın.

İnsanlarla diyaloğumuzda küçük bir detay gibi görünse de aslında bu konu oldukça önemli. Çünkü ben ilişkilerde en temel dayanağın saygı olduğuna inanıyorum ve bu özen korunmadığı müddetçe hiçbir şeyin sağlıklı bir platforma oturtulamayacağını biliyorum.

Çoğu insan gibi beklemeyi, sebebi ne olursa olsun bekletilmeyi ben de sevmiyorum. Ve çok küçük yaşlarımdan itibaren karşımdaki insanları bekletmemek adına çaba gösteriyorum. İstanbul gibi çok yoğun bir şehirde yaşadığım halde bu özenimi hiç kaybetmiyorum. Hatta bu amaçla saatlerimi hep bir beş dakika ileriye ayarlı tutuyorum. Gerek iş hayatımda olsun, gerekse özel hayatımda olsun buna önem veriyorum. Ve doğal olarak karşımdaki insanlardan da bunu bekliyorum. Aynı özeni görünce seviniyor, o özensizliğe tanık olunca üzülüyorum. Çünkü her defasında karşımda bana mazeretini beyan eden ve nedense kendince hep haklı olan birisi ile muhatap olmak istemiyorum.

Bir şekilde verilen randevuya geç kalındığında yapılacak şey o kadar basit ki aslında. Üstelik modern çağın tüm olanaklarına sahipken bunu yapmıyor olmak anlaşılır gibi değil. Gecikeceğinizi anladığınız anda arayıp karşı tarafa haber vermek, ne kadar gecikeceğinizi bildirmek, özür dilemek ve o insanların zamanlarını boşa harcamamak… işte tüm yapılacaklar bu kadar. Sadece bir iki dakikanızı alır, fazlasını değil.

Ama yok, maalesef bizde bu alışkanlık yok. İnsanları bekletmeyi o kadar olağan bir şey gibi kabul ediyoruz ki. Örneğin, evinizde herhangi bir cihazınız bozulmuştur ve siz servisle irtibat kurup gelecekleri günü, saati belirlersiniz. Tüm işlerinizi o verilen randevuya göre ayarlarsınız ama ne gelen olur ne de giden. Üstelik arayıp gecikeceklerini ya da o gün için gelemeyeceklerini haber dahi vermezler. Siz arasınız ama o bildik o ezberlenen bahaneler hiç bitmez, üstelik bir de arayıp sorduğunuz için azar işitmekten beter hale gelirsiniz. Ya da bir toplantınız vardır ve yine siz tüm gününüzü o randevuya göre ayarlamışsınızdır. Kalkıp gidersiniz, o da ne? Toplantı iptal edilmiştir. Ama sizi arayıp haber verme nezaketi akıllarına dahi gelmemiştir.

Bu ve benzeri o kadar çok örnekle karşılaşıyoruz ki hayatımızda hepsi film olacak cinsten komikliklerle dolu. Hani ağlanacak halimize gülmemiz gibi. Ama işin temelinde ciddiyetsizlik ve saygısızlık yatıyor tümüyle. Bunun biraz toleranslı ya da hoş görülü olmamızla hiç ilgisi yok; çünkü bu özverinin sonu gelmiyor ve sürekli tekrarlanıyor.

Söz verilen bir yere vaktinde hatta vaktinden önce gitmek çok güzeldir aslında. Gereksiz yere telaş yapmazsınız çünkü; iyi bir planlama yaptıktan sonra ayıracağınız o beş on dakika size huzur verir. Etrafı rahatça gözlemleme, insanları izleme şansı yakalarsınız o kısacık anlarda. Ama dinginliğiniz randevuda verilen sözlerin tutulmaması ile bozulmaya başlar. Beklenilen her beş dakika adeta bir saat misali uzar. İyi niyetinizin suistimal edildiğini düşünürsünüz; bunu hak etmediğinizi birde. Boşa harcadığınız zaman üzülürsünüz, içten içe kızarsınız. Anlayış ve hoşgörü ile yaklaşımınızın sınırlarını her defasında aşan bu insanlara ne diyeceğinizi bilemezsiniz, çünkü verilen cevapları ezberlemişsinizdir.

Sözlerimi Aziz Nesin’in “Beklemek” adlı şiirinden küçük bir alıntıyla bitirmek istiyorum ve randevularına hep geç kalanları biraz daha özenli olmaya davet ediyorum. Tabii dikkate alırlarsa…

“ Yaşamın en zor yanı beklemek
   Hiçbirimiz beklemedik doğmayı,
   Doğduğumuzdan beri beklediğimiz
   Ölmek. “

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
20.01.2007

BENİ HAYATINDAN ÇIKARMA!


Hayatta bazı şeyler var ki, gerekçeleri her ne olursa olsun affedilmesi zordur. İşte en çarpıcı örneklerden birisi daha karşımızda, üstelik yine çocuklar, çocuklarımız söz konusu.

Kurulu bir düzenin bozulması, bir ailenin parçalanması, gönüllerin mutsuzluk rüzgarına teslim edilmesi zaten yeteri kadar trajikken; bakıyorsunuz ki boşanıp evlerini, yollarını, hayatlarını ayıran eşlerden bir tanesi çocuğunu da eşiyle beraber adeta boşamış, tüm sorumluluğu karşı tarafa bırakıp gitmiş. Kendisine yeni hayat kurarken bir çocuğu olduğunu unutmuş, sanki hiç yokmuş gibi onu hayatından tamamen çıkarmış.

Böylesi bir durum kolay kabul edilebilir mi? Elbette hayır! Bir anne baba hangi nedenlerle bu acımasızlığı, bu vicdansızlığı yapabilir ki? Araya mesafeler girse de, yanlış anlaşılmalar olup erişilmesi zor engeller çıksa da, ilişkiler yıpransa da, gerekçe her ne olursa olsun bir anne babanın çocuğunu yok saymasını kabul edemiyorum ben. Her zaman yaptığım gibi madalyonun diğer tarafından bakıyorum, duygusallığımı bir yana bırakıyorum ama yok olmuyor. Ve terazinin çocuk tarafı her zaman daha ağır basıyor. Çünkü o masum yavruların tamamen günahsız olduklarını düşünüyorum. Zedelenen ruhlarını görüyorum, üzülüyorum.

Hayatta olduğu halde anne babası tarafından dışlanan, yok sayılan ve böylesi bir ortamda büyüyen çocuklar o kaybedişin travmasını tüm hayatları boyunca üzerlerinde taşırlar çünkü. O eksikliği her zaman hissederler. Tek başına anne ya da babanın çocuğun sorumluluğunu alması, ona hem annelik hem de babalık yapması ne kadar takdire şayan olsa da o eksikliği doldurmaya yetebilir mi? Üstelik bir de çocuklarını korumak, onları disipline etmek amacıyla otoriteye sığınıp, aşırı korumacı davranıyorlarsa; bu travma daha da ağırlaşmaz mı? Oysaki çocukların hissettiği bu ağır terk edilmişlik duygusunu ve ruhlarında oluşan bu görünmez hasarı yok etmenin tek yolu sevgidir, kesintisiz sıcacık bir sevgi. Sarılmalarla, karşılıklı konuşmalarla, çokca dinlemelerle, kısacası çocuğun her anını paylaşmakla katmerleştirilen bu sevgiye rağmen; yine de günler geçip yaşı ilerledikçe sorgulamaya, yapılanları görmeye, yorumlamaya başladığında hep aynı soruyu soracaktır “neden yanımda yok?” Ve yıllar sonra büyüdüğünde küçük yaşlarda terk edilmiş olmasının kızgınlığını, öcünü farklı davranışlar sergileyerek almak isteyecektir.

Çevremizde, medyada, haberlerde buna benzer o kadar çok olay ve her olayın ardında kırılmış o kadar çok çocuk kalbi var ki…nasıl tamir edebilirsiniz o masum kalbin kırıklarını, nasıl gerekçelerle kendinize hak vermesini isteyebilirsiniz ki? Sizler, onun size en çok ihtiyaç hissettiği anlarda yanında yoktunuz. Bir yarısını hep eksik bıraktınız. O minicik kalbin hıçkırıklarını, sevgi çağrısını, sessiz çığlıklarını, “beni hayatından çıkarma” deyişini görmezden geldiniz. Şimdi ne yapsanız da nafile. “Keşke”ler bir işe yarar mı sanıyorsunuz.

Yeri gelmişken bir kaç dize var aklıma gelen ve sizlerle paylaşmak istediğim. Şair Esat Selışık’ın “Biz Seninle” isimli şiirinden birkaç dize;

“Büyümeden yaşlanan
 Ve yaşlanmadan büyüyen çocuklar gibiydik.
 Çocukluğumuzu bıraktığımız günler
 Hayat romanının önsözünde kaldı biliyorum.
 Ama ben hala hayata bir çocuğun sorgulayan gözleriyle bakıyorum.
 Ve sormuştuk bir birimize hatırlıyorum.
 Biz bu dünyaya niçin geldik ? “

Bu masum sorunun cevabını vermek hiç de kolay değil sanırım, öyle değil mi?

İnsan kaç yaşında olursa olsun anne babasının yanında her zaman çocuktur; onların şefkatine, sıcaklığına, her şeyden önemlisi varlığına muhtaçtır.

Bu nedenle değil midir ki yetişkin insanlar yıllar sonra anne ya da baba özlemiyle yanıp tutuşmakta ve onları bir defa görebilmek, nasıl birisi olduklarını anlayabilmek için dünyayı altına üstüne getirmekte arayıp bulmaktadır. Yine de bakmayın çocuklar bizlerden daha bağışlayıcıdırlar. Kendisini küçükken terk eden anne babasını bulunca; yılların birikimiyle oluşan o ilk sert tepki geçtiğinde; göz yaşlarıyla ıslanmış yanağını özlemle beklediği yanağa bastırıp, o hiç hissetmediği sevginin nasıl bir şey olduğunu anlamak adına sımsıkı sarılmasını bilirler. O boşluğun dolması adına onları kendi dünyalarına kabul ederler. Bir yerde biz büyüklerin yapamadığını onlar bize yaparlar.

Ne diyebilirim ki, aslında çocuklarımızdan alacağımız dersler var. Bizlere düşen ise birer yetişken olduğumuzu unutmamak ve çocuklarımıza her koşulda sahip çıkmak, o sessiz çığlıklarını duymak ve kalplerini sımsıcak sarıp sarmalamak.

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
07.03.2007

ADI BENDE SAKLI

Bazı insanlar vardır, hayatınızın bir döneminde yaşantınıza bir şekilde giren ve sizin sevginizi kazanan. Uzaktan yakından hiçbir ortak noktanız olmadığı halde o insanın hayatınızdaki rolünü önemsersiniz. Çünkü sevgi doludur, çünkü vericidir, çünkü, siz bir verdiğinizde o bin vermeye hazırdır. Kalbi pırıl pırıldır. Hayatını bin bir zorlukla kazanmaya çalışıp, yaşam mücadelesi verirken bile sizi düşünür. Sizin mutlu olmanız için elinden gelen her ne varsa yapar. Şartlarını zorlar alabildiğine. Sizin bir teşekkürünüzle, bir gülümsemenizle onunda yüreğinde çiçekler açar. Öylesine güzel bir paylaşımdır aranızdaki.

İşin tuhaf yanı ortak hiçbir özelliğiniz yoktur onunla. Eğitim, statü, meslek, her şey taban tabana zıttır. Ne okuduğunuz kitaplardan bahsedebilirsiniz ona, ne de en son seyrettiğiniz filmden. Ne tatil planlarınızdan, ne de gezip gördüğünüz ülkelerden. Aranızda uçurumlar vardır adeta. Ama bir araya geldiğinizde sizi mutlu görmek, sizi gülümsetmek için nasıl çabaladığına şahit olursunuz.

Size sevgisini katarak verdiği her ne varsa içinizi mutlulukla doldurur. Seversiniz onu, neden sevdiğinizi bilmeden. Yardım etmek, zor şartlarını elinizden geldiğince yaşanabilir hale getirmek istersiniz. Ama o öylesine toktur ki. Sizin küçük jestlerinizi bile kabul ederken utanır.

Size dünyanın en değerli insanı muamelesi yapar farkında olmadan. Değme kültürlü, görmüş geçirmiş insanın yapamadığını yaparak hem de. Çünkü doğaldır, iyidir, kötülüklerden, kurnazlıklardan uzaktır. Karşılıksız sevginin en güzel örneğidir.

Yüzü her gün tarlada çalışmaktan, sebze toplamaktan buruş buruş olmuştur ama o gözleri. Öylesine sevgi dolu bakar ki mavi mavi. Üstü başı perişandır, elleri ne zaman görseniz topraklıdır. Elinizi sıkarken bile çekinir. Sizi ararken, bir şeyler danışacakken hep mesafelidir. Ama öylesine içtendir, öylesine beklentisizdir ki. Her zaman özlemini duyduğumuz ama giderek yozlaşan, hep çıkar ilişkilerinin kol gezdiği, her şeyin yabancılaştığı, karşılıksız hiçbir şeyin yapılmadığı bu ortamda onun gibi birisini tanımış olmak sizi belki de bu yüzden çok mutlu eder. Hayatta böyle insanların da olduğunu bilmek içinizi ferahlatır ve onlardan bir tanesini tanımış olmanın keyfini yaşarsınız ömrünüz boyunca.

Tıpkı Sezen Aksu’nun o güzel şarkısında dediği gibi adı sizde saklıdır. Zaten bir yerden sonra isimlerin önemi de yoktur. Onu hayatınıza kattığı değerlerle hatırlamak size yeter de artar.

Sizlerin de yaşamında böylesi değerler varsa onlardan sevginizi esirgemeyin. Unutmayın siz verdiğinizde o bin verecektir. Karşılıksız seven insanların sevgileriyle yaşamınıza yeni anlamlar katın.

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
23.05.2007
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...