24 Ağustos 2011 Çarşamba

ÇOCUK esirgeME KURUMU


Çocuklarla ilgili yazılacak, dikkati çekilecek, bir iki kişinin dahi olsa düşünmesini sağlayacak o kadar çok konu var ki aslında. İşte bunlardan bir tanesi daha…

Çocuk EsirgeME Kurumları…

Oradaki çocuklar, yaşam mücadeleleri ve on sekiz yaş sonrasında dışarıya salıverilen her şeyden habersiz gençler.

Her bir kurumun kapısından içeriye başınızı uzattığınızda sizi karşılayacak dram, keder, gözyaşı ve sefalet birbirinden farklı olsa da ana konu belli; çocuklar, çocuklarımız ve gençlerimizin akıbetleri.

Dünyaya merhaba dediği andan itibaren hayatın acımasız tokatını yiyen; annesi , babası ya da aile büyüklerinden birisi  tarafından bir şekilde  terk edilen çocuklar. Yeni doğanlar,  anne sütüne, anne kokusuna muhtaç minicik bebekler, dünyadan habersiz dünya tatlısı çocuklar bunlar. Alabildiğine masum, sevgi ve sarılmaya hasret, çaresizliğin en acısını minicik yaşlarında öğrenen yetimler… Bir başlarına kocaman bir dünyanın içinde, gözlerini iri iri açarak, neler olup bittiğinin ayırdına varamadan yaşam mücadelesine başlıyorlar. Bu öyle zorlu bir yolculuk ki onlar için. Ruhları kırgın, kalpleri ezik, yaşama küskün bir şekilde;  yani deyim yerindeyse bir sıfır yenik başlıyorlar nefes almaya, karınlarını doyurmaya.

Çocuk esirgeme kurumunda bulunanlar belki sokakta bir başına aç ve perişan olmadıkları için şanslılar ama, orada yaşanan ve bizlerin bilmediği öyle acı gerçekler var ki. Ne yazmaya ne de okumaya yürek dayanır. Zaman zaman gazete sütunlarında ya da görsel basında yer alan ve hepimizin adeta kanını donduran bu haberlerin yanında bilmediklerimiz eminim ki çok daha fazla.

Anne baba sevgisini, aile sıcaklığını vermeye çabalayan, kendisini gerçekten işine adamış duyarlı yöneticilerin elinde işletilen yerler de var  elbette ama sayıları çok yetersiz.

Çoğu yer bakımsız ve ilgisiz. Şefkatten yoksun insanlar tarafından yönetilen bu kurumlar maalesef  çocukların hayatlarını zehir ediyor. Sevgiye aç, sarılmaya muhtaç, kızgın, öfkeli, kavgacı yetişkinlerin ilk temelleri işte bu yollarla atılıyor.

Gerekli ödemeler yapılamadığı, maddi yardımlar alınamadığı, yeterli elemanları olmadığı, dolgun ücretler verilemediği için bakımsızlık had safhada. Çocuklar belki şöyle ya da böyle karınlarını doyuruyorlar ama itilip kakılma, aşağılanma, azar,  tokat, dayak, dışlanma, taciz her şey var buralarda.


Sevginin tek bir ışığı tüm kötülüklerin üstünü örter oysa ki. O da yok maalesef.

Çocuklar büyürken ya başlarındaki yetişkinler ya da kendileri ile aynı yuvayı paylaşan yaşça daha büyük diğer çocuklar tarafından taciz edilebiliyor. Pek çoğu korkusundan sesini çıkaramadan bu vahşi olaylara yıllarca katlanıyor. Kız ya da erkek olması hiç fark etmiyor. Aynı tehlike çanları hepsi için aynı çalıyor. Arada sırada sesini duyuranlardan öğreniyoruz oralarda neler olup bittiğini. İçimiz sızlıyor bir anne baba olarak. Yapılanlara aklımız, mantığımız almıyor. Suçlular belki yakalanıyor, belki yakalanamıyor. Yakalananlar ise kısa sürede yine aynı topluma geri dönüyor. Ama o tacizleri bizzat yaşayan çocuklar bu travmayı ömürleri boyunca üzerlerinde taşıyor. Ergenlik dönemleri çocukluktan daha da tehlikeli geçerken.

Ve hayat onsekiz yaşlarına gelen bu çocuklara bir başka acımasız yüzünü daha gösteriyor. Hiçbir birikimleri olmadan parasız, pulsuz, eşyasız kapının önünde buluyorlar kendilerini. Nereye ve kime gideceklerini , ne yapacaklarını bilemeden dışarıdaki aç kurtların sofrasına kendi elimizle ittiğimiz pırıl pırıl gençler bu söz ettiklerim, bizim yarınlarımız.  Tam da en deli dolu yaşlarında ve en çok korunması gerekli dönemlerinde dışarıdalar, bir başlarına, çaresiz, kimsesiz.

Ne yapar bu gençler, nereye giderler? Hangi kapı açılır dostça, hangi eller sevgiyle uzanır, hiçbir menfaat gözetmeksizin sarıp sarmalar? Anasızlığın, babasızlığın, ilgisizliğin kurbanı bu gencecik çocuklara yazık değil mi?


Ama kurallar var uyulması gerekli, o kurallar ki sert ve acımasız çoğu yerde ne yazık ki. Belki onlarda kendi açılarından haklılar, küçücük çocuklara ancak bakıyor, karınlarını ancak doyurabiliyorken; yatakhaneler tıklım tıkış doluyken bir de ergenlerle mi  uğraşacaklar? Gidenler olsun ki yeni gelen yığınlara yer açılsın. Doğru tüm bunlar elbette ama … İşte cümleyi tamamlayacak AMA çok önemli.

İşte bu nedenle BİR çocuk dünyaya getirmenin ve onu adam gibi büyütmenin dünyanın en zor işlerinden birisi olduğunu savunuyor ve her fırsatta dile getiriyorum. İki tane üç tane yapıp ortaya salıvermek çok kolay. 
Karınlarını doyuramadıktan, sevgi ve ilgiyle büyütemedikten, adam gibi okutup yetiştiremedikten sonra neye yarar? Özveri, fedakarlık ve bolca sabır istiyor bu iş. Sıkılmaya, boş vermeye, başkalarına güvenerek adım atmaya hiç benzemiyor.

Gelin görün ki maalesef  kendi karınlarını doyurmaktan aciz pek çok anne baba onlarca çocuk doğuruyor, sonra da bakamadığı çocuklarını kurumlara bırakmak zorunda kalıyor. Elbette içi sızlayarak, yüreği yanarak. Elbette aklının ve kalbinin bir kısmını oralarda bırakarak. Onlar için de kolay bir karar olmadığı besbelli.
Çaresizliğin insanlara neler yaptırdığını hepimiz biliyoruz. Ama söz konusu çocuklarsa, çocuklarımızsa biraz ileriyi düşünmek gerek. Bakabileceği sayıda çocuk yaparak onun arkasında sağlamca durmak, büyüyüp yetişmesine birebir katkı sağlayarak topluma kazandırmak biz anne babaların ilk hedefi.

Yoksa çocuk esirgeme kurumları böyle ağzına kadar dolar, gözü yaşlı anneler babalar bir yanda, minicik masum çocuklar öte yanda yaşanan dramların ardı arkası kesilmez. Sevgisizliğin kurbanı olarak büyümeye çabalayan çocuklar gençliğe adım attıkları o en tehlikeli çağlarında kendilerini sokakta bulurlar.

Yazıktır, günahtır. Çocuklar dünyanın en değerli varlıklarıyken onları harcamak olmaz. Biraz daha duyarlı, biraz daha insancıl olmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Bu haykırışımı, bu sesimi duyan var mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

11.08.2011  
    

16 Ağustos 2011 Salı

VARKEN AYRI, YOKKEN AYRI ÖZLERSİN...



Siz hiçbir sebepten dolayı bir yiyeceği yiyemediğiniz ya da sevdiklerinize yediremediğiniz için üzüldünüz mü? İçiniz burulup, gözleriniz nemlendi mi bilemiyorum. Ama çevremizde öyle şeyler duyuyorum ki… Hani neredeyse ağzımıza atabildiğimiz her lokma için şükretmemiz gerektiğini düşünmeden edemiyorum.

Yeterli alım gücüne sahip oldukları halde belirli gıdaları alamayanlar, gönüllerince tüketemeyenler var aramızda. Varken yiyememek, alabilecekken sağlık sorunları nedeni ile uzak durmak, tadını bile hiç bilmeden yaşamak işte böyle bir şey.

Bir de maddi olanaksızlıklar nedeni ile alamayan, tüketemeyenler var ki… Yokken özlemek, sağında solunda pek çok yerde görüp, canı çok çektiği halde alamamak ve her seferinde parasızlığın ağırlığı altında ezilmek, yaşama boyun eğmek de böyle bir şey.

Her ikisinde de özlem var. Her ikisinde de sınırlanmalar var. Ve her ikisinde de hayata karşı kırgın bir yakarış var.

Sebepleri  ve yolları farklı ama, sonu aynı olan.

Çeşitli sağlık sorunlarından muzdarip olan bir kesim var ki, onlar ellerinde imkan olsa da özgürce yeme şansına sahip değiller bizler gibi. Hiçbirimizin aklına gelmeyen; hani bizim ‘’hadi canım’’ diyeceğimiz kadar hayatın içinde olan ve sıradanlıkla tükettiğimiz gıdalar onlara yasaklanıyor, hem de çok küçük yaşlarından itibaren. Eğer alternatifleri de yoksa yemek yemek onlar için keyfi olmaktan çıkıyor. Adeta bir zarurete dönüşüyor. Hep özenerek baktıkları, reklamlarda albenili tanıtımlarını gördükleri ve tatlarını bilemedikleri yığınla yiyecekle iç içe ama, ellerini dahi süremeden.

Şeker hastaları bu anlamda en bilinen grup belki de; pek çok şey yasak onlara. Başta şekerli ve unlu yiyecekler, kızartmalar, asitli ve kafeinli içecekler, pilav, hamur işi gibi hemen şekere dönüşen gıdalar,  tatlılar, çeşitleriyle insanın başını döndüren dondurma, hatta meyvelerin şekerli olanları bile sakınmaları gerekli yiyecekler arasında.

‘’Çok küçük yaşta şeker hastası olup bir ömür boyu şekere özlem duyan çocuklar, peki…  Bir düşünün… Ya onların ömürlük orucu? ’’ diye soruyor İclal Aydın bir köşe yazısında. Haklı elbette. Aslında onlar ömür boyu oruç tutuyor gibiler sanki.

Daha onlar gibi niceleri var sağlık sorunlarıyla boğuşan ve pek çok gıdaya özlem duyan; bir nevi ömürlük oruç tutan. Böbrek hastaları kana kana su içemiyor bizler gibi. Üstelik bizler çoğu zaman su içmeyi unuturken; onlar bir bardak suyu kana kana içip  böbrekleri  yolu ile dışarıya atmanın hayalini kuruyor yıllarca.

Çölyak hastalarına (gluten intoleransı ve buğday alerjisi olanlar); buğday, arpa, çavdar, yulaf ve diğer bazı tahıllar ve onlardan yapılan ürünler; ekmek, hamur işi, börek, çörek, makarna, şehriye, bisküvi, çikolata, gofret gibi gıdalar yasak. En basitinden fırından çıkan sıcacık bir ekmeğin başını koparıp yeme ya da boy boy reklamları yapılan minicik bir gofreti, çikolatayı  tüketme lüksüne sahip değiller.

Sağlık sorunları olmayıp yine de yiyemeyenler ise madalyonun farklı bir yüzü. Maddi olanaksızlıklar nedeni ile pek çoğumuz önce giysilerden, gezmelerden kısmaya başlıyoruz, sonra da sıra mecburen gıdalara geliyor. Biliyorum ki pek çoğumuzun evine et girmiyor sıklıkla. Ancak elimize para geçince ya da ayın çok özel günlerinde, bayramlarda, seyranlarda, o da denk düşerse. 

Onun dışında pilava, makarnaya, sade ekmeğe talim eden o kadar çok kişi var ki aramızda. Öğrenciler, özellikle ailelerinden uzakta yurt veya evlerde kalanlarla; taşını toprağını satıp evini barkını dağıtıp iş bulmak ümidi ile çoluk çocuk büyük şehirlere gelenler başı çekiyor.

O nedenle bizler lüks bir lokantada yemek yerken, yanı başımızda aniden beliren ve bir ekmek parası isteyen minik çocuklar içimi çok sızlatır benim. Evet belki çoğu duygularımızı istismar ediyor, evet yaptıklarını hiç onaylamıyorum ama; yine de bir kesim yemek yerken, hem de ısmarladığının yarısını tabağında bırakırken; bir başkasının onlara özlemle bakması bana çok dokunuyor.

Özellikle evine ekmek parası götürmek için gecesini gündüzüne katan; bulabildiği her işte çalışan babalar, anneler için akşam eve dönmek; dönerken çocuklarına minicik bir gofret ya da çikolata dahi alamamak, onları sevindirememek var ya…  bunu tarife kelimeler yeter mi? O nasıl bir yürek yangını, o nasıl bir iç sızlamasıdır ki her akşam yaşanır. Sabah cıvıldayarak babasını annesini yolcu eden dünya güzeli çocukların istediği masum şekerlemeler, akşama eve dönüş yolunda taşınamayacak kadar büyük taşlara dönüşüp omuzlara yerleşiverir. Çocukların kursaklarında kalmış sevinçleri, göz bebeklerindeki ışıltıları birer birer söndürürken, akşamları hep aynı hüzün yaşanır ne yazık ki…

Bunu çok güzel anlatıyor aşağıdaki dizeler… Şiirin ismi ‘’ AKŞAMIN EKMEK PARASI ’’ ; Üniversiteden sınıf arkadaşım Sevgili Ahmet Erecek’e  ait .





Gözleri parladı çocuğun 
Görünce, sokakta dondurmacıyı.
“Baba, Dondurmacı!” dedi sevinçle,
Dönerken babasıyla eve. 

Duymazdan gelirken çocuğu,
Hızlandırdı adımlarını baba,
Uzaklaşmak istedi bir an önce oradan.
Cebinde son kalan, 
Akşamın ekmek parasına kıymadan.

Korktu çocuk, 
Ya dondurmacı görmezse, 
onun dondurma istediğini,
Ya da babası, dondurmacıyı
Geçip giderse görmeden.
Kıpı kıpır etti içi,
Telaşlandı birden.

Bir eliyle göstermeye çalışırken dondurmacıyı,
Bir eliyle de, daha da kuvvetli çekiştirdi ceketini.

Titremeye başladı “dondurma!, dondurma!” diyen sesi,
Yetişmeye çalışırken, kocaman adımlarına 
Babasının.

“Çekiştirip durma ceketimi!” dedi baba çocuğa 
“Sonra hasta olursun” yüzüne bile bakmadan.
Belki de vazgeçer diye,
Kendisi bile buna inanmadan.

Gördü onları dondurmacı.
Daha da güçlü çıktı birden 
“Kaymak dondurma!” diyen sesi.
Bilmez miydi babaların yüreğini,
O da düşünürken evinin ekmeğini.

Değiştirdi akşamın ekmek parası,
Babayla dondurmacının,
Birbirine takılan gözlerinde,
Yerini...




Varken de yokken de yiyememek, özlem duymak işte böyle bir şey.

Hayatın ta içinden, hayatın ta kendisi.

Pek çoğumuzun haberdar dahi olmadığı, bir kesimin ise ömür boyu yaşadığı acı gerçekler…

O nedenle ağzımıza attığımız her lokma için şükretmeyi unutmamak ve aslında ne kadar şanslı olduğumuzu her zaman hatırlamak gerek. Hele hele cebimizde çocuklarımızı sevindirecek bir dondurma ya da şekerleme paramız varsa ve onlar bunları özgürce tüketme şansına sahipse…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.08.2011   

14 Ağustos 2011 Pazar

GRİ, SOĞUK, KOCAMAN AMA…



Uzaktan baktığınızda sadece soğuk bir metal parçası, kocaman, gri.

Sevilecek, beğenilecek hiçbir yanı yok.

Ama biz anne kız, arabanın ön camından adeta fırlayacakmış gibi dikkatli ve sevgi dolu bakıyoruz önümüzdeki kamyonun arka kapağına ve orada takılı olan lifte.

İçimizde tatlı bir ürperti, yüzümüzde kocaman bir tebessümle.

Hani trafik müsaade etse arabadan inip yanına yaklaşacağız ve o minicik plaketteki ismin üzerine parmaklarımızı koyup gözlerimizi kapatacağız. Gözlerimizi kapatıp, o anı durduracak ve sevgiyle okşayacağız plaketteki harfleri tek tek.

Biliyorum pek çoğunuza anlamsız geldi yazdığım onca cümle. Hatta saçma geldi belki de, sıkıldınız. Ama bizim için değil inanın buna.

Çünkü o kamyonun arkasındaki liftte minicik bir plaka ve o plakada babişkomuzun el emeği göz nuru amblemi vardı. O amblem ki isminin ve soy isminin karmasından oluşan, yani tamamen ona özel.

O kamyon kapağına eli, ruhu, aklı ve zekası değmişti. İşte bu nedenle biz nerede bir kamyon görsek, hemen arkasına bakarız. Orada babişkomuzun amblemini görünce de hep benzer  duyguları yaşarız. Yurt içinde hatta yurt dışında o amblemi görmek içimizi öyle kıpır kıpır yapar , öyle bir duygu sağnağı yaşatır ki bunu tarife kelimeler yetmez.

Çok sık seyahatleri nedeniyle hep ayrı düştüğümüz babişkomuzun özlemi hafiften sararken kalbimizi, çokca gurur olur bu bakışlarımızda. Zaman zaman gözlerimiz nemlenir ama, birbirimizden saklarız o güzel anın büyüsünü bozmamak adına.

İşte bizim için bu nedenle çok önemlidir o gri, kocaman kamyonlar ve arkasındaki  liftler.

Belki de babişkomuzun eseri her kamyon liftini gördükçe onu gördüğümüzü, özlem giderdiğimizi düşünüyoruz. Ondan bir esinti gelip çarpıyor burun deliklerimize. Oradan inerken hafifçe sızlatıyor olsa da bir yerlerimizi…

Bilemiyorum belki sizin de böyle önemsediğiniz, bizlere çok  şey ifade etmese de sizin için anlamı  olan bir değeriniz vardır. Ve varsa eminim ki beni çok daha iyi anlıyorsunuzdur.

Örneğin oğlu yazar olan bir anne, oğlunun kitaplarını her gördüğünde ya da hakkındaki yorumlarını her okuduğunda için için duygulanır. Ya da kızı ressam olan bir baba kızının resimlerinde adeta kendinden, ailesinden bir şeyler bulur. Bir müzisyenle evli olan bir kadın eşinin besteleriyle bir başka çoşar, içinde taşmaya hazır binlerce duyguyu beslerken. Bir mimarsa babanız onun güzel eserlerini görmek sizi elbette  gururlandıracaktır, öyle değil mi? Ya da annesi  heykeltıraş olan bir genç onun eserlerini  arkadaşlarıyla paylaşmanın heyecanını ve çoşkusunu derinden yaşamaz mı? Bir aktörün yakınları ise oynadığı filmlerde kötü karakterleri canlandırıyor olsa bile içinde en ufak bir kızgınlık kırıntısı taşımadan gururla sevgiyle seyretmez mi?

Her şey sizin bakış açınızla, baktığınızı görme şeklinizle alakalı aslında. İşte bu yüzden başkalarına çok sıradan ve anlamsız gelen herhangi bir şey,  bir başkası için çok özel ve anlamlı olabiliyor. Tıpkı Sır kitabının bir bölümünde bahsedilen sıradan bir taş parçası gibi… O taş ki bir süre sonra insanların ayrılmaz bir parçası oluyor.

Bunu niye mi yazdım? Etrafınızda gördüğünüz, baktığınız halde görmezden geldiğiniz ve hiç umursamadığınız pek çok şeye dikkatinizi çekebilmek için. Algılamanın, bakarken görmenin önemini biraz daha keskinleştirmek için belki de. Aman deyip geçmeden, içinde bulunduğumuz her detayın kıymetini bilerek…

Hayatın sıradanlığına küçük nüanslar ve notalar eklemek hepimize çok iyi gelecek, inanın buna.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.08.2011
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...