29 Nisan 2018 Pazar

İÇİNDE ‘E’ HARFİ GEÇMEYEN ROMAN


Evet, içinde binlerce harfi konuk eden, yüzlerce sayfada hayat bulan bir roman var edebiyat dünyasında ve içinde hiç ‘E’ harfi geçmiyor.

Naçizane eli kalem tutmaya çalışan; bunun için her gün çabalayan birisi olarak, böyle bir romanın varlığından haberdar olmak benim için oldukça etkileyici.

Normalde böyle kısıtlamalar söz konusu olduğunda, insan yazım alanının daraldığını hisseder. Düşünsenize sadece bir sayfalık metni bile hiç ‘E’ harfi kullanmadan yazmak istersek ne kadar zorlanacağımız ortada. Kaldı ki böylesi bir kısıtlamayla bir roman yazmak zoru fazlasıyla başarmak demek. Üstelik ‘E’ harfi Fransız dilinde en çok kullanılan ünlü seslerden bir tanesi.

Dünyada bir başka benzeri olmayan bu özel romanın ismi ‘La Disparition’ yani 
Kayboluş.

Yazarı ise Fransız asıllı Georges Perec.

Yazarın romanında ‘E’ harfini kullanmama gerekçesi hayli acı olsa da; isminde ve soy isminde toplam 4 adet ‘E’ harfi bulunuyor olması ilginç bir tesadüf olsa gerek.

Üstelik yazar tarafından açıklama yapılana değin; hiçbir eleştirmen, romandaki bu olağanüstü şarttan haberdar olmamış.  

Peki yazar neden böyle bir tercih yapmış dersiniz?

Yazarın buna cevabı hayatındaki dram dolu yılları anlatır netlikte aslında. Çünkü kendisi, ‘E’ harfinin Fransız işbirlikçiler tarafından, Almanlara verilen ve Nazi toplama kampında ölen annesi ile babasını simgelediğini söylüyor.  

Fransa’ya göç eden Polonya Yahudisi yoksul bir ailenin tek çocuğu olan yazarın çocukluk yılları, İkinci Dünya savaşına rastlar.


Zor şartlar altındaki yaşamında önce babasını, ondan yedi yıl sonra da annesini Nazi toplama kampında kaybeder. Çocuklukken onların bir bir kayboluşuna tanıklık etmesi; içinde devasa bir boşluk oluşturur.

Ne yazık ki yaşam acı dolu yağmurları ile onu sürekli hırpalar. Halası tarafından bakılırken, birden evlatlık olarak hiç tanımadığı bir aileye verilmesi ise tenine düşen iri dolu taneleri gibi içini yakar.

Nihayet Paris Sorbonne Üniversitesi’nde tarih ve sosyoloji eğitimi alır. Kendisini yazmaya vererek yaşam yolunu belirlemeye çalışır. Kelimelere giydirdiği büyülü anlamlarla kendini ifade ettiği yaşamı çalkantılıdır.

Makale ve deneme yazarlığı yanında, bir süre arşiv işinde de çalışır.

Bu arada farklı edebiyat tarzları üzerinde çalışma yapan bir gruba katılır. Bu grubun üyeleri; dilin sınırlarını genişletmenin peşindedir. Hatta matematik kurallarından faydalanarak deneysel çalışmalar bile yaparlar.  Grup; her türlü dil ve ses oyunu, harf düşmesi, karışık tümce düzeni gibi farklı yollar deneyerek edebiyata değişik bir soluk katmaya çalışır.  

İşte Kayboluş romanı, yazarın bu arayışları sırasında doğar. Alfabetik bir harfi yok sayarak yazdığı romanı ile hem hayatından kaybolanları ölümsüzlüğe taşır hem de dünya çapında bir romana imza atar.

İçinde belirli bir harf kullanılmadan yazılan böylesi eserlere Lipogram adı veriliyor. 

Ancak romanın oldukça ilginç başka özellikleri de var.

Romanın bölüm sayısı 26 ki bu durum Fransız alfabesinin harf sayısıyla aynı.

Öte yandan romanın 5.bölümü yok. Neden mi dersiniz? Çünkü ‘E’ harfi Fransız alfabesinde 5. Sırada yer alıyor.

Edebi çevreler; yazarın eserinde kullandığı dil oyununa, hayal gücüne, kurgusuna ve mizah duygusuna hayranlıkla yaklaşır. Mucize eser olarak görüp destekler.

1969 yılında yayımlanan roman dünya çapında öyle büyük ilgi görür ki pek çok dile çevrilir.

Türkçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Felemenkçe, Rusça, Hırvatça, Sırpça ve Japonca dillerine yapılan çevirilerde ‘E’ harfinin hiç kullanılmaması ise Kayboluş romanını daha da özel hale getirir.  

Romanı Türkçeye çevirerek bizlere ulaştıran yazar Cemal Yardımcı.

George Perec’in eserindeki önemli noktaları titizlikle ele alan çevirmen; Türkçe’ye çevirisinde aynı titizliği korumuş. 29 harften oluşan Türk alfabesini düşünerek bölüm sayısını 29’a çıkarmış. Alfabemizde 6. Sırada yer alan ‘E’ harfine dikkat çekmek için de tıpkı yazar gibi 6. bölümü eksik bırakmış.

Kendisini yarı yazar olarak tanımlayıp, romanın orijinal yapısına katkılar sağladığını savunması ise; Türk edebi çevreleri tarafından hayli sert karşılanmış.

Dehşet dolu günlerin acıyla yoğurduğu çocukluğunu, ellerinin arasından kayıp giden anne ve babasını yüreğine gömen ve ruhunu sözcüklere emanet eden Perec; maalesef 45 yaşındayken akciğer kanserinden; hayatını kaybeder.

Eserlerinin çoğunda hayatından kesitler sunarken; sivri dilli olmasına karşın sözcüklerle yaptığı büyülü dans hiç unutulmaz. Son yarım yüzyılın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen ve fantastik bir komplo öyküsünü anlattığı ‘Kayboluş’ romanı ile de unutulmazlar listesindeki yerini alır.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.03.2018


22 Nisan 2018 Pazar

KEYİFLİ – İYİ - ANLAMLI

Başlıktaki üç sıfat da pozitif enerjiler hissettiriyor insanda değil mi?

Üstelik her birini bir şekilde hayatı tanımlayan duygular olarak ele alırsak; bize yaşam hedeflerimizi gösterdiğini düşünebiliriz.

Gerçekten de hayatımızın asıl amacı; yaşamı daha KEYİFLİ hale getirmek, daha İYİ günler geçirmeye çalışmak ve ANLAMI olan işlere imza atmak.

Peki bunu nasıl başaracağız?

Hayat üstümüze üstümüze gelirken, zorluklar çığ olmuş omuzlarımızı ezerken, insanlar sadece kendilerini düşünürken ve başkalarını gözü kapalı harcarken kolay mı?

Değil elbette. Ama umut var ya o UMUT. İşte ona sarılıyoruz en zorlandığımız anlarda.

İyi şeyler görmek, mucizelere tanık olmak istiyoruz zaman zaman.

Aslında ne görmek istersek onu görebiliriz. Bunun için yüreğimize onu yüklememiz yeterli.

Sevgiyle harmanladığımız o görüntüler, aşkla renklenince gündüzümüz de gecemiz de, aydınlığımız da karanlığımız da bir başka olacak. Buna kalben inanmak gerek.

İşte o zaman hayatın en keyifli anları birden şekil alacak gözlerimizin önünde. O keyifli anlarla oluşan anılarımız bize iyi günlerin çoğaldığını gösterecek. Ama sadece bunlarla sınırlarsak hayatımızı; bir süre sonra yetmez olacak.

Neden mi? Çünkü hayatımıza anlam katacak şeylerin eksikliğini hissetmeye başlayacağız.

Ne zaman ki anlamlı işler yapacak adımı atarsak; işte o zaman keyifli, iyi ve anlamlı hayatın kapılarını sonuna kadar açmış olacağız.

Farkında değiliz ama paylaşacak o kadar çok şeyimiz var ki.

İlk sırada sevgimiz var paylaşabileceğimiz. Sınırlandırmadan, önüne set çekmeden özgürce sunabileceğimiz. Ne kadar çok seversek, ne kadar çok dağıtırsak kalplerimiz o kadar çok sevgi üretecek çünkü.

Sonra gülümsemelerimiz var. En zor anlarımızda bile kullanmaktan çekinmeyeceğimiz içsel tepkimiz olmalı o da; hem kendimiz hem de etrafımızdakiler için.

Asıl mesele BASİT şeylerle yetinmeyi bilmek bana göre. Elbette bir de yaşamı yineleyerek değil, YENİLEYEREK yaşamak.

Yani yaşama hak ettiği değeri vermek. TAÇLANDIRMAK.

‘’Yaşam defterinin kalemi sensin. Gecikirsen yazan değil, senin adına yazılanları okuyan olacaksın unutma.’’ diyor Aret Vartanyan; ‘İnsanız Ayıbı Yok’ imzalı kitabında.

Ne kadar doğru.

Elbette bunda başarılı olmak için önce kendimizi tanımamız gerekiyor. Keşfetmemiz. Yüreğimizde saklı kalan her ne varsa tutkular, arzular, hayaller işte onları bulup çıkarmak.

Ancak o zaman elimizdeki kaleme sahip çıkabilir, kendi hayatımızı istediğimiz gibi kendimiz yazabiliriz. Başkalarının müdahalelerine cesurca itiraz edebiliriz.

Bir anlamda duygularımızın eşzamanlı hareket etmesine,  yani sineztesi yapmasına olanak tanımış oluruz.

Uzmanların özellikle üzerine vurgu yaptığı pozitif, yapıcı düşünme becerimizi geliştirmek bunun için önemli.

Mutluluğun başlığımda yer alan bu üç boyutuna hakkını vermenin yolu buradan geçiyor.

Keyifli, iyi ve en önemlisi anlamlı hayatı yakalamamızın sırrı burada.

Cesurca atacağımız her adım bizi amacımıza kavuştururken, harcayacağımız zaman ve çabanın küçük de olsa bir şeyleri değiştirdiğini görmek; birkaç kişiye dokunduğunu hissetmek muhteşem bir duygu.

Yaşamı daha derinden hissetmek, mutluluğu iliklerinde hissetmek için bu birbirini tamamlayan üç duyguyu hiç unutmayalım. Olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.03.2018




16 Nisan 2018 Pazartesi

KEMİK YOLUYLA İŞİTMEK

Kitap okumak, onun büyülü sayfalarında kaybolmak muhteşem bir duygu. Kolunuza giren, omzunuza başını koyan kahramanlarla yaptığınız yolculuğun tadını ancak benim gibi kitapseverler anlar. O ana kadar bilmediklerimizi öğrenmenin heyecanı ve ardından gelen araştırma keyfi ise bambaşkadır benim için.

Dan Brown imzalı Başlangıç kitabını okurken denk geldiğim diğer işitme yöntemi de bunlardan sadece bir tanesi.

Hepimizin bildiği klasik kulakla işitmenin bir tık ötesinde.

Kemik yoluyla işitiyor olmaktan söz ediyorum.

Hadi gelin bilgilerimizi tazeleyelim. Teknolojinin hızından payımızı alalım.

Bu yöntemin ilk kaba hatlarını ünlü Alman besteci Ludwig van Beethoven bulmuş ve kendisinde uygulamış.

Alkolik bir baba ile hasta bir annenin dokuzuncu çocuğu olarak dünyaya gelen Beethoven; üçü sağır, ikisi kör ve biri zeka özürlü kardeşleri arasında en sağlıklısı. Ancak ileriki yıllarında o da sağır olmuş. Bildiğiniz gibi Dokuzuncu  Senfoni dahil pek çok eserini de hiç duymadan bestelemiş.

Ancak kulakları devre dışı kaldığında zor da olsa işitmenin bir yolunu bulmuş. Bilmeden günümüz teknolojisinin ilk adımını atmış.

Önce piyanosuna metal bir çubuk bağlamış. Sonra da piyanoyu çalarken bu çubuğu ısırır gibi tutmuş. Böylece piyanodan metal çubuğa, oradan da çene kemiğine gelen titreşimler sayesinde duymayı başarmış.

Aradan geçen yıllarda bilimin kat ettiği yollar, bizlere kemik iletim teknolojisi olarak geri dönmüş. Elbette burada devreye; fiziksel ortam değişikliklerini algılayan sensörler ile bir enerji formunu istenen diğer bir enerjiye çeviren transdüserler giriyor.

İşte kemik iletim teknolojisinde bu transdüserler, sesi doğruca çene kemiğine iletiyor. Oradan da kokleaya yani iç kulağın işitsel kısmına gönderiyor. Böylece ses sanki kafamızın içindeymişçesine duyma işlemi gerçekleşiyor.

Hepimiz biliyoruz ki duyma, etrafa yayılan titreşimlerin beyin tarafından algılanması demek. Ancak seslerin yarattığı titreşimlerin iletiminde iki yol var.

Hava yolu iletim ve kemik yolu iletim.

Kulaklarımız titreşimleri toplayıp sinyallere çeviren ve beyne gönderen organımız. 
Yani hava yolu iletimini kullanıyor.

Kemik yoluyla iletim ise aslında kulaklarımızla duyduğumuz için bizim pek de fark edemediğimiz son derece doğal bir süreç. Çünkü bize ulaşan seslerin hepsi hava yolu ile kulak zarımızda ilerlerken; bir yandan da bedenimizdeki kemikler üzerinden ilerliyor. Aslında biz her iki yoldan da duyuyoruz.

Teknolojinin hızı bu özellikte devreye giriyor. Kulakları duymayanlar için yepyeni kulaklıklar yapılırken; bizler için de gündelik yaşamda kullanabileceğimiz konforlu kulaklıklar olarak karşımıza çıkıyor.

Bu kulaklıklar kulaklarımızın hemen önüne, elmacık kemiğimizin üzerine takılıyor. Kulaklarımızı kapatmıyor. Hava yolunu yani kulak zarı yolunu kullanmıyor.  

Kulaklıktaki sinyal dönüştürücüler, elmacık kemikleri üzerinden salyangoz kanalındaki iç kulağa ulaşacak mini titreşimler yaratıyor. Bu titreşimler sayesinde; son derece net olarak ses iletişimi gerçekleşiyor. Böylece adeta beynimizin içindeymişçesine bütün sesleri duyuyoruz.

İç kulak yapısı sağlam olduğu halde, dış kulak veya kulak zarının yapısal bozukluğu nedeniyle duyamayanlar ile sonradan gelişen orta kulak hastalığına yakalananlar için; kemik yolu ile işitmenin mümkün olduğunu belirtiyor uzmanlar.

Elbette tanımlara eşlik eden bazı kriterler var ancak; yine de bir kesimin bu teknolojiden yararlanıyor olması bence muhteşem bir adım.

Güçlü kulak arkası işitme cihazına ek olarak; gözlük tipi kemik yolu cihazlar ile  deri altına yerleştirilen kemik yolu implantlar; duymayanlara çare olarak sunulmuş mini ayrıcalıklar.

Ne diyelim; teknoloji ve onun yolunda çalışanlar VAR OLSUNlar. Çünkü gün geliyor minicik adımlar ve sonrasında gösterilen yoğun çabalar; ihtiyaç sahiplerinin dünyalarını güzelleştirmeye  yetiyor.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.02.2018   







8 Nisan 2018 Pazar

PROKRUSTES SENDROMU (2/2)

Aslında yaşamın her anında ve her döneminde Prokrustes sendromlu kişilerle yolumuz bir şekilde kesişiyor.

Özellikle iş hayatı, sosyal yaşam ve büyük aile yapıları bunun için ideal yerler.

Başkalarından daha zeki, akıllı, yetenekli, güzel ve başarılı olmak onların dikkatini çekmek için yeterli.

İşlerini bozmak, yeri geldiğinde herkesin gözünde küçük düşürmek, daha az sevilip sayılmalarını sağlamak, aldığı yüksek maaşı engellemek gibi pek çok  akıl almaz oyun adeta onlardan soruluyor. Sürekli olarak; tehditle, hileyle ayaklarının altındaki sağlam zemini kaygan hale getirmenin yollarını arıyorlar. Çünkü ancak bu şekilde kendilerini mutlu hissediyorlar.

Böylesi insanlar kendilerine güvenmedikleri için; genelde kontrolsüz oluyorlar. Olaylara aşırı tepki gösteriyorlar.

Olumsuz yapıları nedeniyle genellikle sinirlerine hakim olamıyorlar.  Hassas ve bir o kadar da alıngan bir yapıya sahipler.

Kendilerinden başka herkesi düşman olarak görüyorlar. Bu nedenle de içleri hiç rahat değil. Etraflarında hep bir tehdit kokusu varmış gibi davranmaları da bu yüzden olsa gerek.

Esnek değiller. Değişmekten korkuyorlar. Kısacası oldukça zor bir yapıya sahipler.
Karşılarındaki kişilerin hayallerini hafife alıyorlar. Umutlarını söndürmek, enerjilerini aşağıya çekmek için her yolu deniyorlar. Yeri geldiğinde ağır itham ve sözlerle, yeri geldiğinde kaba davranışlarla o kişilerin yeteneklerini yok etmeye çalışıyorlar.

Peki böylesi karmaşık ruh haline sahip olan ve insanı yoran insanlardan nasıl korunabiliriz derseniz; mümkün oldukça uzak kalmak en iyi çözüm. Gerekirse tüm irtibatı kesmek belki de. Tamamen korunamasak da kendimize gelen zararı daha aza indirmeye çalışmak. Sınırlarımıza saygı duymalarını sağlayacak kararlılıkta olmak. Her zaman açık ve net davranmak.

Ardından enerjiyi tazelemek, umutlara sarılmak, hayallerden vaz geçmemek en iyi çözümler olsa gerek. Elbette yere, zamana ve kişiye göre değişiyor tüm yapılacaklar.

Yeter ki bizler kendimize olan sevgimizden ve öz güvenimizden hiçbir zaman şüphe duymayalım. Ancak o zaman engeller; aşılamaz dağlar olmak yerine ucunda ışık görünen tünellere dönüşürler.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.02.2018




PROKRUSTES SENDROMU (1/2)

‘Sen sen ol, SAKIN benden daha İYİ OLMA!’

Nasıl da bencillik kokan bir haykırış öyle değil mi?

İçinde sevgi yok.
Küçümseme var.
Belki biraz korku.
Ayrımcılık ve hatta taciz.

Etrafımızda yaşıyor böylesi insanlar. Belki de en yakınımızda. Ve sürekli bu şekilde bağırıyorlar; biz fark etsek de etmesek de.

Hiç kimsenin kendilerinden daha iyi olmasına katlanamıyorlar. Onları bir şekilde dışlayıp ilk sıraya geçmeye çalışıyorlar. Çünkü başkalarının kendilerinden daha yetenekli, daha başarılı, daha kaliteli olmaları onlar için bir tehlike işareti.

Gıpta edip, övgü dolu sözcüklerle yüreklendirip kutlamak yerine; tam tersini seçiyorlar. Adeta düşman kesiliyorlar. Bile isteye yollarına taş koymaya, kösteklemeye, başarılarına engel olmaya çalışıyorlar.

Peki neden?

Kendisine güven duyan, kendi sınırlarını ve yapabileceklerini bilen bir insandan böylesi bir tavır beklenebilir mi?

Elbette hayır.

Onlar daha çok kendini beğenmiş, egosu hayli yüksek insanlar. Ayrımcılar. 
Küçümsemeyi seviyorlar. Hoşgörünün kırıntısına sahip değiller. Kendilerinden daha üstün, daha ışıltılı insanları görmeye tahammülleri yok. Bu nedenle de bir takım etik olmayan davranışlarla onları karalama, işlerini bozma ve hatta yok etme eğilimindeler.

Biliyor musunuz bu davranışın kökeni çok eski yıllardaki bir mite kadar uzanıyor.

Tarihe ‘Prokrustes Efsanesi’ olarak geçmiş.

Oldukça korkunç bir mitle karşılamaya hazırsanız, beraberce eski Yunan mitolojisine doğru uzanalım.

İşte o yıllarda; Yunanistan‘ın Attica bölgesindeki yüksek tepelerin birinde yaşayan bir hancı karşılar bizi.

İsmi Prokrustes’tir. Aynı zamanda taverna da işleten bir hancıdır kendisi.

Yolu oradan geçenler zaman zaman hanında konaklar. Sıcak yemeklerini yiyip dinlendikten sonra yollarına devam eder.

Ancak gelin görün ki bu huzur dolu görüntüler veren hanın, yukarı katında insanı dehşete sürükleyen bir sır yatar.

Prokrustes isimli bu psikopat hancı, yatak odasında ölçüleri tamamen kendi cüssesine uygun olarak tasarlanan demirden yatağını pek sever.

Kurbanlarını gelen yolcular arasından, kendi kıstaslarına uymayanlardan seçer. Ve mitoloji bu ya onlara kendi yatağı sunarak eylemine başlar. Gecenin karanlık anı çöküp, yorgunluktan adeta sızan yolcunun yanına çıkar. Ses çıkarmaması için ağzını bir bezle tıkayıp, ellerini ve ayaklarını bağlar.

Eğer kurban olarak seçtiği yolcu, kendinden iri ve uzunsa haliyle uzuvları yatağından sarkar. Hancı da el ve ayakların yataktan taşan kısımlarını bıçak, kılıç, çekiç ve hatta balyoz yardımıyla kırıp keserek demir yatağına ideal ölçüye getirir.

Tam tersine eğer kurban kısaysa, bu sefer de kemiklerini eze eze inceltip boyunu yatağa göre uzatmaya çalışır.

Prokrustes kendi belirlediği ölçülere uymayanları standartlarına uygun hale getirdiğini zannedip, kendisine adeta bir kahraman havası verir. Bir değil, iki değil yıllarca bu dehşet sahneleri art arda tekrarlanır.

Günlerden bir gün; Ege denizine ismini veren Atina’nın meşhur krallarından Egeus’un oğlu olan ve babasından sonra kral tacı takan; kahraman  Theseus’un yolu bu hancı ile kesişir.

Handa olanları fark eden, yıllarca süren vahşete seyirci kalmayan Theseus; hancıya gereken cezayı verir. Yıllarca yolcularına yaptığı eziyet ve işkencenin benzeri ile öldürür.

İşte o şiddet yanlısı Prokrustes’in ismi bundan sonra; böylesi saldırgan insanların eylemlerini açıklamak için kullanılmaya başlar. Prokrustes sendromu olarak psikolojik açıklamalarda kullanılır. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.02.2018



1 Nisan 2018 Pazar

AKILCI RUHUN MAKAMI

Tarihten günümüze kadim insanların çok değer verdikleri minicik bir bedensel yapı var bugünkü satırlarımda.

Yapısal olarak ışığı seven gözlerimize benziyor.

Beynimizdeki bir iç salgı bezi aslında. Karanlığı çok seviyor. Serotonin (mutluluk hormonu) ve melatonin (bedenimizin yaşamsal faaliyetlerini sürdürmesini destekleyen hormon) hormonlarını salgılamamıza vesile oluyor.

Antik dönemlerden günümüze kadar yıllar boyunca herkesi, en çok da bilim insanlarını şaşırtmış.

Neden mi?

Çünkü gizemini hep korumuş.

‘Düşünce akışını düzenleyen büzücü kas’ tanımından tutun da; ‘master bez’ ya da ‘üstün bez’ tanımına; ‘sezginin gözü’, ‘aklın ışığı’ ya da ‘üçüncü göz’ tanımına kadar geniş bir yelpaze karşılıyor bizi; tarihin sayfaları arasında onunla ilgili bilgileri aradığımızda.

Ancak ben en çok ‘AKILCI RUHUN MAKAMI’ tanımını sevdim.

Çünkü beyinin ruhla bağlantısını açıklıyor bu tanım. Ruhumuzu birebir etkisi altına alıyor, istediği makamda ahenkle salınmasına izin veriyor.

Öyle küçük ki. Beynimizin arkasında iki lobun arasında. Başımızın boynumuzla birleştiği yere saklanmış adeta.

Gri beyaz renkli. 150-200 miligram ağırlığında. Yaklaşık 7 mm. genişliğinde. Epifiz bezi ve epifiz sapı olmak üzere iki ana bölümü var.

Kaşlarımızın arasındaki nokta ile aynı çizgide ki bu nedenle de üçüncü gözümüz olduğu kabul ediliyor.

İşte gizemini de buradan alıyor.

Milattan önceki yıllardan günümüze kadar kadim insanlar ve bilim insanları tarafından hep izlenmiş. Araştırılmış. Üstelik eski Roma ve Mısır eserlerinde şeklen de tasvir edilmiş.

Hepimiz biliyoruz ki, bilincimize söz geçiremiyoruz. Tıpkı bir robot gibi onun dediklerini yapıyoruz. Çünkü farkındalığımız yeterince açık değil.

Dolayısıyla bilim insanları sezgilerimizi, yüksek farkındalığımızı, bilinç düzeyimizi etkileyen değişimin peşinde. Yapılan araştırmalar bunun beyin dokularındaki serotonin seviyelerinden kaynaklı olduğunu belirtiyor. İşte epifiz bezimiz; bilincimizin değişik hallerinin kimyasını düzenleyen bu en güzel fiziksel ortamı oluşturmakla görevli.

Çünkü yüksek farkındalık, güçlü düşünce ve güçlü deneyimler için bize gereken hormonların kaynağı kendisinde saklı.

Tam bir serotonin merkezi.

Üstelik bu önemli rezervi basit kimyasal yollar izleyerek melatoninin üretilmesi için de kullanıyor.

Dünyaya geldiğimiz bebeklik dönemlerimizde epifiz bezi en büyük halinde. Sağa sola gülümseyen, mutlu, meraklı, keyifli, adeta dünyaya meydan okuyan en keyifli zamanlarımız. Sezgilerimiz kuvvetli, çakralarımız açık. Çünkü büyük epifiz bezimiz ürettiği çokça serotonini melatonine dönüştürüyor.

Yaklaşık yedi veya sekiz yaşlarına geldiğimizde, epifiz bezi küçülmeye başlıyor. Melatonin daha az üretiliyor. Yavaş yavaş beliren cinsel kimlikle beraber duygusal ve zihinsel karışıklıklar başlıyor. Sezgisel algı, hayal gücünün renkleri ne yazık ki azalıyor.

Daha ileri yaşlarda özellikle ergenlikte, bedenimizle beraber duygu ve düşüncelerimiz şekilleniyor. Bu arada epifiz bezimiz daha da küçülüyor.

Haliyle melatonin hormonu çok daha az üretiliyor. Serotonin artıyor. Bu durum farkındalık, hayal gücü, sezgi ve hayatla barışık hallerimizi olumsuz anlamda etkiliyor.

Ve yetişkin hale geldiğimizde üçüncü gözümüz yani sezgilerimiz neredeyse kapanmış oluyor.

Şimdilerde bu gözü açmaya, içimizdeki o çocuğun küskünlüğünü gidermeye çalışıyoruz. Yoga ve hatta meditasyonun bunun için ideal olduğunu belirtiyor uzmanlar.

Amaç epifiz bezinin yeniden aktive olması.

Düzensiz endokrin bezleri üzerinde yeniden kontrol sağlamaya çalışıyoruz. Bir anlamda beyin dokularındaki serotonin seviyelerini düşürmek istiyoruz. Güçlü bir bağışıklık sistemi, dinç ve sağlıklı bir beden için önem taşıyan melatonin hormonunun artması için artık tüm çabalarımız.

Peki bunun için neler yapmalıyız derseniz; uzmanlar birkaç öneride bulunmuş.

Florürden uzak durmak, basit meditasyon veya yoga hareketleri yapmak, kaşlarımızın tam ortasında bulunan üçüncü göz noktasına parmağımızla yapacağımız hafif bir masaj gibi.

Ne dersiniz akılcı ruhun makamını; yine ve yeniden, coşkuyla; ahenkli bir ortamda hissedip; bu sefer de biz şaşırtabilir miyiz?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.01.2018





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...