16 Şubat 2013 Cumartesi

AŞKIN lezzetinden SEVGİNİN sıcaklığına HAYATA ( 2/2 )


Şimdi gelin cevabı herkes tarafından merak edilen bir soruya gelelim. Ve AŞKIN SÜRESİ ne kadardır diye soralım? Bakın uzmanlar bu süreyle ilgili nasıl bir açıklama yapıyor;

‘’Tutkulu aşkın ilk başlarında; insanların beynindeki haz hormonlarında ciddi bir artış ortaya çıkıyor. İlk 8 aydan itibaren, bu kimyasal değişiklik normal insanlardaki seviyeye iniyor. Aşk davranışsal olarak bitmeye başladığı zaman bu kimyasalların miktarı azalıyor, tutkulu aşkın bitme süresi ise 12-18 ay arasında değişiyor”

Bu anlamda New York Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmadan söz etmek istiyorum sizlere. Birbirlerine çok aşık olduğunu söyleyen kadın ve erkeğe; sevgilileri ile sevgililerine benzeyen kişilerin fotoğrafları gösteriliyor. Ve bu arada beyin görüntüleri alınıyor. Sevgililerinin fotoğrafını gören deneklerin, beyninin hızla tepki verdiği ve beynin özellikle motivasyonla ilgili bölümünün harekete geçtiği belirleniyor. Gerçekten de AŞK, insanın yaşayabileceği en güçlü duygulardan birisi; aşık olan kişinin beyni aşırı derece motive oluyor ve bu durum bedendeki diğer organları da etkiliyor.

Aşk aynı zamanda beynin ödül bölgesinde değişiklik yapıyor, aşk ödül olarak algılanıyor. Ve zaman içinde bu duygu fırtınası geçmiyor, sadece biçim değiştiriyor. 
Yine denekler üzerinde yapılan araştırmalarda; ortalama 21 yıldır evli olan ve eşlerini hala çok sevdiklerini söyleyen 20 deneğin beyin taramaları incelendiğinde; eşlerinin fotoğraflarını gördüklerinde deneklerin beyinlerinde ödül ve bağlılık bölgelerinin tepki verdiği tespit ediliyor. Yani zaman içinde ilişkiler alışkanlığa dönüşüyor, eşinin kendisini terk etmesinden artık korkmayan kişinin beyni ihtirasa odaklanıyor.

Evet aşk bu kadar albenili, bu kadar özel bir duygu. Üzerine yazılan şiirlerin, şarkıların, romanların, öykülerin haddi hesabı yok.  Ve çoğumuz hayatımızda en azından bir defa da olsa bu duyguyu tatmak istiyoruz, biliyorum. Üstelik kaç yaşında olursak olalım bu istek bitmiyor, bu heyecan hep canlı kalıyor içimizde bir yerlerde. Pekiyi aşık olmak için bu kadar can atarken aşka gerçekten ne kadar hazırız?  Bu soruya çoğumuzun yanıtını duyar gibiyim ama, aşka hazır olmak sadece sözlerle olmuyor. Aşka bakış açımızı ve aynı zamanda aşkın bize nasıl baktığını biraz irdelememiz gerekli. Çünkü kalbimizin derinlerinde bir yerlerde hiç farkında olmadığımız korkular, çekinceler varsa işte bunlar bizi aşktan uzaklaştırıyor. Ve bu durum hepimizde farklı şekillerde oluşuyor. Bu nedenle bir kesim çok hızlı aşık olurken, bir kesim aşkı hiç yaşayamıyor.

SEVGİde ise durum farklı, hepimizde tek bir şekilde oluşuyor. Çünkü her bebek, sevme güdüsü ile doğuyor. Sonrasında yaşadıkları ile şekilleniyor sevgi profili; artıyor ya da azalıyor. Aşka hazır olmak adına ise tıkanık noktaların açılması, insanın hayata bakış açısını geliştirmesi gerekiyor. Böyle diyor uzmanlar. Geçmiş yaşantımızda nelerden korktuğumuzu bilirsek ve  onların üzerine cesaretle gidersek aslında aşkın o zor yolunda ilk adımı atmayı başarabiliriz hepimiz, ne dersiniz?

Bunun için öncelikle kendi etrafımıza ördüğümüz kalın duvarları yıkmamız ve kalbimizi tüm güzelliklere, hayata açmamız gerekiyor. Pekiyi KALBİMİZİN KAPISINI nasıl aralayacağız? Bunun için ruhumuza dönmemiz gerekiyor aslında. Ve arada sırada kalbimize misafir olmamız… hadi gelin bugün bir değişiklik yapalım ve ne zamandır uğramadığımız, belki de yıllardır unuttuğumuz kalbimizin kapısını çalalım, bakalım ne olacak? Gani Özkök’ün satırlarına kulak verelim mi bu anlamda…

‘’Hiç bir şey için geç kalınmış değildir, şimdi hemen kalbinizin kapısını çalmaya başlayın ve içinizdeki o muhteşem insan ile tanışın. Şayet kapıyı açan kişiyi viran bir halde görürseniz sakın şaşırmayın, yıllarca ihmal ettiğimiz kendimizi göreceğiz ve onunla tanışacağız. Bizi çok özlediğinden eminim... İçimizdeki kendimiz ile sevgi dolu muhabbetlerle sarmaş dolaş olmak elimizde. Hemen şimdi gözlerimizi kapatıp, sessiz bir ortamda, düşüncelerimiz ile kalbimizin kapısını çalıp işe başlamak zamanıdır, geç kalmayın. Tanışacağınız kendinize hayran olacağınıza eminim.’’

Bu satırlar ne kadar önemli aslında, insanın kendi içine İÇSEL YOLCULUĞU bir anlamda. Bu dünyada hiçbirimizin benzeri yok ki, hepimiz özeliz ve bunu bilmek, farkına varmak, kendimize o değeri vermek gerek. Ve elbette  kendi kalbimizin kapısını çalmak gerek ara sıra. Ne olup bittiğini anlamak adına, öyle değil mi?

Hepimiz buna evet diyoruz ama hangimiz bunu yapıyoruz ki? Hep ertelemelerdeyiz kendimiz söz konusu olduğunda ne yazık ki… o halde haydi gelin şimdi tam zamanı, kalplerimizin kapısını aralayalım bakalım bize ne diyecek? Ben merak ediyorum, ya sizler?

Yüreğimizi açmaktan söz etmişken Şems-i Tebrizi’ye kulak vermeden olmaz; bakın her bir satır ne kadar anlamlı…

‘’Yüreğimi açmak!’ dedim.
 ‘Bir tebessümle bak her şeye’  dedi.
 ‘Tebessüm’ dedim.
 ‘Her kapının anahtarı’ dedi.
 ‘Kapı’ dedim.
 ‘Girmeden bilemezsin’ dedi.
 ‘Ya korku!’ dedim.
 ‘Bilinmeyenden korkar insan’      dedi.
 ‘Ben kimim?’ diye sordum.
 ‘Sevgiyle beslenensin’ dedi.
  Durdum. Durdum. Yine sustum.
 ‘Kimsin?’ diye sordum.
 ‘SEN’im’ dedi.
 ‘Seni Seviyorum’ dedim
 ‘Bende Seni’ dedi…’’

Seni seviyorum diyen ve anlık değil ömürlük AŞKlar sarsın içimizi… TEBESSÜMle, SEVGİyle ve AŞKla aralansın kalbimizin kapıları…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.02.2013









AŞKIN lezzetinden SEVGİNİN sıcaklığına HAYATA ( 1/2 )

Dünyanın en yaşanılası duygusu olan AŞK, bir başka varlığa karşı duyulan derin sevgi olarak tanımlanıyor. Sevgi kuramının kurucusu Amerikalı ünlü Psikanalist ve Sosyolog Erich Fromm, SEVGİYİ, kişideki aktif ve yaratıcı gücün kaynağı bir enerji olarak tanımlarken, aşkı ve sevmeyi sanata benzetmiş. Üstelik aşkın sadece duygudan ibaret olmadığını, aynı zamanda davranış ve eylemlerle de belli olabileceğini vurgulamış. Bilinçli bir bağlılık olduğunu  dile getirmiş.

Düşünsenize aşk gerçekten de bir SANAT. Hayatın o gizemli yokuşlarını tırmanırken bizi bir anda gökkuşağı ile buluşturan; içinde her rengi barındıran ve albenisi ile insanın aklını başından alan bir deli ruh hali adeta.

Kısacası AŞK başlı başına GİZEM dolu bir ruh yolculuğu.

Çalkantılı, inişli, çıkışlı, yakıcı, yeri gelip insanı serseme çeviren bir yolculuk…

 ‘’ AŞK, uçurumdan düşmek gibi bir şey, işte bu yüzden sevgiliye ‘YAR’ denir. ‘’ diyor 
Mevlana. İşte bu denli tehlikeli bir yolculuk aslında ama herkes tatmak, yaşamak için can atıyor, sonunda üzülmek olsa bile aşk adına yaşayacaklarını özlem ve merakla bekliyor, öyle değil mi?

Kim yeterince tanımlayabilmiş ki aşkı ?

Bakın Elif Şafak aşk için ne demiş?  ‘’Gizemli, sıra dışı, neredeyse tılsımlı, ama aynı zamanda doğa üstü, akıl dışı, hatta ürpertici.’’ Gerçekten de bir tür deli ruh hali belki de.

‘’Pekiyi aşk kalpte mi beyinde mi yaşanır?’’ diye sorsak kendimize, cevabımız ne olurdu acaba, hiç düşündünüz mü?

Hepimizin bildiğinin tersine vücuttaki yansıması kalpte olduğu halde; AŞK beyinde başlıyor, beyinde gelişiyor ve beyinde bitiyor aslında; uzmanlar böyle söylüyorlar.

Ancak  kalbin elektrik akımının (EKG), beyinde oluşan elektrik akımından (EEG) altmış kez daha kuvvetli olduğunu belirten uzmanlar;  yine kalbin manyetik alanının ise beyninkinden beş bin kez daha kuvvetli olduğu konusunda hemfikirler.

Bu ne demek? Yani biz kalbimizle, beynimizle yaydığımızdan çok daha fazla enerji yayıyoruz.  Bu da kalpten inanarak istenen dileklerin daha çabuk olmasının yolunu açan en güzel gösterge. Yani kurduğumuz hayaller için, beynimizle yaydığımız dalgaları kalbimizle inanarak da desteklediğimizde; o hayalleri kucaklamamız AN meselesi. Tam tersine hayal kurarken kalbimizde o istekle ilgili tereddütler ve korkular taşıyorsak, olmama ihtimalini artırıyoruz fark etmeden. Yani,  hayatımızda sadece kalbimizin derinliklerinde gerçekleşeceğine inandığımız şeyler  gerçekleşecek, diğerleri sadece hayal olarak kalacak.

Gerçekten de inançlarımızı duygularımızla desteklediğimiz zaman, yaydığımız enerji çok daha büyük. Bu enerji bir şekilde evrene yayılıyor ve Rezonans Kanunu esasına göre, evrendeki aynı titreşimdeki enerjileri arıyor. Benzerini bulunca kendine çekiyor. 
Yani gerçekten inandığımız her şey gerçekleşiyor. Özellikle kalbimiz huzurlu ve mutlu duygularla doluyken, isteklerimizi kucaklamamız çok daha kolay. Ancak  üzgün ya da depresif durumlarda istediğimiz şeyin gerçekleşmesi,  kalbimizden yaydığımız hüzünlü duyguların altında eziliyor. Bu nedenle bir şey dilerken bazı noktalara dikkat edilmesi gerekiyor. Uzmanlar bunları şöyle sıralıyor;

*Ne dilersek dileyelim, bunu mantık seviyesinden kalp seviyesine taşımalıyız.

*İsteklerimizin gerçekleşebilmesi için önce kendimizi mutlu bir ruh haline sokmalıyız.

*Ve olacağına kesinlikle tüm kalbimizle inanmalıyız.

Yapılan bilimsel araştırmalar aşkın, beynin kimyasını değiştirdiğini; kan, omurilik ve beyin sıvılarında obsesif hastalıklara benzer değişikliklerin olduğunu ortaya çıkarmış.  Yani aşk adeta uyuşturucu etkisi yapıyor insanda.

Bu doğrultuda bir grup kadınlı erkekli denek teste tabi tutulmuş. Önce sevdikleri kişilerin;  ardından da arkadaşlarının fotoğrafları gösterilerek, kan akışları izlenmiş. Araştırma sonucunda aşkın, kişilerdeki muhakeme yeteneğini yitirmesine sebep olduğu ortaya çıkmış. Hani zaman zaman söylediğimiz ‘‘Aşkın gözü kördür’’ sözü de buradan geliyor sanırım.

Bir de aşkın türleri var elbet söz etmeden geçmek olmaz… Örneğin yıllar sonra geriye dönüp baktığınızda hatırladığınız o İLK AŞK vardır hani; daha masum, belki daha mesafeli ama bir zamanlar tutkusu ile buram buram iç yakan. Ve YILDIRIM AŞKI; duyguların şimşek olup gözlerden çaktığı, sağanak yağmur olup birden bire kalplere yağdığı o hız ekseni. Ya da PLATONİK AŞK; siz onun için dünyaları yakacakken onun bundan habersiz olma hali, erişememenin verdiği o yakıcı deli his. Ve elbette YASAK AŞK; her ne kadar kabul görmese de yaşanan bir gerçek, tutkuların mantığa söz geçirmediği anlar silsilesi belki de; bile bile rüzgara kaptırıp kendini koşmak, sonunu bilemeden hem de delicesine… ama hepsinden öte GERÇEK AŞK var ki; onu yaşayanlar bence dünyanın en şanslı kişileri, karşılıklı, tutkulu, ama saygı dolu, sonu sevgiyle devam eden ömürlük aşk bence en güzeli.

Tıpkı Sunay Akın’ın dediği gibi;

‘’Tenine dokunabilmek mi? Haşa!
  Gözüm göz menziline girsin yeter.
  Hadi düş düşlerime tutmayana ‘AŞK’ olsun!!! ‘’

Yunan Mitolojisinde AŞKın yolu ise nergis çiçekleriyle süslenirken, aslında bir kişilik bozukluğu olan narsizm ile tanıştırır bizleri;  nasıl mı? Gelin beraberce bu mitolojik öyküye kulak verelim…

‘’Çok güzel bir peri kızı olan Ekho, kendine aşık olanların aşkını hep karşılıksız bırakırken; günlerden bir gün bir avcıyla karşılaşır. İsmi Narkissos olan bu yakışıklı avcıya ilk görüşte aşık olur. Ancak bu kez kendisi aşkına karşılık bulamaz. Bu durumu kabullenemeyen Ekho, yaşadığı kara sevdayla günden güne içine kapanır ve yemeden içmeden kesilir. Rivayet bu ya, öldüğünde kemikleri kayaya, sesi ise bu kayalardaki yankılara yani ‘eko’ya dönüşür. Ancak bu durum Olimpus dağındaki Tanrıları kızdırır ve Narkissos’u cezalandırmak isterler. Cezası bir hayli ilginçtir aslında. Bir av dönüşü susayan avcımız su içmek için eğildiğinde, suda yansıyan görüntüsüne aşık olur. Yemeden içmeden kesilerek ve suda kendisini seyrederek ömrünü tüketir. Ve rivayete göre kış gibi soğuk vücudu, kışın gözdesi sarı beyaz nergis çiçeklerine dönüşür.’’

İşte kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen, ilgi odağı olmayı seven ve bunu göremediklerinde içten içe eriyen kişilere de bu yüzden avcı Narkissos’dan esinlenerek ‘narsist’ denmiş. Ancak uzmanların söylediği ve unutulmaması gerekli en önemli nokta narsistlerin gerçek aşkı yaşayamadıkları üzerine. Bu nedenle siz siz olun;  ilk bakışta çok çekici gelen, sempatik ve karizmatik gibi görünen narsistlerden uzak durun derim ben. Çünkü aşkı yaşayayım derken, sonrasında kin ve intikam gibi olumsuz davranışlarla boğuşmak zorunda  kalabilirsiniz. ( devamı 2/2 de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.02.2013

9 Şubat 2013 Cumartesi

KAİROS mu KRONOS mu? SİZİN ZAMANINIZ HANGİSİ?


Zaman ne kadar önemli ve aynı zamanda acımasız.

Hızlı, son sürat koşmakta.

Bizlerse ardından adeta soluklanmadan koşuyor ve onu bir yerlerinden yakalamaya çabalıyoruz. Çoğu zaman yetişemiyor, geçmişle geleceğin arasına sıkıştırdığımız bugünü es geçerek hayatımızı sürdürme telaşımıza yenik düşüyoruz.

İşte bu yazımla  zamana hepimizin bildiği tarzdan biraz daha değişik bir çerçeveden bakalım istedim. Bu amaçla sizleri  çoğumuza yabancı olan ancak bazılarımızın bildiği iki yeni kavramla tanıştırmam lazım.

KRONOS ve KAİROS ...

Aslında bu kelimeler Yunan Mitolojisine göre iki Tanrı’yı simgeliyor.

KRONOS: Kainatın Hakimi (gökyüzü ile toprak ananın oğlu ve ZAMANın sembolü)

KAİROS:   Fırsat Tanrısı

Her ikisi de zamanı tanımlıyor aslında. Ama birbirlerinden o denli farklı ki…

KRONOS; aslında hepimizin bildiği kronometrik zaman. Yani yıl, ay, hafta, gün, saat, dakika, … diğer bir deyişle bizim hayat akışımız içinde planlar yaptığımız, bir yerlere birilerine randevular verdiğimiz ve hep daha çok olmasını istediğimiz zaman. Bize bir türlü yetmiyor nedense…

KAİROS ise;  bizim AN’da olmamıza izin veren, içine katıldığımız zaman. Diğerindeki gibi arkasından koşmadığımız, telaş yapmadığımız; dingin ve huzurlu bir biçimde akan zaman. Bize düşen sadece bu sürenin içinde olmak ve  o ANların içine dalabilmek.

Tüm yaratıcı süreçlerimiz, beste yapma, şiir yazma, keyif aldığımız bir şeyler okuma, resim yapma, dans etme, güzel bir melodinin akışına kapılıp gitme, rahatlatıcı her türlü spor, meditasyon gibi bize kişisel olarak anlamlı gelen, yapmaktan zevk aldığımız aktiviteler sırasında ortaya çıkıyor. Ve bunlar aslında bizim ruhumuzu besleyen, açlığımızı gideren, mola anlarımız. Yani KALİTEli  kullanabildiğimiz zaman dilimi.

Zaman çok değerli, geri dönüşü yok, ANları yakaladınız yakaladınız, yoksa geriye dönüp tekrar tutabilme şansına hiçbirimiz sahip değiliz… Bu anlamda bilim adamları zaman kavramını kutsal bir değer olarak kabul etmenin önemini vurguluyorlar.  Böylece hem yaptıklarımızı hem de önceliklerimizi tekrar gözden geçirir, içlerinden sıkı bir eleme yaparak bir kısmını yok sayabiliriz; diğerlerine yer açmak adına.

Yani zamanı kutsal ve çok değerli kabul ederek; hangi aktiviteler bizi ve ruhumuzu besliyor, bizi yeniliyor; hangi aktiviteler ise bizi tüketiyor, adeta tüm yaşam enerjimizi emiyor; buları fark edebiliriz.

Ne kadar zor olsa da bazı şeylere 'hayır' diyerek, bize daha özel ve sınırlanmamış zaman kalmasına, yani bizi besleyecek zaman aralığını yaratmaya izin vermeliyiz. İşte o zaman ruhumuz dinginliğe kavuşur, yenilenir, yeni şeylerle zenginleşir. Zevk aldığımız şeyleri daha çok yaparken, fiziksel ve ruhsal sağlığımız için gerekli şeyleri yapmak için de kendimize izin veririz. Hayattan daha çok keyif alır, yaşama daha farklı gözlerle bakar, daha sıkı sarılır; dert ve sıkıntılarla karşılaştığımızda ise kendimizi daha güçlü hissederiz.

Aslında kronos dediğimiz zaman hepimize eşit olarak sunuluyor, yani hepimize aynı gün aynı saat dilimi verilmiş, öyle değil mi? Ancak kairos ve kronos dengesini kurmak çok önemli. Zamanı kendi lehimize KALİTEli kullanmak tamamen bize ait. O halde hepimiz kairos zamanına yer açmak için hayatımızda boşluklar yaratabilmeliyiz. Bunun için de öncelikler, sıralamalar, hedefler, hayaller, yapılacaklar elbette çok önemli.

Bunu yapabilmek için ANların FARKINDALIĞI ve o değerli süreci ruhumuzu besleyecek şeylerle zenginleştirmek ise bize düşen en önemli görev. Sonuç ise hayatımızı yaşarken daha dingin, daha mutlu, daha huzurlu ve tebessüm dolu bir yaşam… daha ne olsun.

Bir varmış bir yokmuş dediğimiz masal misali geçen ANlardan ibaret bir hayat varken, ruhumuzu yakalayabildiğimiz her detayla güzelleştirmek en önemli ilkemiz olsun her daim. Çünkü yenilenmek için, yeri geldiğinde arınmak için böylesi ANlara ihtiyacımız var hepimizin…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.12.2012
Not: Bana bu yazım için ilham veren Üniversiteden okul arkadaşım Sevgili AHMET ERECEK'e teşekkürlerimle...

3 Şubat 2013 Pazar

YANKI NOKTASI’ ndan AFFEDİP HAFİFLEMEYE…(2/2)

Hafiflemek, özgürce hayata kaldığımız yerden başlamak için bağışlayıcı olmak gerek. Tıpkı Sunay Akın’ın dediği gibi

‘’Kızmıyorum artık hayata...             Bakıyorum, seçiyorum,            Gülüyorum, geçiyorum…’’ diyelim biz de.

Bunun için de kendimize acı vermeye son verip; kendimizi belki de yeniden keşfetmemiz gerekli. Affederek…

Bu anlamda konunun uzmanları şöyle diyor;

*Affetmek, unutmak, silmek değil aslında. Sadece geçmişte yapılanların yıkıcı etkisini ortadan kaldırmaya çalışmak demek;

*Affetmek, yapılanları onaylamak, hoşgörmek, önemsizmiş gibi kabul etmek değil. Tam tersine yapılanların kötü olduğunu, kalbimizi incittiğini, içimizi acıttığını bilerek yola çıkma hali.

*Affetmek, fedakarlık ve bir şeylere katlanmak değil. Hata yapanın özür dilemesini, değişmesini beklemek de değil.

*Affetmek, o ANA mahsus bir durum değil, aslında bir SÜREÇ… Zaman içinde sabırla yavaş yavaş olan bir seçim yolu aslında. Amaç ise bizim öz mutluluğumuz, rahatlamamız, ruhen özgürleşmemiz ve hayatımızı sağlıklı mutlu yaşamamızın yegane yolu.

*Affettiğimiz kişiyi sevmek zorunda değiliz, ilişkimizi sürdürmek zorunda da değiliz.

*Ancak affetmeyi gerektiren yaranın bazı hallerde deşilmesi gerekirse bunun cesaretle yapılması şart. Çünkü affetmenin gerçek yolu buradan geçiyor.

*Affetmek, kendimize verdiğimiz en büyük ARMAĞAN aslında. Acı, öfke, kin, nefret gibi olumsuz hislerden ÖZGÜRLEŞMEK demek. Geçmişe değil, hep belirttiğimiz gibi ŞİMDİNİN farkına vararak, GELECEĞE yatırım yapmak demek. Kısacası Affetmek; kendini yiyip bitirmek ya da kişiye bedel ödetmek yerine; var olan enerjimizi, kendimizi geliştirmek adına kullanmamızı sağlamak demek…(ben bu tanımı çok sevdim)

Peki ya affedemezsek ne olur?

Kendimizi güçsüz hissederiz. Ruhumuz o yüklerin baskısı altındayken hayattan hiç zevk alamayız. Sürekli o negatif duyguların ( intikam, öç alma, haddini bildirme, gurur, kıskançlık, pişmanlık,  kendimizi haklı gösterme çabası, sevgisizlik, affedemeyeceğine inanma, o kişinin mutluluğunu istememe gibi… ) ağırlığı altında ezilir dururuz. Ve hepsinin sonunda hayır deme zorluğu, kendi bireysel sınırlarımızı çizememe ve farkında olmadan kendimizi cezalandırma durumu ortaya çıkar. Sonuçta mutsuz, umutsuz, kırgın, hayata küskün bireyler topluluğu ile karşı karşıya kalırız diyor uzmanlar.

O halde gelin tüm bu negatif duygulardan kurtulalım ve zoru başarmanın, affetmenin keyfine varalım. Tüm bu nahoş duygular, öfke, kin ve nefret yerini bağışlamanın o dayanılmaz hafifliğine bıraksın diyorum ben.

Bu hafifliği kucaklamak için yine uzmanların birkaç önerisi var. Gelin kısaca onlara göz atalım.

*öncelikle travmayı kabul etmek ve yüzleşmek,

*kendi iç sesimize kulak vermek,

*sınırlarımızı çizmek, kendimize güvenli bir alan yaratmak,

*kendi duygusal tepkilerimizle yüzleşmek,

*öfke enerjimizle sınırlarımızı fark etmek,

*sabır göstermek,

*acılarla, objektif olarak cesaretle yüzleşmek (hatta gerekirse çocukluk dönemindeki travmalara kadar inmek)

*duygularımızı dinlemek, bilinçaltına atmadan duygularımızın rehberliğine izin vermek,

*güçlü olduğumuzu hissetmek,

*ilaçlara sığınmamak, çok gerekirse ve yalnız başaramıyorsak uzmanlardan yardım almak, ama bizi en iyi anlayanın en çok kendimiz olduğumuzu unutmamak,

*duygularımızı ifade etmekten çekinmemek,

*kendimizi, kendi ruhumuzu iyileştirdiğimize inanmak.

Evet, kendimize bu güzel armağanı verebilmek için; biraz çalışmak, emek harcamak, pes etmeden, yılmadan, CESARETLE yaşananları göğüslemek ve hayatın her adımında olduğu gibi zoru başarmak gerekiyor. Ama başardığımızda duyacağımız o hafiflik, o yeniden doğmuşluk her şeye değer inanın bana. Ve ben eminim ki hepimizde bunu başaracak kocaman yürekler var.

Ne dersiniz, şimdi hayatı ve gökkuşağı misali renklerini kucaklamaya var mısınız? Şimdi kendi iç dünyamıza kısacık bir gezinti yapmaya, affedemediklerimizi hemen bugün ERTELEMEDEN affetmeye var mısınız? Yeniden düşünmeye, bağışlamayı bir alışkanlık haline getirmeye var mısınız? Hayata sımsıkı sarılmaya var mısınız?

Eğer bu sorulara içtenlikle ‘’ben varım’’ diyorsanız; şimdi gelin asıl olanı yapalım ve kendimizi affetmekle işe başlayalım. Kendimize karşı olan içerlemeleri serbest bırakalım. Tüm o suçluluk duygularını, kınamaları, kendi kendimize koyduğumuz o yasak ve cezaları kaldıralım. Kendimizi SEVGİNİN ENGİN DENİZİNE bırakalım. Kendimize yüklenmeyi terk edip, her parçamızı SEVGİYLE AFFEDELİM…

Ve bunu hemen şimdi yapalım hayat geçip gidiyor, beklemenin ertelemenin bir gereği yok çünkü. Bu anlamda bakın Arthur Miller ne diyor?

‘’Önceden öğrenenler indirimli fiyattan öğrenirler.
  Otoriteden öğrenenler özgürlük bedeliyle öğrenirler.
  Deneyerek öğrenenler etiket fiyatından öğrenirler.
  Hayattan öğrenenler gecikmek zammıyla öğrenirler.
  Hayattan da öğrenemeyenler boşa gitmiş hayatlarıyla öğrenirler.’’

Şimdi bir kez daha soralım kendimize daha ne kadar bekleyeceğiz? Boşa gitmiş hayatlara yazık olmuyor mu; yaşamak bu denli güzelken…

Nobel Barış Ödülü sahibi Desmond Tutu’nun dediği gibi ‘’Bağışlama olmadan gelecek olmaz.’’   O halde yarını güzelleştirmek, ANLarı kaçırmadan yaşamak için ilk adımı atalım. Affetmek, bağışlamak, intikamın o yakıcı ateşinden kurtulmak ve yenilenmek gerekiyor her ne yaşanmış olursa olsun… ve her şeye inat yine de TEBESSÜMLE HAYATA SARILMAK asıl olan.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

30.01.2013
(Kaynak: http://www.estanbul.com/affetmek-ne-demektir-74937.html)



YANKI NOKTASI’ ndan AFFEDİP HAFİFLEMEYE…(1/2)

Yaşadığımız kötü olaylar karşısında  içimizde filizlenen kin, nefret, öfke gibi olumsuz düşüncelerin bizi getirdiği noktada; içimizdeki intikam hırsıyla yanıp tutuşurken, hayat ellerimizin arasından  akıp gider. Biz olumsuzluk denizinde giderek derinlere battıkça, yüzümüz gözümüz tuzlu sudan alev alev yanarken, nefes dahi alamayız. Aslında sakin kalabilsek kıyı çok yakında, belki birkaç kulaç atarak dingin kıyıya ulaşıp yeniden nefes almaya başlayacağız. Ama hayır, biz debelenmeye ve debelendikçe derinlere batmaya devam ederiz. Ve bu sürece girdiğimiz, intikam hırsına yenik düştüğümüz andan itibaren kaybeden tek bir kişi var; o da kendimiziz. Kaldı ki, intikam aldığımızda gerçekten mutlu olacak mıyız? Acılarımız gerçekten yok olacak mı? Tüm yaşananları yok sayabilecek miyiz? Yanıtı kocaman bir HAYIR!.. O halde gelin tüm bu olumsuz duygulardan, bu hırstan kendimizi arındıralım ve olayları çok zorlamak, üstüne gitmek yerine KENDİ AKIŞINA bırakalım.

''Büyüklük dediğin teşekkürle başlar bir HİÇE… ve kusurların kusuruna bakmamaktır en kusursuz eğlence.’’ der Can Yücel. Bunu becerebilmek gerek, öyle değil mi?

Bir insandan, bir olaydan intikam almanın en iyi yolu onu UNUTMAKTIR aslında; yok sayabilmektir, hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi kabul edebilmektir. Yeri geldiğinde çok zor olsa da SESSİZ kalabilmektir. Bekleyen, sabırla acılarının hafifleyeceğine inanan insanlar her zaman kazanırlar. Ben buna her zaman inananlardanım. Yeter ki bunu denemekten, korkmayalım; bu cesareti gösterelim. Üstelik her ne yaparsak, her ne düşünürsek bize bumerang misali geri döndüğünü hepimiz biliyoruz artık. Yani sert ve kırıcı sözcükler kullanırsak , aynı sertlikte karşılık bulacak. Eğer insanları incitirsek, kalplerini kırarsak biz de incineceğiz fazlasıyla. O halde buna dikkat etmek; davranışlarımızı, duygu ve düşüncelerimizi kendi OTO KONTROLÜMÜZ altında tutmak önemli…

Gelin bu noktada ünlü Meditasyon uzmanı Hint asıllı OSHO’ dan kısa bir hayat dersine kulak verelim beraberce.

‘’Bir defasında birkaç arkadaş YANKI NOKTASI denen bir yeri gezmeye giderler. Gruptakilerden bir kişi köpek gibi havlamaya başlar ve o anda etraftaki tüm vadi ve dağlar sanki orada binlerce köpek varmış gibi korkunç bir ses ve uğultu çıkarır. Bundan son derece rahatsız olan grup üyeleri arkadaşlarına ‘’neden şarkı söylemiyorsun? Çünkü bu dağlar sadece verdiğini geri veriyor. Eğer köpek gibi havlarsan onlar da köpek olur. Eğer şarkı söylersen sana şarkıyla karşılık verir.’’ derler. Ve bunun üzerine aynı kişi şarkı söylemeye başlar. O anda herkesin üstüne onun bu güzel şarkısı yağar adeta. Tüm vadiden ve dağlardan bu güzel şarkının yansıması duyulur.  İşte o zaman Osho şöyle der; ‘’tıpkı bu dağlar gibi YAŞAM da bir YANKI NOKTASI’ dır aslında. Ve siz ne  yaparsanız size onu geri verir. Daha önce ne ekerseniz onu biçersiniz. Zehir tohumları ekerek buğday biçmek olmaz. Zehir tam tersine daha çok zehir getirir. Her durum ve şartta yaşamı sevecek bir yol ve vasıtalar bulun. Unutmayın ki, size çok itici gelen bir olayda ya da bir kişi de bile sevilecek bir yön mutlaka vardır.’’

İşte madem yaşam bir YANKI NOKTASI; madem sözler, davranışlar bumerang misali bize geri dönüyor; o halde yeri gelip susmak, yeri gelip unutmak ve affetmek en güzel ERDEM olmalı diyorum ben. 

Gelin bu sözlerimi ‘’Yaşam Boyu Aşk’’  ve ‘’Gerçek Sevgi’’ romanlarının yazarı Amerikalı Daphne Rose Kingma’nın güzel satırları ile destekleyelim. Şöyle diyor Amerikalı yazar; ‘’Sözcüklerin gerçeği değiştirme gücü vardır. Öyleyse sözcüklerine dikkat ederek güçlü bir enstrüman olarak kullan onları; İYİLEŞTİRMEK için, ŞÜKRETMEK için; ŞEFKAT GÖSTERMEK için; AFFETMEK için kullan.’’ Biz de öyle yapalım elden geldiğince; duygu ve düşüncelerimizde daha olumlu; kullandığımız sözcüklerimiz de ise daha dikkatli ve yapıcı olalım ki bize geri dönüşleri hep pozitif olsun.

‘’Bazen alabileceğin en büyük intikam AFFETMEKtir. Ve bazen karşındakine verebilecek en güzel cevap GÜLÜP GEÇMEKtir .’’ der Victor Hugo. İşte bizim de bu kapıyı aralamamız lazım, hafiflemek ve ruhumuzu özgürleştirmek adına. Bu kapı kolay kolay aralanmıyor, oldukça da ağır belki ama; yüklenip açmak değil asıl olan. Bekleyip SABIR göstermek lazım. Tıpkı Leo Tostloy’un dediği gibi; ‘’ En güçlü iki savaşçı SABIR  ve ZAMANdır.’’ Zamana yayabilmek ve sabırla bekleyebilmek… bizler Mevlana’nın torunlarıyız, onun sözlerinde olsun yolumuz; ‘’SABIR insanı maksadına en tez ulaştıran kılavuzdur.’’

Hepsi yazıldığı, söylendiği kadar GÜZEL ve bir o kadar da kolay olsaymış keşke… Ama değil. Bağışlamak, düşünce dünyamızın kapısını açarak hata yapanı serbest bırakmak ve AFFETMEK o kadar kolay değil, biliyorum. Üstelik içimizden çok istediğimiz, gönlümüzden defalarca geçirdiğimiz halde, bu erdemi yakalarken zorlanıyoruz. Haksızlıkları, ihaneti, aldatılmayı, kötülükleri kolay kolay affedemiyoruz. Geçmişin üzerine sünger çekemiyoruz. Ve her affedilmeyen hata ruhumuzu esir alıyor, yük olarak birbiri üstüne biniyor.

İster istemez üzülüyor ve acı çekiyoruz. Kalbimiz bin parçaya ayrılıyor. Küsüyoruz bazen her şeye, hatta yaşamaya, dünyaya, sevdiklerimize. Çünkü o hareketleri, o yanlışlıkları hak etmediğimizi düşünüyoruz. Hassaslığımız, kırgınlığımız artıyor yüklerimizle birlikte. Tabiri yerindeyse o yüklerin altında ruhumuz giderek eziliyor. Peki bu hataları kimler yapıyor, bu denli üzücü bu olaylara kimler sebebiyet veriyor? Elbette çevremizdekiler, hayatın içinde bize dokunanlar ve belki de en çok sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz…

Bunların bir kısmı kasıtlı olarak, bilerek isteyerek hata yapıyor; bir kısmı yaptığı hatanın farkında bile olmuyor, bilmeden zarar veriyor; bir kısmı da yine bilmeden yapıyor ama sonra fark edip özür diliyor, pişman oluyor. Her ne şekilde olursa olsun bize düşen affetmek olmalı… Ruhumuzu esir alan o yüklerden bir an önce kurtulmanın yolları aralanmalı. Bunun için de kendi iç sesimize odaklanmamız gerekiyor her şeyden önce. Şu ana değin kimleri affettik, kimleri biriktirip ağırlığı altında ezildik. Yoksa hala çocukluktan kalma affedemediklerimiz mi var, geçmiş bize o denli uzaktayken bile biz onları tüm ömrümüz boyunca nereye gidersek gidelim hep taşıdık mı? Bunlara net ve dürüst bir cevap vermekle başlıyor ilk adım. 

Kendi içsel muhasebemizi yaparken, kendimizle yüzleşirken bir yandan da gelin ‘’Ferrarisini Satan Bilge’’ romanının yazarı Robin Sharma’nın satırlarına odaklanalım. Şöyle diyor ünlü yazar; ‘’ Bir kişiyi affetmediğinizde o kişiyi adeta sırtınızda kendinizle birlikte taşıyor gibi olursunuz. Bu ağır bir yüktür. Ancak o kişiyi affettiğinizde onu sırtınızdan atar ve hayatınıza rahatça devam edersiniz… Artık sizi aşağıya çekemez. Çok daha özgür bir insan olabilirsiniz.’’ (devamı 2/2 de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

30.01.2013

2 Şubat 2013 Cumartesi

VAPURDA GÖKKUŞAĞI VARDI…


Bir vapur seyahatinde yaşanan ve insanın içini sımsıcak yapan dakikalar bu yazımda sizlerle paylaşmak istediğim... soğuk ve yağmurlu bir gün. Tam bir kış havası. Ama yağmur öyle böyle yağmıyor, hani şemsiye yetmez derler ya öylesine hızlı. Hal böyle olunca şemsiyeniz olsa bile paçalarınızın, botlarınızın ve üstünüzün ıslanmasına engel olamıyorsunuz. Şemsiyeyi tutan parmak uçlarınız donmuş adeta, hiç bir şey hissetmiyor ıslaklıktan başka.

Yaşamın aslında ne kadar kısa ve anlamsız olduğunu anladığımız günlerden bir tanesiydi. Acının, gözyaşlarının paylaşıldıkça azalacağı ümidiyle yapılan bir kısa yolculuktu belki de benimkisi. Hani sözlerin yetersiz kaldığı, gözyaşlarının göz diplerinde toplandığı; ama her şeye rağmen metanetle arkadaşlara destek verildiği o iç burkan anlardan birisi. Hani sarılırsınız arkadaşınıza sımsıkı ve işte o anda her şey susar yürekler konuşur ya bir tek, işte öyle bir an.

Ve  sonrasında yağmur altında bir koşu, vapurla eve dönme telaşı. Kaçan vapuru ayakta beklerken, üşüyen parmak uçlarındaki hissizlik. İşte tüm bu olumsuzluklar içinde birden karşınızda beliren bir tablo. İşte ben size bu kasvetin içindeki gökkuşağından söz edeceğim. Her şeyin nasıl kocaman bir tebessüme dönüştüğünden…

Vapurda çıkış kapısına yakın bir yerde oturuyorum, bir an önce inebilmek adına. 

Birden gözlerim hemen yanımda ayakta duran üç gence takılıyor. Üç tane pırıl pırıl üniversite öğrencisi, belli ki bir hazırlık peşindeler. Oldukça mahcup bir edayla her biri kendi müzik aletini çıkarıyor, akortlarını yapıyor ve aralarında kısık sesle bir şeyler konuşuyorlar. Derken müziğin o insanın içine dolan ritmi başlıyor. Ne soğuk, ne ıslanmak, ne eve bir an önce dönme telaşı. Her şey süt liman olmuş müzikte eriyor adeta. Gençlerden bir tanesi gitar, diğeri keman çalıyor ve üçüncüsü ise oturduğu tahta sandıkla ritm tutuyor ve beraberce şarkı söylüyorlar.

Vapurda oturan herkes kendi dünyasından, daldığı düşüncelerden bir anda başını kaldırıyor ve o sese odaklanıyor.

Gençler utana sıkıla hazırlık yapmışlar ve birazda çekingen müziğe başlamışlardı ama dünyamıza öyle güzel dokunuyorlar ki… üçü de son derece kibar, efendi, saygılı.  Yol boyu tam iki şarkı söylüyorlar. Tebessüm etmeyenlerin bile yüzlerinde tatlı bir tebessüm beliriyor o anlarda.

Sonunda yolculuğumuz bitiyor ve gençler yine utana sıkıla aletlerini toparlarken; içlerinden bir tanesi sırt çantasını açarak aramızda geziniyor. Hiç rahatsız etmeden, sadece göz ucuyla bakarak… başı önünde, yanakları kırmızı ve yüzünde masum bir tebessümle. Belli ki utanıyor. Ama öyle tatlılar ki… ekmek paralarını kazanıyorlar aslında. Üniversiteyi okurken ailelerine yük olmamak adına; kendi ayakları üstünde durmak adına uğraş veriyorlar. Sevdikleri bir işi yaparak, ama  utanmanın o zarif çizgisini yüzlerinde taşıyarak.

Alkışlarımıza bile defalarca teşekkür edip ayrılırlarken aramızdan, yüzümüzde hala tebessümlerimiz bakiydi. Yolları şansları açık olsun her birinin. Bizi tebessüm ettirdikleri kadar çok tebessüm olsun hayatlarının her anında.

Hayat böyle bir şeydi işte. Bir yanda acı, keder, gözyaşı derken bir süre sonra gökkuşağının o pembe tonlarına bakabiliyor insan. Önemli olan ise o dokunuşların hazzını sonuna kadar yaşayabilmekte saklı. Çünkü hiçbir şey kalıcı değil bu dünyada. Hayatın getirdiklerine karşı direnmenin, güzellikleri kucaklamanın ve ANları fark etmenin güzelliğinde geçsin tüm ömrümüz. Ve bizi TEBESSÜM ettirecek her neden, hiç ummadığımız anlarda içimizi SIMSICAK yapsın diyorum ben tüm kalbimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.01.2013
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...