27 Haziran 2013 Perşembe

GEÇMİŞE SAYGI LÜTFEN…

Çevremde yaptığım gözlemler, izlediğim programlar, okuduğum haberler, tanık olduklarım, yaşadıklarım, gördüklerim insanların saygıdan ne denli uzaklaştıklarını gösteriyor maalesef.

Oysa ki özellikle ikili ilişkilerin olmazsa olmazı saygı ne kadar önemli hayat içinde. Tıpkı hava gibi, su gibi. Ondan yoksun kalındığında yaşamın kalitesizliği nasıl da kendini belli ediyor. Belli ediyor ama, her geçen gün sanki bir adım daha uzaklaşıyor insanımız saygının  naifliğinden.

Kadın ya da erkek bir araya geldiğinde eğer birbirlerinden önce yaşadıkları bir beraberlikleri, ilişkileri, evlilikleri, çocukları varsa onların tamamen  yok sayılmasını istiyorlar karşılıklı olarak. Geçmişlerine saygı duyulması gerektiğini göz ardı ederek. 
Üstelik bu mümkünmüş gibi. Düşünsenize ikinci kez evlenecek, ama geçmişinde çocuğu ya da çocukları olan bir erkek ya da kadın onları nasıl yok sayabilir ki? Ya da hayatını kısa veya uzun süreli paylaştığı eski hayat arkadaşını?

Yaşanmışlıklara saygıyla yaklaşabilmek, geçmişin izlerindeki o sisli perdenin tamamen kapatılması ya da yok sayılmasıyla değil; sevdiğinizin sevgisine güvenerek yapılabilir ancak. Ama bunun için de insanın önce kendi sevgisinden şüphe duymaması lazım ki karşısındakine güvenebilsin. Ne yaman çelişkidir hem sevdiğine deli divane olduğunu söylemek, hem de yeterince güvenemediğini her hareket ve davranışında belli etmek. Üstelik bunu kıskançlık perdesinin ardına saklamak.

Düşünsenize bir defa, sizin geçmişinize saygı duymayan bir insan ne yaparsa yapsın sizin bugününüze ve geleceğinize saygı duyabilir mi? Asla duyamaz.

Geçmişe saygı gösteremeyen, ilişkilerini hep bu noktada zedeleyen insanlar iş bir de ayrılma noktasına gelince adeta kendilerini kaybediyor. İşte o anda tüm maskeleri düşüyor yüzlerinden. Sizin o ana değin hiç karşılaşmadığınız bir yüzle sizin canınızı yakmak için her ne varsa hepsini sergiliyor. Ne size, ne birlikte yaşadığınız duygulara ve aslında kendisine saygısını kaybediyor, kendisi fark etmese de. O öfke ve kızgınlık anlarında maskeleri ellerinden kayıp düşünce gerçek kimlikleri olanca netliğiyle gözler önüne seriliyor.

Adam gibi adam olabilmek ne kadar önemli. Maksat hayatın getirilerine mertçe sahip çıkabilmekte, kızgınlık ve öfke kıskacına sıkışmadan kaliteyi devam ettirebilmekte.  İster okumuş üniversite öğretim görevlisi olun, ister sadece ilkokul mezunu… eğer kendinizi maskelerin ardına saklıyorsanız; sizinle bir hayat paylaşmak için yola çıkanların işi oldukça zor.

Yüzlerinde sahte maskelerle dolaşan, öfke ve kızgınlıklarında kendilerini kaybedip başka kimliklere bürünen ve geçmişinize saygı duymayan insanlar varsa hayatınızda onlardan uzak durmaya çalışın. Hatta yapabiliyorsanız tamamen hayatınızdan çıkarın. Çünkü onlar en tehlikeli insanlar. Maskeleri yüzlerinde iken sergilediklerine kanıp onlara el verdiyseniz; ileride içinizin yanmaması mümkün değil. O nedenle fark ettiğiniz anda maskeler düşünce, iş işten geçmeden uzaklaşın gidin kendi yolunuza.
Gerçekler ne kadar iç acıtsa da gerçektir ve içinizi bir kez acıtır. Ama maskeler her defasında sizi farklı noktalardan yaralar. Artık bu da olmaz dediğiniz anda maalesef inanamayacaklarınızı yaşarsınız maskelerin sahipleriyle; saygısızlığın kol gezdiği sokaklarda.

İlişkilerde her daim saygı ve sevgi olsun, olsun ki sevginin pırıltısı saygının koruyucu kalkanıyla korunsun. Geçmişe saygı duymak, bugüne ve yarınlara da saygı duymak demektir. Ve inanın bana saygıyla biçimlenen bir yaşam size en çok yakışandır.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.12.2012

22 Haziran 2013 Cumartesi

KOŞULSUZ SEVGİNİN zor ama zevkli YOLLARI ( 2/2 )

Bence de koşulsuz sevgi gelişmiş insan olmanın en önemli ve güzel kaynağı.

Birini koşulsuz olarak gerçek anlamda sevdiğimiz zaman, onun kendinden emin ve güven içinde olmasına yardımcı oluruz. Bu ise koşulsuz sevilen kişinin kendi değerlerini, özünü bulmasını sağlar. Ve kendini bir bütün olarak, olduğu gibi kabul etmesine yol açar. Böylece yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışan mutlu bir insan haline gelir. Kendi düşünceleri, prensipleri doğrultusunda yaşamın içinde sağlam bir yer edinir. Kısacası bir kişiyi koşulsuz sevmek onun önündeki engelleri kaldırıp, hayatı sevmesine ve sımsıkı  bağlanmasına en güzel katkıyı sağlar.

Tam tersine koşullu sevgi son derece sağlıksız. Ortadaki koşullar bir şekilde yok olduğunda sevgi de yok oluyor çünkü. Bu durum ünlü Japon yazarın ‘eğer’ ve ‘çünkü’ sevgileriyle neredeyse aynısı.

Gerçek ve koşulsuz sevgide dışarıya kendini kanıtlama yok. Ve her daim sımsıcak. 
Hiçbir zaman endişe ya da kaygı hissedilmiyor bu sevgide. Koşulsuz kabul edildiği için sıkmıyor, bunaltmıyor, prangalara vurmuyor; tam tersine özgür bırakıyor. Bu güzel sevgiyi öğrenenler sadece belli kişileri değil, hayatla beraber tüm canlıları seviyor. Çünkü etrafına AŞKla bakmayı, gönül gözünü açmayı öğreniyor. Kısacası hayatın içinde  VAR OLUYOR. Hayatın içinde VAR OLMAK ve bunu hissetmek ise YAŞAMAK demek hem de derinden ve hakkını vererek.

Bu sıcacık sevgi, bir yürekten bir yüreğe sessizce ama derinden ilerler. Sizden çıkıp sevginizi paylaştıklarınıza doğru akarken azalmaz yoğunluğu. Siz verdikçe, karşılık beklemeden paylaştıkça; size katlanarak geri dönmesi ise sizi büyüten yegane güzelliktir.

Ama sevgimizi özgürce hiç çekinmeden dağıtabilmek için işe önce kendimizi, ruhumuzu, bedenimizi sevmekle başlamamız gerekli diyor uzmanlar. Öyle haklılar ki… Biz kendimizi sevmezsek, bu güzel duygunun varlığından haberdar olup nasıl dağıtabiliriz ki? Benliğimizi, sahip olduğumuz tüm değerlerimizle kabullenip sevecenlikle yaklaşmamız çok önemli. Bunu başardığımızda ancak, sevgimizi etrafımızdakilerle paylaşabilir ve gönül gözümüzü açabiliriz. Ve ancak o zaman gerçekten mutlu olduğumuzu hissederiz. İşte o noktayı yakalayanlar için sevgiyi paylaşmak artık vazgeçilmez olur. 

Verdikçe verirsiniz, verdikçe alırsınız, o naif akışa kendinizi kaptırırsınız; ama yine de doyamazsınız. Hayattan aldığınız haz artarken kendinizi daha güçlü, daha cesur hissedersiniz. Karşılaştığınız zorluklar sizi yıldıramaz kolay kolay. Hayata hakkını vermenin, her yeni günü her şeye inat kocaman tebessümlerle karşılamanın en güvenli yoludur bu. İçinizi öyle güzel bir enerjiyle doldurur ve bu enerji etrafınızdakilere öyle güzel yansır ki; belki de vazgeçilmez oluşu bu sebeptendir.

Doyamayacağımız gerçek ve koşulsuz sevgilerde buluşalım her daim… Hayatın en güzel renklerini daha güzel, daha anlamlı ve baktıkça bir daha bakılası hale getirebilmek için. Hayatı paylaştığımız, bütünün parçası olduğumuzu hissettiğimiz ölçüde içimizin mutlulukla dolmaması için hiçbir sebep yok. Bunun için tek şart ise KOŞULSUZ SEVGİyi kullanabilmek.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.04.2013

KOŞULSUZ SEVGİNİN zor ama zevkli YOLLARI ( 1/2 )

Bir insan koşulsuz sevebilir mi? Ya da ünlü Japon yazar Masumi Toyotome’nin sözleriyle HER ŞEYE RAĞMEN sevebilir, sevgisini devam ettirebilir mi?

Ben koşulsuz sevginin HAYATA karşı gösterilmesinden yanayım. Her ne yaşanmış olursa  olsun, her şeye rağmen ve her şeye inat hayatı, yaşamayı sevmek KOŞULSUZ sevmek gerek. Tebessümle sımsıkı sarılmak gerek.

Tartışmasız, tüm annelerin yavrularına beslediği sevgi koşulsuz ve her daim sımsıcaktır. Ama iş ikili ilişkilere ve oradaki sevgiye gelince; koşulsuz olmanın biraz zor olduğu görülüyor. Etrafımızdaki örneklerden ve belki de yaşadıklarımızdan.

Tıpkı İlhan Berk’in dediği gibi; ‘’kimseyi kırmayayım diyorum, bir de bakıyorum kendim paramparçayım.’’

Dünyadaki en güzel duygulardan birisi olan sevginin bir de gelin bu yönünü irdeleyelim. Çeşitlerine bakalım, bunları yaparken kendimizle yüzleşme cesareti gösterelim. Bir anlamda içimize ve duygularımıza ayna tutalım. Belki yaptığımız hataları görüp, değiştirecek cesareti yakalarız, ne dersiniz?

İşe ünlü Japon yazarın sevgi tanımlamasıyla başlamakta fayda var. ‘Three Kinds of Love’ isimli kitabında sevgiyi üçe ayırmış yazar.

*EĞER türü SEVGİ,

*ÇÜNKÜ türü SEVGİ,

*RAĞMEN türü SEVGİ.

EĞER türü sevgi hayatta en çok rastlanan tür. Belli bir şarta bağlı olup, karşılık bekliyor. Bu durum biraz bencilce elbette. Sevgide karşılık beklenmemesi gerektiğini hepimiz biliyoruz, öyle değil mi? Ama uygulama safhasında ne kadar gerçekçiyiz, orası tartışılır. Çünkü günümüz karşılıklı ilişkilerinde hep bir menfaat ve beklenti var. Sonuç ise ortada. Aşkla başlayan ama kısacık süren ilişkiler… Üstelik bir  koşula, beklentiye bağlı olduğu için; zaman içinde giderek artan bir yük haline gelmesi de kaçınılmaz.  Hangimiz sevginin söz konusu olduğu bir yerde böylesi ağır yüklerle yaşamayı isteriz ki?

ÇÜNKÜ türü sevgide kişi sahip oldukları ya da yaptıkları için seviliyor. Bu durum elbette hoşa gidiyor çünkü hepimiz olduğumuz gibi sevilmeyi tercih ediyoruz. EĞER türü sevgi gibi herhangi bir yük getirmediği için de güzel gibi duruyor. Ama sadece görünüşte. Sevilme nedenleri ortadan kalktığında ya da daha üstün özelliklere sahip birileri çıktığında bu sevgiyi kaybetme korkusu söz konusudur. Bu korkular, endişeler, acaba'lar, sevgiyi zedelemeye başladığında, güven duygusu da giderek kaybolur. Sonsuz sevgi kazanma hırsı insanı adeta yer bitirir. Bu nedenle de gerçek ve sağlam bir sevgi türü değildir. Temelde EĞER türü sevgiden pek de farklı olmadığı ortadadır.

RAĞMEN türü sevgi ise en güzel ve özel olanı. Tercih edileni. Kim böylesine içten sevilmeyi istemez ki? Çünkü bir takım eksikler olduğu halde sevgi vardır, sımsıcaktır. Ve aslında hepimizin özlediği, aradığı sevgi türüdür. Bir anlamda koşulsuz sevgidir.
Şimdi de gelin sevginin bu en güzel ve yalın halini daha yakından incelemeye alalım. 

Ama önce şu soruyu sormamız gerekiyor;
‘Koşulsuz sevgi, sevdiğiniz insan ne yaparsa yapsın onun yaptıklarına karışmadan, müdahale etmeden sevmeye devam etmek midir? ‘

Cevabı hiç de kolay değil. Hatta bu konuda psikologlar bile ikiye ayrılıyor. Koşulsuz sevgi taraftarı psikologlar, bu soruya ‘evet’ diye  yanıt veriyor. Ve davranışı kötü dahi olsa potansiyelini, özünü sevmek gerektiğini öne sürüyor. Ancak böylesi durumlarda her an yanlış anlaşılmalar olabilir. İşte bunu göze alabilmek, bu cesareti göstermek gerek.

‘Koşulsuz sevgi, o kişinin temel potansiyeline yönelik sevgidir.’ diyor uzmanlar. Kişiyi olabileceğinin en iyisi olması için destekleyen, yüreklendiren, onu bu öze sahip çıktıkça ONURLANDIRAN bir sevgi. Bu anlamda koşulsuz sevgi, kişiyi şu andaki davranışların ötesinde , onun potansiyeline ve özüne dönük olarak sevmek demek.

Pekiyi bu kolay mı? Gerçekten zor ve zorlayıcı. Bu anlamda, koşulsuz sevgiyi eşler, ana baba çocuk, iki arkadaş, iki sevgili, öğretmen öğrenci arasında aramak, mutlaka olmalı diye baştan şart koşmak; yanlış düşünmemize sebep olabilir. Çünkü asıl olan davranışın ötesine geçerek kişinin özünü sevmek, sevebilmek. Pekiyi nasıl? Sabırla, özveriyle, anlayışla adım adım öğrenerek, keşfederek adeta bir nakış dokur gibi ihtimam göstererek. (devamı 2/2 ‘de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


25.04.2013

18 Haziran 2013 Salı

HAYATA SEVGİYLE DİRENİYORUM…

Gün olur insan olanları, yaşananları bir film izliyormuşçasına seyrederken, gördüklerine, duyduklarına inanamazken içinin ne kadar acıdığına tanık olur. Sessiz çığlıklar atarak haykırır… İçinden geçenleri anlatacak kelimeleri sırra kadem basmıştır adeta. Kafasında birbiri ardına üşüşen pek çok düşünce yönsüz, izsiz, sağa sola çarpmakta; neredeyse bir önceki düşüncesinin üzerini koyu bir sis tabakası gibi örtmektedir çünkü. Artık öyle bir hale gelmiştir ki, ne düşüncelerine ne de duygularına söz geçiremez. Ufalanmış, dağılmış, hayatın o güzel ritmi önünden koşarken gözleri görmez olmuştur.

Paylaşmak istediği yığınla şey olmasına rağmen, haykırıp, bağırıp belki de öfkesini dindirmek yerine sükutla beklemektedir. Çünkü bilir ki kızmak, öfkelenmek, dile gelen her sözü sarf etmek kolaydır. Karşısındakinin insan olduğunu unutmak da. Ama asıl olan içinde yanardağ patlarken sessiz kalabilmektir belki de. Sessizliğini anlayanlar olsun diye değil, hayata karşı böyle durmayı tercih ettiği için.

Herkesle beraber yaşadığı onca olumsuzluk karşısında zorlanmasına rağmen bilir ki; negatif düşünmek, içindeki öfkeyi sözcüklere dökmek karşılığında yenilerini getirecektir. Evrenin yasası böyle çünkü. Ne düşünür, sözcüklerimize neyi yükler ve sarf edersek karşılığında onu alıyoruz. O halde sakin kalabilmeyi bilmek gerekiyor her durum ve şart altında. Bizler Mevlana’nın torunlarıyız. Onun o derin hoşgörüsünden nasibini alan sevgi dolu bir milletiz. Yüreklerimizde öyle bir sevgi var ki… Sadece paylaşılmayı ve paylaşıldıkça çoğalmayı bekliyor o kadar.

Kabul etmek gerekiyor ki; şu bir sahnelik perdede daha önce yaşamadıklarımızı görmek zorumuza gidiyor hepimizin. Ruhumuzu, kalbimizi yaralıyor. Gözümüzün önünde emeklerin yok oluşuna, yakılan canlara, vurdumduymazlığa, şiddete, alabildiğine kine, gözü dönmüşlüğe, geri adım atmamak adına harcanan zamana, adını koyamadığımız inatlaşmaya, ayrımcılığa sevgisizliğe tarif bulmakta zorlanıyoruz hepimiz. Korkularımız, endişelerimiz ve sıkıntılarımız aynı. Ama fark edemediğimiz bir şey var. Bizler hayatı ve yaşananları sorgulamaya kendimizi ne kadar çok  kaptırırsak; o ölçüde hayatı, yaşamayı unutuyoruz. Giderek sevgiden uzaklaşıp ters yöndeki karamsarlık durağına doğru koşar adım gidiyoruz.

Oysa ki hayat HER ŞEYE RAĞMEN devam ediyor. Yaşanacak, paylaşılacak pek çok güzellikle doğuyor her yeni sabaha. Bu zor dönemlerde bu güzellikleri görebilmek zor olsa da; inançla arzuyla görmeyi denemek, pes etmemek gerekiyor ki kendimizi bir an önce toparlayalım.  

İşte şimdi bulunduğumuz noktada bu güzellikleri yakalamak için bir an önce harekete geçelim diyorum ben. Olumsuz ne kadar düşünce varsa beynimize üşüşen, bizi karamsar, gergin, endişeli yapan hepsini bir güzel temizleyelim. Buna başladığımız andan itibaren arınacak, hafifleyecek ve olumlu düşüncelere hayatımızda yeniden yer açacağız inanın bana. Bakın bizler böylesi karamsarken hayat durmadı, her yeni sabah yeniden umutla doğdu. Belki bizlerden birileri fark eder diye bekledi gün boyu. Bizler fark etmediğimiz için de hepsi dün olup gitti. Çünkü öfkenin, kızgınlığın, karamsarlığın, endişelerin, sıkıntıların bitmesini bekleyen bir start-stop düğmesi yok yaşamın, geçen zamanın. O hızla giderken arkasından tekrar koşmalı, koşup yakalamalı ve en sevdiğimiz vagona yerleşmeliyiz bir an önce.

Ben inanıyorum ki tüm olumsuz düşünceleri yenecek kadar da cesuruz hepimiz. 
Karamsarlığa prim bırakmayacak kadar gözü pek. O halde gelin beraberce yakalayalım hayatı yine ve yeniden kaldığımız yerden. Tebessümlerimizden, sımsıcak sevgimizden ne çok ayrı kaldık düşünsenize.

Evet zorladı hayat bizi. Evet hala da zorluyor belki ama yeter… geçen zaman, geçen o güzelim anlar dün olduğunda kim geri getirecek onları? Telafisi var mı? YOK. O halde vakit ŞİMDİ…

Zorluklara, hayata direnelim bu sefer de. İçimizin yangını bitmese de, duyduklarımız kulaklarımızdan silinmese de yapalım bunu. Paylaşalım hayatın renklerini yeniden umutla. Maviye, yeşile, huzura hasret gönüllerimize hayatın NAİF dokunması için daha çok SEVGİye yer açalım yüreklerimizde. Sevdikçe, aşkla baktıkça, bakmaya gayret ettikçe karşımızdaki anlayışsızlıklar son bulacak. Bulmalı!

Ben buna inanıyorum ve her şeye rağmen hayata direnmeyi seçiyorum UMUTla… Elimi tutmak isterseniz gönül kapımdaki sonsuz sevgimde herkese yer var. Hayatı sevgiyle paylaşmak varken, başka alternatifler bizlerden uzak dursun… Umutlarımızın tazelenmesine olanak tanısın. Sevginin sıcaklığını elden ele, gönülden gönüle paylaşalım ki çoğalsın. Sevgisizliği alıp götürsün. Nasır tutmuş yürekleri yumuşatması zaman alacak olsa da ne gam. Biz sevgiyle, hoşgörüyle, aşkla başlayalım ve o ilk adımı atalım; gerisi kendiliğinden gelecek emin olun.

Hayatın en güzel ilacı paylaştıkça artan sımsıcak SEVGİMİZ olsun hepimizin…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.06.2013



17 Haziran 2013 Pazartesi

FARKINI FARK ETTİREN KUŞAK 'Y KUŞAĞI'

Çok eski zamanlardan günümüze değin, ailedeki yetişkinler ile gençler arasında bir kuşak çatışması yaşanır. Ebeveynler çocuklarını; çocuklar ise ebeveynlerini kendilerini anlamamakla suçlar durur. Aradaki senelerin ve bu senelere ayak uyduramamanın hesabı anne babalara kesilirken; giderek gelişen teknolojinin  o albenili dünyasına kendisini kaptıran gençler tatminsizlikle suçlanır. Oysa ki yıllar kuşakları öyle etkisine alıyor ki, hiçbir taraf tam olarak haklı ya da haksız olamıyor. 

Nasıl mı? Gelin beraberce kuşakları, özellikle de günümüz gençliği olan Y kuşağını ele alalım.  Ben araştırma yaparken her bir cümlede durup bir kez daha düşündüm. Yeri geldi kendimi eleştirdim. Ama bu güzel kuşağı eskisinden daha çok sevdiğimi ve gurur duyduğumu bir kez  daha anladım.

Önce konuyu araştıranların söylemlerinden hareketle kuşakların tarih içindeki gelişimine ve adlarına bakalım. Tümü doğdukları zamanın getirilerinden, zorluklarından ve elbette gelişimlerinden fazlasıyla payını almış. O getirilerle şekillenmiş…

*Sessiz kuşak (Şavaş kuşağı); 1925-1945 yılları arasında doğan kuşak. Güzel ülkemizin Cumhuriyet dönemi çocukları. En önemli özelliği uyumlu olmaları.

*Baby Boomers kuşağı (Nüfus patlaması kuşağı): 1946- 1964 yılları arasında doğan kuşak. En önemli özelliği kuralcı olmaları.

*X kuşağı (Baby Busters): 1965 – 1979 yılları arasındaki zor dönemin nesli. Her türlü sosyal sancıdan ve krizden fazlasıyla nasibini alan ve teknolojiyle sonradan tanışan; bu nedenle zaman zaman uyum zorluğu da çeken kesim. Bireysel olmaları, sonuç odaklı çalışmaları, çözüm üretme yetenekleri ve rekabeti önemsemeleri en önemli özellikleri.

*Y kuşağı (Echo Boom): 1980-1999 yılları arasındaki kuşak. Süreç çocukları. Teknolojinin göbeğine doğan,  özgürlüklerine düşkün, özgüvenleri yerinde, cesur bir nesil. Her şeyi sorgulayan bir yapıya sahip oldukları ve sürekli ‘whY’ diye sordukları için bu ismi almışlar. Süreç odaklı ve yaratıcı olmaları, birlikteliği sevmeleri ise en önemli özellikleri.

*Z kuşağı (Milenyum kuşağı): 2000 yılı sonrasında doğan hepimizi zorlayacak bir kesim. Onlar kristal çocuklar. Özellikleri derin duygusallık, içsellik ve konulan normlara uyum gösterme kapasiteleri.

Evet, kuşaklar ve en keskin özellikleri böyle. Okuyup araştırdıkça, her bir kuşağın bir diğerinden yeri geldiğinde keskin çizgilerle ayrıldığına tanık oluyorum ki; zaten yaşadığımız pek çok olay, aldığımız hayat dersleri de bunu kanıtlar nitelikte. Kendi kuşağımız dışında kalanları yeterince anlayamamamız, sürekli çatışmamız, gergin kalmamız hep bu yüzden. Ama uzmanlar bu anlamda yapılacak en doğru hareketin kendi özümüzü, özelliklerimizi koruyarak; diğer kuşakların gerçeklerini olduğu gibi görmeye çalışmak olduğunu belirtiyor. Elbette kendimize ait yargı ve düşüncelerle değil, tamamen objektik olarak. Kolay mı sizce? Maalesef değil, zaten kolay olsaydı nesiller ve kuşaklar arasında böylesine çatışmalar olmaz, herkes birbirini anlardı. Ama her zaman belirttiğim gibi önemli olan zoru başarmak ve bu özellikleri ortak bir paydada birleştirmek. Amaç elbette hayatı daha güzel, daha sevgi dolu, daha huzurlu ve YAŞANABİLİR kılmak… hep bir arada ve UYUM İÇİNDE…

Şimdi gelelim ana temamız olan Y kuşağına. Gelişmeye açık HARİKA bir kuşak karşımızdaki. Bizim çocuklarımız, bizim gençlerimiz… hepsi pırıl pırıl. Biliyorum ki şimdi paylaşacaklarım size kendinizi, çocuklarınızı, yakınlarınızı, tanıdıklarınızı hatırlatacak. Paylaşırken aynı duygularda beraberce çoğalacağız satır aralarında. Belki kendimizi eleştirecek, belki de yaptığımız düşünce yanlışlarını sorgulayacağız içten içe… hazırsanız başlayalım bu güzel kuşağı daha yakından tanımaya.

Herkesten farklı olmayı seven bu kuşak bugün dünyadaki 7 milyar nüfusun 1,8 milyarını oluşturuyor. 2025 yılı itibariyle dünyada çalışan nüfusunun %75’ini oluşturması bekleniyor. Ve bu inanılmaz bir rakam.

Y kuşağı gerçek sevgiye ve sahici duygulara önem veriyor. İşte bu nedenle ben onları bir başka seviyorum. Neyse, nasıl hissediyorlarsa onu dile getiriyorlar. Yaptıkları her şeyden haz almak istiyorlar. Bazen bu hallerini yanlış değerlendirip; keyiflerine düşkün olduklarını düşünsek de; aslında hayata değer veriyorlar, tadını çıkarmaya çalışıyorlar; belki de bizlerin veremediği kadar.

Son derece girişimci bir yapıları var. Takım oyununu, bir arada çalışmayı, grup halinde olmayı önemsiyorlar. Her biri içlerindeki liderlik tutkusu ile yaşamına dört elle sarılmış durumda. Kendilerine olan güvenleri öyle güzel ki; bu sayede isteklerini açıkça dile getirmekten, haklarını sonuna kadar savunmaktan çekinmiyorlar. Dışa dönük bir yapıları var. Hepimizden daha cesurlar. Her seviyede insanla rahatça iletişime geçebiliyorlar, resmi olmayı sevmiyorlar. Sevgi duydukları kişilere saygı  duymayı tercih ediyorlar. Ama eğer sevmiyorlarsa saygı duymanın bir gereklilik olmadığını söyleyecek kadar da gözleri pek. Bu nedenle zaman zaman bizlere  agresif, vurdumduymaz hatta bencil geliyorlar. Ama sevgi onlar için çok önemli.

Tabiri yerindeyse İnternetle göbek bağları bir kesilmiş gibi. Onsuz bir an bile yaşamaları mümkün değil; neredeyse su kadar, yemek kadar gerekli onlar için. Tüm işlerini internet üzerinden yapmayı tercih ediyorlar. Kitaplarını internetten okuyorlar.  Cep telefonu, ipad ile neredeyse ayrılmaz bir ikili gibi yaşıyorlar.

Değişikliği ve yeniliği seviyorlar. Denemekten korkmuyorlar. Yeniliklerin içine doğdukları ve teknolojiyi çok iyi kullandıkları için de, her yeni gelişime anında ulaşmak ve sahip olmak istiyorlar. Bu anlamda inanılmaz sabırsızlar, beklemek onlara göre değil. Hızlı hareket etmeyi ve hemen sonuç almayı istiyorlar. Bu durum ise yeterince düşünmemeleriyle paralel olarak hata yapma risklerini artıyor. Çünkü dikkatlerini bir yere odaklamakta zorluk çekiyorlar. Program yapmayı sevmedikleri ve bir anda pek çok şeyle  ilgilendikleri için de bir öncelik sıraları yok. Yine de kendi problemlerine kendileri çözüm bulmak istiyor. Gelecek öneriler ya da yol göstermeler; hele hele tecrübe kokan öğütler onları adeta çileden çıkarıyor, geriyor. Anlaşıldıklarını bilince ve kendi buldukları çözümlere destek verilince ise mutlu oluyorlar ve başarıları katlanarak artıyor.

Eskiden bizler kendimize yeni bir iş bulmadan, tabiri yerindeyse kendimizi garantiye almadan işten çıkmayı düşünmezken, Y kuşağı bizlerden çok farklı. Kolay iş beğenmemekle beraber, rahatlarına düşkünler. Emir almayı, otoriteyi sevmiyorlar. Kendi fikirlerine değer veren iş yerlerinde çalışmak, özgür olmak en büyük istekleri. Anlaşılmak ve fikirleriyle beraber önemsenmek istiyorlar. Bu desteği aldıklarında kafalarına koydukları her şeyi yapabilecek kadar girişken, cesur ve çalışkanlar.  Ama istedikleri gibi bir ortamdan yoksunlarsa, işlerini hiç düşünmeden bırakabiliyorlar. Sadece kendileri ile yarışmayı seviyorlar.

Hepsi son derece zeki ve yetenekli. Espri anlayışları var ve çoğu hayata iyimser gözlerle bakmasını biliyor. Oysa ki tüm bunlar bizlerin ancak kırklı yaşlarda pek çok tecrübe sonrasında edindiğimiz değerler.

Evet belki zoru sevmiyorlar ve karşılaştıklarında sürekli şikayet ediyorlar. Ama mücadeleyi, cesurca direnmeyi ve bu arada sevgi dolu kalmayı, umutla yeniden başlamayı çok iyi biliyorlar. Yine de uzmanlar; alışık oldukları teknoloji kadar hızlı ve sorunsuz bir hayat beklentisine sahip olanların; zaman zaman panik atak ya da depresyon yaşamalarının kaçınılmaz olduğunu belirtiyor.

Kolay tatmin olmuyorlar bu nedenle her şeye sahip olmak istiyorlar. Parayı biriktirmeyi değil, harcamayı seviyorlar. Hatta bu yüzden borçlanıyorlar. Kişisel yapı olarak biraz narsistler beki de.

Güzel giyinmeyi, gezmeyi, konforlu yaşamı, müziği, filmi kısacası hayatlarına renk katacak her şeyi seviyor ve önemsiyorlar. Hayata bir defa geldiklerinin bilincini erken yakaladıkları için; aileleri gibi zaman kaybetmeden, hayatlarını her anlamda dolu dolu yaşamaktan yanalar. Girişken ve cesur oldukları için sosyal ilişkide son derece başarılılar.

Ben bu kuşağı çok seviyorum. Onları anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Eleştirmeden önce ne yapmak istediklerini, yeri geldiğinde hayallerini ve hedeflerini can kulağı ile dinlememiz ise; hem onlara hem de bizlere fayda sağlayacak. Aslında bizim onlardan alacağımız dersler var diye düşünüyorum. Sahip oldukları sevgi dolu yürekleri, hepimize güç veren cesaretleri ve güzel azimleri oldukça her şeyin üstesinden geleceklerine eminim ben. Kısacası geleceğimiz emin ellerde.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


10.06.2013

12 Haziran 2013 Çarşamba

UNUTTUM, ALZHEIMER mı DEDİNİZ? ( 2/2 )


Unutkanlık zaman zaman hepimizin yaşadığı bir sorun. Özellikle stres ve yorgunluk anlarında ortaya çıkıyor. Bir konu üzerinde yoğunlaşmakta zorlanıyoruz böyle anlarda  ama, bu durum kısa sürede geçiyor. Günlük yaşantımızı pek fazla etkilemediği için de üzerinde dahi durmuyoruz.

Ancak yaş ilerledikçe ortaya çıkan unutkanlık bambaşka. Bu bir beyin hastalığı. Üstelik geri dönüşümü, iyileşmesi mümkün olmayan, devamlı ilerleyen; insanın yaşam kalitesini önemli ölçüde düşüren bir hastalık. Ne yazık ki son derece ciddi, çünkü belirtilerin görülmesinden sonraki yıllarda ölümle sonuçlanıyor.

Uzmanlar günümüzde artan stresle beraber, ender olsa da kırklı ve ellili yaşlardan itibaren görülmeye başladığını ancak, sıklıkla 65 yaşın üstünde rastlandığını açıklıyor. Kadınlarda görülme sıklığının erkeklerden biraz daha fazla olduğunun ise altını çiziyor. Rakamsal değerler ise insanı tedirgin etmeye yetiyor. Ortalama görülme sıklığı 1/15. Yani her 15 kişiden birisinde Alzheimer hastalığı görülüyor. İleri yaşlarda bu oran elbette daha sık. Ülkemizde 300 bin, dünyada ise 20 milyon Alzheimer hastası olduğu da yapılan tespitler arasında.

Hastalık ismini Alman Dr. Alois Alzheimer'den almış. Sonraki yıllarda Dr. Alzheimer'in klinik şefi Dr. Emil Kraepelin tarafından verilmiş. İlk bulunduğu yıllarda ender bir hastalık olarak kabul ediliyorken; bugün özellikle ileri toplumlarda yaşlılığın en sık rastlanan hastalığı olmuş ve bütün ölümlerin sıklığında da dördüncü sırayı almış.

Pekiyi bu son derece ciddi hastalık neden oluyor? Kesin nedeni tam bilinmemekle beraber uzmanlar, kalıtsal faktörler, beyinde protein birikimi, beyin hücrelerinin ölümü, sinirsel iletimin bozulması, çeşitli zehirli maddeleri neden olarak gösteriyor. Beynin belli bölgelerinde, bilinmeyen bir nedenle protein birikimi oluyor ve bu da beyinde haberleşmeyi sağlayan sinir hücrelerinin hasar görmesine yol açıyor.

En önemli özelliği çok yavaş ilerlemesi. Beyindeki sinir hücreleri zaman içinde yok olmaya başlıyor. Önceleri görülen ve üzerinde durulmayan kısa unutkanlıklar sonra yerini derin bir ızdıraba bırakıyor. Çünkü hasta artık yakınlarını bile tanıyamaz hale geliyor. Kişisel ihtiyaçlarını tek başına göremiyor. Zihinsel problemlerine bir de fiziksel problemler ekleniyor. Hasta içine kapanıyor, adeta hayata küsüyor.

Ancak söz konusu hastalıkla ilgili araştırmalarda karşımıza çıkan bir başka terim daha var ki, bazen Alzheimer ile karıştırılabiliyor. Bu terim demans.  Bir çok hastalığa bağlı olarak ortaya çıkabilen bunama durumlarına verilen genel bir isim. Alzheimer ise demansa yol açabilecek nedenlerden sadece bir tanesi. Yani  her demans Alzheimer hastalığı demek değil, ama her Alzheimer hastası demans hastası olarak kabul ediliyor tıp otoriterleri tarafından.

Gelin şimdi Alzheimer hastalığının belirtilerine kısaca yer verelim, yine uzmanların açıklamaları doğrultusunda;

*konuşma anında kelimeleri bulurken zorlanmak,

*günlük işleri yapamamak,

*kişileri, tarihleri, bilinen yolları hatırlayamamak,

*karar vermede güçlük çekmek,

*hesap yapamamak,

*eşyaların yerlerini karıştırmak, aradığını bulamamak,

*karşısındakileri suçlamaya çalışmak,

*sorumluluk almaktan kaçınmak,

*ruh halinde ve davranışlarında belirgin değişiklikler (huzursuzluk, ilgisizlik, saldırganlık, depresyon, amaçsız dolaşma, hayal görme gibi)

Alzheimer hastalığı yavaş ilerlemesine karşın; zaman içinde günlük yaşamı öylesine etkiler ki, yaşlı hasta başkalarının bakımına muhtaç hale gelir.

Hastalığın seyrini uzmanlar 3 döneme ayırıyor.

*Birinci dönem en kolayı elbette. Ufak tefek unutkanlıklarla baş gösteriyor. Ve hasta tarafından kabul edilmediği için geçiştiriliyor ister istemez.

*İkinci dönemde unutkanlık daha belirgin hale geliyor. Yakınların ismini, yolları hatırlayamama haline bir de konuşma bozukluğu ekleniyor. Gündelik işler yavaş yavaş yapılamaz oluyor.

 *Üçüncü dönem en zor olanı. Artık en yakınlar tanınmaz olurken, fiziksel güçlükler artar. Yardımsız yürümesi, yemek yemesi zorlaşır. Davranışlarındaki bozukluklar ise çok daha dikkat çekicidir.

Bunlardan birkaç tanesinin görülmesi halinde aile yakınlarının bu işi ciddiye almalarının vaktinin geldiğini de ekliyor doktorlar. Çünkü tedavisi olmasa da erken tanı çok önemli. En azından hastalığın seyrini yavaşlatmak ve yaşam kalitesini elden geldiğince aynı durumda tutmak adına.

Bu anlamda elbette karamsar olmamak gerek. Gün geçmiyor ki yeni bir buluş yapılmasın. Alzheimer’ da doktorların üzerinde çalıştıkları, önemsedikleri hastalıklardan bir tanesi.  Ve yapılan çalışmalar umut vadediyor.

Eğer bir Alzheimer hastası yakını iseniz size düşen; hastaya sevgiyle ve sabırla yaklaşmak. Cesaret ve güven duygusunu kaybetmesine izin vermemek. Beslenmesine, sağlığına özen gösterirken, hayata tutunmasına yardımcı olmak. Zevk aldığı şeyleri yapmasına olanak tanımak, adeta bir gölge olup fark ettirmeden izlemek; ama hayattan kopmasına engel olmak. Elbette kolay değil bu zor hastalığı çeken birisinin yakını olmak. Hele hele ileri ki aşamalarda sizi tanımaz hale geldiğinde. Öyle keskin bir kılıç üzerinde yürür bulursunuz ki kendinizi; bir yanda hastanızın öte yanda sizin ruh haliniz en küçük bir darbede kanayacak kadar hassaslaşır. İşte bu nedenle ilerleyen durumlarda mutlaka destek almak gerekir.

Geçen seneler içinde; hiçbir zaman UNUTMAK olmasın kabusumuz, hele hele UNUTULMAMAK hiç…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.05.2013





UNUTTUM, ALZHEIMER mı DEDİNİZ? ( 1/2 )


Hayatın bir garip döngüsü…

Neredeyse orta yaşa merhaba diyen çoğu kişinin ileri yaş dönemleri için en korkulu rüyası…

Çekene ayrı, çektirdiklerine ayrı dert; ayrı yürek yangını…

Düşünsenize doğduğumuz andan itibaren hep bir şeyler öğreniyoruz. Öğrendiklerimiz beynimize kaydediliyor ve bizler yaşımız ilerledikçe tecrübe hanemiz kadar beynimizi de dolduruyoruz pek çok bilgiyle. Evet bazı şeyler kısa sürede siliniyor hafızamızdan; ama küçüklüğümüze, gençliğimize, yetişkinliğimize varıncaya kadar pek çok hatıramız var hatırladığımız. Yakın geçmiş ya da uzak tarihler hiç fark etmiyor onları bir şekilde hatırlıyoruz. Bazen bir kokuyla, bazen bir sohbetle, bazen siyah beyaz bir resim karesiyle, bazen yıllar sonra gördüğümüz bir tanıdıkla, bazen de yaptığımız bir yolculukla. Hatırladıkça da mutlu oluyoruz. Yaşananlar kederli ve acı olsa da yaşanmışlıklarımıza sahip çıkıyoruz. Yeri geliyor kocaman, yeri geliyor soluk bir tebessümle. Ama hatırlıyoruz.

Pekiyi ya hatırlayamamak…

Bildiklerini unutmak…

Yakınlarını, sevdiklerini artık tanıyamaz olmak ya da karıştırmak…

Bu öyle bir iç yangınıdır ki… bir yandan unuttuğunuza yanarsınız; bir yandan mahcubiyetinize üzülürsünüz. Kendinize, hanımefendi ve beyefendi kimliğinize yakıştıramazsınız, hatta konduramazsınız bu halinizi. Bir süre kabul edemezsiniz içinde bulunduğunuz acı gerçeği. Kendi iç sesinizi bastırıp, ‘sadece yorgun düştüm, ondandır’ diye gelip geçici bahaneler ardına saklarsınız tüm gerçekleri.

İçiniz titreyerek uyanırsınız her yeni sabaha. Bir önceki gün hatırladığınız o bir avuç bilgiyi daha unutmaktan korkarsınız; küçük bir çocuk gibi. Dışarıya çıkmak, yalnız başınıza gezip tozmak hayal olmuştur artık. Çünkü yıllarca yaşadığınız, taşlarını, basamaklarını adeta ezbere bildiğiniz sokakları, evinizin o güzelim yollarını bulamamak korkusu ta içinizdedir artık. Öyle ya, olur da unutursanız evinizin yerini, kime nasıl sorarsınız ki? O çok sevdiğiniz eşyalarınızın yerlerini bile hatırlayamazsınız. Nerededir en sevdiğiniz eldivenleriniz, o senelerdir gözünüz gibi sakladığınız fincanınız, yakanızdan hiç çıkarmadığınız broşunuz?

En çok da yakınınızdakiler acıtır canınızı. Sizin önem verdiğiniz hiçbir şey onlar için değerli değildir, hepsi atılacak birer fazlalıktır adeta. Ah.. bilmezler ki, hatırlayamadıklarınıza belki de hayata, siz o eşyaların varlığıyla tutunursunuz. Hem onlara nedir ki canım; özgürlüğünüz de mi kalmamıştır yoksa hayatınızda. Hep birileri sizin hakkınızda kararlar verirken. Sizi de yakında bir eşya gibi atacaklarından korkarsınız içten içe, kendinize bile itiraf edemeseniz de. İçinizin acısı öyle böyle değildir. Kelimeler yetersiz kalır; yaşamayanlar için sudan sebepler gibi görünse de her biri gerçektir ve acıdır.

Hayatın içinde bomboş bir paket gibi hissedersiniz kendinizi. İçindekiler tek tek yok olmuş, geriye sadece dış kutusu kalmış gibi. O en değerli hazineler, yaşanmışlıklar, en güzel hatıralar yok olup gitmiştir işte. Ama nereye, neden? Bilemezsiniz. Kimliksiz gibisinizdir adeta. Kendinizi çıplak hissedersiniz, yapayalnız bir de. Üşürsünüz en sıcak yaz gecelerinde bile. Çünkü üşüyen ruhunuzdur, içinizdeki o naif çocuk yanınızdır.

Aslında gün gelir acı çektiğimiz anlarda unutmayı ne çok isteriz bir düşünsenize. Aşk acısı çektiğimizde, hayatımızı alt üst eden kayıplar yaşadığımızda, toplum önünde mahcup olduğumuz anlarda. O anları, o kişileri, o olayları tamamen unutmak; adeta beynimizden silmek isteriz. Unutamadığımız her gün bize eziyet gibi gelir. Oysa ki zamanla her şey yoluna girdiğinde; hatırladıklarımız sadece birkaç resim karesinden ya da isimden ibaret kalır. İşte o zamanlarda hiç aklımıza gelmez; gün gelip unutmanın ne menem bir şey olduğu. Hayatımızı kabusa çevireceği ve zamanla daha da kötü hale geleceği. (devamı 2/2 ‘de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.05.2013

7 Haziran 2013 Cuma

SEVGİNİN ZAMAN AŞIMI YOK


Bir çok yerde okumuş olabilirsiniz bu dokunaklı yaşam öyküsünü. Ancak ne kadar çok yazılır ve paylaşılırsa koşulsuz sevginin sıcaklığını, dostluğun değerini içimizde o kadar çok hissederiz diye düşünüyorum. Özellikle söz konusu kahraman konuşamayan, derdini anlatamayan ancak her koşulda insanların yanında yer alan ve onlara koşulsuz sevgileriyle bağlı olan köpeklerse.


Şimdi gelin 1924 yılına ve Uzakdoğu’nun gizemli ülkesi Japonya’ya uzanalım. Tokyo Üniversitesi Ziraat bölümünde görev yapan bir Japon profesör ve köpeği ile ilgili gerçek bir hayat hikayesine konuk olalım.

Üniversite’deki görevine her gün trenle gidip gelen profesör Hidesaburo Ueno, bir gün metro istasyonunda küçük bir köpek yavrusu bulur. Çok sevdiği köpeğine ‘Hachiko’ ismini verir. Hachiko, beyaz bir köpek olup, safkan akita cinsidir.

İsterseniz gelin önce bu güzel köpeğin özelliklerine bakalım. Akita cinsi köpekler; en büyük Japon köpek türü. Ağırbaşlılığı ve sakinliği ile bilinir. Biçimli yapısı ve kendine has görüntüsü ile diğer ırklardan bir bakışta ayrılır. Yapı olarak yüksek, sağlam bedenli, dik kulaklı, kıvrık kuyrukludur. Koku alma duyuları kuvvetlidir. Özellikle güçlülüğü ve dayanıklılığıyla tanınır. Soğuk iklim köpeğidir. Çok iyi yüzer. Akıllı ve cesurdur. Koruma köpeği olarak görev yapar. Fazla havlamaz, ama ilginç bir ses tonu vardır. Uzun yürüyüşler yapmayı sever. Sakin olmasına rağmen bazen başına buyruktur. İşte bizim vefalı minik köpeğimiz de bu ırktan. Şimdi gelin öykümüze geri dönelim

İşte bu güzel yavru köpek, sahibiyle yürüyüşlere bayılır. Ve her sabah üniversiteye gitmek için evinden metroya kadar yürüyen profesöre  eşlik eder.

Her gün aralıksız devam eden bu beraber sabah yürüyüşleri, metronun dış kapısında son bulur. Oradan sahibini uğurlayan Hachiko, eve geri döner. Ve akşamları evde yeniden buluşurlar. Ancak bir akşam üniversite dönüşünde, metronun çıkışında Hachiko’yu kendisini beklerken gören profesör çok şaşırır. Elbette çok da sevinir.
Irkının özelliklerine sahip ve son derece akıllı bir köpek olan Hachiko, sahibinin eve dönüş saatlerini hesaplayıp; aynı yolu kullanacağını düşünerek metronun önüne gitmiştir.

Ve bu güzel seremoni tam bir yıl boyunca saatini hiç şaşırmadan sevgiyle devam eder. Hachiko, her sabah sahibini metroya kadar götürür, her akşam iş çıkışında da metronun önünde karşılar.

Ancak normal başlayan bir günün akşamında profesör metrodan çıkmaz. O akşam da sahibi için metro kapısında bekleyen Hachiko şaşkındır. Yine de umudunu kaybetmeden bütün bir gece boyu metronun kapısında bekler. Sahibi ortalıkta yoktur.

Bir sonraki akşam Hachiko yine aynı yerde beklemeye devam eder, ancak profesör yine ortada görünmez. Üçüncü akşam da tablo aynıdır. Metro kapısında boynu bükük bir köpek ısrarla sahibini beklemektedir.

Oysa ki profesör son gün üniversitede kalp krizi geçirip hayata veda etmiştir. Olanlardan habersiz sadık köpeği ise her akşam inatla gözlerini metro çıkışına dikerek beklemektedir. Hem de umudunu hiç kaybetmeden.

Pekiyi bu bekleyiş ne kadar sürer dersiniz? Haftalar, aylar geçer, yıllar birbirini kovalar. Hachiko tam 10 yıl boyunca Tokyo metrosunun Shibuya İstasyonunun kapısına gider. Ve 12 yaşındayken sahibini beklediği metronun kapısında hayata veda eder.

Japonlar ise sadakat ve sevginin bu güzel örneğini sembolleştirir ve ölümünden hemen sonra Hachiko’nun heykelini dikerler. Tam da 10 yıl boyunca sahibini beklediği Shibuya İstasyonunun kapısına.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da Hachiko'yu unutmayan Japonlar, 1948'de yeni heykelini yaparlar. Bugün Japonya’ya gidenler ve yolu o metroya düşenler bu sevgi dolu sadık köpeğin heykeli ile karşılaşır. Shibuya istasyonun o kapısı Hachiko çıkışı olarak bilinir ve Tokyo'nun en önemli buluşma merkezlerinden birisidir.

Üstelik her yıl Hachiko'nun ölüm yıldönümü olan 8 Nisan'da da bütün hayvan severler heykelin önünde buluşur. Koşulsuz sevginin vefası olarak.

Ayrıca Japonya’da çok sevilen bu köpeğin küçük heykelcikleri yapılmış; çünkü sağlığın sembolü sayılıyor. Hasta olanlara bir an önce sağlıklarına kavuşmaları amacıyla hediye olarak veriliyor ya da gönderiliyor.

Bir profesör ve bir köpek arasında yaşanan bu sımsıcak sevginin ve dostluğun hikayesi 1987 yılında bir film olarak da karşımıza çıkar. Başrolünde Richard Gere oynar ve film izleyenler tarafında beğeni ile karşılanır. Seyredenlerin büyük çoğunluğu sinemayı göz yaşları içinde terk ederler. Bu denli dokunaklı bir filmdir, tıpkı gerçek öyküsünde olduğu gibi.

Küçücük bir köpek yaptığı sıradışı davranışı ile bizlere koşulsuz sevginin en güzel örneğini verir. Kendisine yapılan iyiliği asla unutmaz. Sahibi ölene değin terk etmez, gelmeyeceğini bile bile son anına kadar bekler.

Bakın İstanbul doğumlu yazar Eddie Anter ne der; "Yaşam boyunca karşınıza çıkan zorluklar ve yaşadığınız acılar bedeldir. Bedelini ödemediğiniz hiçbir şeyin tadını çıkartamazsınız. Tadını çıkartamadığınız zamanlarda da bilin ki bir bedel ödüyorsunuzdur veya ödemeyi siz seçtiniz.'' Kimbilir belki de bu güzel vefalı köpeğimiz de tam 10 yıl bekleyerek vefasının bedelini ödemiştir.

Konu köpeklerden ve onların sadakatinden açılmışken yakın tarihimizden şahit olduğumuz iki örneği daha paylaşmak istiyorum.

Bunlardan bir tanesi Brezilya’dan. Geçtiğimiz yıl orada büyük bir sel felaketi yaşandı ve neredeyse 600'den fazla kişi can verdi. Ölenlerden birisi olan Cristina M.C. Santana. Köpeği Leao ise sahibinin mezarının başından ayrılmıyor. Sahibi gömüldüğü günden beri mezarın yanında yatıp kalkan Leao'yu kimse oradan ayıramıyor. Sadık köpek, sadece karnını doyurmak için mezarın başından ayrılıyor, ihtiyaçlarını giderdikten sonra tekrar sahibinin mezarı başına geri dönüyor. İşte yine bir köpek ve yine vefanın güzelliği.

Diğer örneğimiz ise Çin’in Panjiatun köyünde yaşayan Lao Pan adındaki bir Çinli’ ye ait. Lao Pan 68 yaşında öldüğünde, sadık dostu köpeği bir süre gözlerden kaybolur. Ancak daha sonra ölen yaşlı adamın mezarının başında olduğu görülür ve ondan sonra da hiç kimse köpeği oradan ayrılmaya ikna edemez. Bu durumu kabullenen köylüler ise köpek için mezarın başına yemek getirmeye devam eder.

Bu ve bezer güzel öyküler var ve olmaya da devam edecek. Çünkü insanlar hayatın zor yaşam koşullarında sıcacık sevgiyi, sadakati, şefkati önemsiyor. Köpekler de bunun en güzel örneğini veren canlılardan bir tanesi. Bu kadar çok sevilmesi ve karşılıksız sevginin bu kadar yoğun yaşanması da belki bu yüzden.

Günümüzde hayvanların görmezden gelindiği, var olup olmamalarının çoğu insanı pek de ilgilendirmediği, bir kap su ya da yemek koymanın, kısacası şefkatin öneminin unutulduğu bir ortamda buna benzer hikayeleri yeniden hatırlamak ve hatırlatmak oldukça önemli diye düşünüyorum. Çünkü her canlı kıymetli, her canlı yaşamayı hak ediyor. Çünkü sevgi koşulsuz olduğunda tüm yürekleri sımsıcak yapmaya yetiyor.

Son sözlerimi şiirlerini çok sevdiğim Cahit Sıtkı Tarancı’dan bir dörtlükle yapmak istiyorum; şu anda içinde bulunduğumuz durumu en iyi özetleyen dizeleri ile …

‘’Yalnızlığımızla çoğalıp, kalabalıklığımızla     eksiliyoruz.
  Ve öylesine kalabalık ki yalnızlığımız.
  Ne yana dönsek kendimize çarpıyoruz.’’

İşte böyle bir ortamda koşulsuz sımsıcak sevgiler nasıl da iyi geliyor susayan yüreklerimize…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.05.2013



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...