29 Aralık 2012 Cumartesi

2013 SEVGİ AŞK TEBESSÜM ile DOLSUN…


Yepyeni bir sene daha kapımızda…

Yaşayacağımız pek çok güzellikle beraber geliyor.

Bizler her sabah, her yeni günü kocaman renkli bir hediye paketi olarak görüyor ve itinayla açıp her ANın farkındalığını yaşamaya  çalışıyoruz ya; işte yeni seneye de aynı düşünceyle sarılmalıyız diyorum ben.

Nasıl mı? Gelin biraz hayal kuralım. Ve yaklaşan yeni senenin bizlere sunduğu o rengarenk, o albenili, içi her türlü sürprizle dopdolu hediye paketine bir bakalım…

Kocaman süslü bir paket bu elimizdeki.

İçi tıka basa dolu.

Üstelik ağır mı ağır.

İçinde her şeyden var, kimi az kimi çok.

Ama bu paketin bir özelliği var. O da paketi teslim almamıza rağmen içindekilerin hepsine hemen sahip olamıyoruz. Çünkü içinde 12 tane ay paketi  ve her ay kutusunun içinde de 30-31 tane gün paketi var. Tamamı elimizde ama hepsini hemen açmak mümkün değil, sırası gelinceye kadar beklememiz gerekli. Bu nedenle dışarıdan bakmakla yetiniyoruz sadece. Meraklıyız elbette hepimiz yaşayacaklarımız adına, umutluyuz hiç olmadığımız kadar bir de. Üstelik içimizdeki çocuk sevinciyle sımsıkı sarılıyoruz şimdiden yeni senenin getireceklerine.

Hepsini açıp görmeyi ne kadar çok istesek de bu mümkün değil. An be an, gün be gün, adım adım yaşayacağız her bilinmeyeni. İşte hayatın tadı da burada değil mi zaten.

Gizemli olması…

İnsanı merakta ve her daim heyecanda bırakması…

Sevinci, kederi, tebessümleri, acıyı, gözyaşını, neşeyi, kahkahayı, kazanmayı, kaybetmeyi, çoğalmayı, azalmayı, paylaşmayı… hayata dair her ne varsa HER ŞEYİ.

O kocaman paketin içine ay ve gün kutuları yerleştirilirken üzerilerine UMUT tohumları da serpilmiş… tıpkı yaldızlı pırıltılı süsler gibi… her ayın her günün üzerine bulaşmış, kimine az kimine çok, ama hepsinde var… İşte o umut tozları bizi en zor anlarımızda karanlıktan çıkaracak ışığımız olacak, bu nedenle çok önemli. Eğer bir günü umutsuz geçirirsek bu ertesi günlerimize, duygu ve düşüncelerimize de yansır. O nedenle umuda o minicik ışıklara dört elle sarılmak gerek, tek bir toz zerresi halinde olsa bile…

Ve şimdi bu güzel hediye paketine tebessümle sarılma zamanı.

Onu itina ile tek tek açtığımızda içindeki her ANın farkına varmaya söz verme zamanı. 

Sevgi aşk tebessüm dolu ANları çoğaltmak adına paylaşmak zamanı.

Hayallerimize, isteklerimize, geçen seneye kadar tüm ertelediklerimize sımsıkı sarılma zamanı.

Tüm üzüntüleri, sıkıntıları, kalp ağrılarını, terk edilmeleri, terk etmeleri, içimizi acıtan tüm negatif duyguları silip, umutla yeni senenin güzelliklerini görmek ve fark etmek zamanı.

Geçmişe GEÇMİŞ diyebilmenin becerisinde, yarına UMUTla bakarken bugünün her ANINA değerini verme zamanı.

Şükredecek yığınla sebebimize artılar ekleyerek, şanslı olduğumuza gerçekten inanma zamanı.

Sevgiyi de aşkı da tebessümü de en çok hak edenin, kendi kalbimiz olduğuna gerçekten inanma zamanı.

Güzel düşüncelerin hep güzelliklerle dolu yollara açılacağı inancıyla, önce kendimizi sonra da hayatı yeniden sevme zamanı.

Kendi gücümüzün farkına varıp, niyet ettiğimiz her ne varsa hepsini an be an yaşayacağımıza tüm kalbimizle inanma zamanı.

Henüz vakit varken, yaşamın gizeminde saklı renklerden kendimize gökkuşağı misali renkler yaratma zamanı.

Yani 2013 aslında yapamadığımız her türlü çılgınlığı yapıp, içimizdeki çocuğun sesine kulak verme ve hayatımızı doya doya yaşama zamanı.

Nice güzel senelere AŞKla SEVGİyle TEBESSÜMle ve hep SEVDİKLERİMİZle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.12.2012

23 Aralık 2012 Pazar

ŞİDDET SÖZE DÜŞMÜŞ

Hani bir tabir vardır ya ‘’söz ayağa düşmüş’’ diye; işte bu da ona benziyor. Şiddet söze düşmüş adeta.

Sadece el kaldırmakla, vurmakla, dayak atmakla, bedene darp yapmakla, fiziki olarak can yakmakla yetinmiyoruz artık. Günümüzde öyle tahammülsüz olduk ki, ağzımızdan çıkan sözleri frenleyemez haldeyiz her birimiz.

Şiddet söze düşmüş, düşmüş de kimsenin haberi olmamış sanki.

En saygın, en görmüş geçirmiş insanlara bakıyorsunuz, dışarıdan hanımefendi ya da beyefendi gibi görünen pek çok maskeli insan… gerçek kimlikleri ise tamamen tersi.

Sakinken, her şey normal seyrinde devam ederken, gerek davranışları gerekse sözleri bizler gibi olan bu kişiler; maalesef öfke ve kızgınlık anlarında maskelerini kaybediyor ve gerçek kimlikleriyle karşımıza çıkıveriyorlar. Kullandıkları kelimeler, üslup tarzları, seslerinin volümü ile her konuşmaları adeta bir şiddet gösterisini andırıyor. Ağızlarından çıkan her sözcük bıçak misali keskin, kurşun misali ağır bir şekilde   gelip yüreklere saplanıyor acımasızca.

Bu sözler öyle derin izler açıyor ki insan ruhunda, telafisi kolay kolay mümkün olmuyor. Geri alınamıyor, üzerine merhem olarak sürülecek hiçbir şey bulunamıyor.

Elinizi kaldırıp tüm kuvvetinizle tokat atmakla, yetinmeyip birbiri ardına indirdiğiniz darbelerle  birebirdir sözsel şiddet. Birinde davranışınız, diğerin de ise sözlerinizle şiddeti konuşturursunuz.

Karşınızdaki kişinin bedeninde yarattığınız izler kadar ruhunda da onarılmaz yaralar açarsınız. Açarsınız da içiniz nasıl rahat eder? Vicdanınızın sesini, geceleri sizi uyutmayan haykırışlarını nasıl görmezden gelirsiniz; işte ben onu bir türlü anlayamam. 
Sanırım bu anlamda insanları en iyi tanıdığımız anlar, öfke nöbetlerine ve kızgınlıklarına rastladığımız anlar olmalı. Oysa ki tartışmaların, öfke ve kızgınlıkların da bir seviyesi, bir ölçüsü olmalı. Kabalaşmanın, hakaret yüklü sözcüklerle adeta saldırmanın, işi duygusal ve sözel şiddete taşımanın, gurur kırmanın, rencide etmenin, sırf kendi gibi düşünüp davranmadığı için kalp yaralamanın kime ne faydası olmuş ki şimdiye değin sorarım size? O bir anlık rahatlama dışında…

Eğer siz kaliteli bir yaşamı savunuyor ve saygıyı her davranışınıza yansıtıyorsanız, ne kadar öfkelenirseniz öfkelenin asla kişiliğinizde bir değişme göstermezsiniz. Maskeniz yoktur yüzünüzde, kimliğinizi saklama gereği duymazsınız çünkü.

Neyse odur sizin haliniz, duruşunuz, davranışlarınız ve sözleriniz…

Kibarlığınız, hanımefendiliğiniz ya da beyefendi duruşunuzla kalitenizi konuşturursunuz. Ve ne güzel bir duruştur bu aslında herkeste olması gereken.

Yoksa çirkinleşmek, bırakın duymayı ağıza dahi alınmayacak sözleri sarf etmek; o an rahatlamak adına ağızdan çıkacak sözlere sahip olamamak o kadar kolay ki… ve ne yazıktır ki hep kolaya kaçıyor insanlar. Hem de normal hallerinde değişeceklerini hiç düşünmediğiniz, maskeleriyle sakladıkları yüzlerine baktığınızda asla kendilerine konduramadığınız kişilerdir  bunlar çoğu kez.  Kişilikleri tam olarak oturmamış, egoları adeta tavan yapmış…

Yüzlerinde hep maskelerle dolaştıkları için olsa gerek, öfke anında maskelerini yüzlerinde tutmayı unutuyorlar galiba, o hiddet cehenneminde. İçlerinde sanatçılar, saygın meslek sahipleri, iyi eğitim görmüş pek çok insan… maalesef adam gibi adam olabilmek için bunlardan daha önemli olan bir nüans var ki o da insanlık ve vicdanı duygulara sahip olabilme. Gönül gözüyle bakmasını bilen sevgi dolu bir yürek ise bunun için yeterli. Başkalarının canını yakmayı bırakın, onlara her türlü kusurlarına rağmen bağışlayarak ve sevgiyle sarılabilme potansiyeline sahip olabilmektir asıl olan. Sizce de öyle değil mi?

Ne acıdır böylesi insanlarla bir arada olmak. Hele hele bir hayatı paylaşmak… 
Sabretmek, her defasında belki artık yüzüne takacak maskesi kalmamıştır diye, ama nafile. Çünkü öfkesi yatışınca ne yapıp ederler ve her nereden bulurlarsa artık, bir şekilde o aslında kendilerine oldukça bol gelen kimliklerine bürünüp, maskelerinin ardına saklanırlar. Bu şekilde herkesi kandırdıklarını sanırlar ama, asıl kendi kendilerini kandırdıklarını fark edemezler.  Sarf ettikleri o son derece seviyesiz sözlerin lekesiyle aslında kendi kişiliklerini lekelediklerini bilmezler. Bilmezler ki, söz insanın kişiliğinin olgunluğunun ölçüsüdür. Ve söyledikleri sözlerle karşılarındakini değil; aslında kendi seviyelerini, kendi ölçülerini belli ederler.

Tam bu noktada gelin Montaigne’nin sözlerine kulak verelim;

‘’İnsan her yerde hep o insandır ve bir insanın özünde soyluluk olmadı mı, dünyanın tacını giyse yine çıplak kalır.’’  Yani boş yere maskelerinin ardına saklanırlar ve sadece kendilerini kandırdıklarını, aslında çıplak olduklarını fark edemezler.

Maskelerin ardına saklanan, öfkesine yenik düşen ve sözsel şiddeti alışkanlık haline getirenler unutmasınlar ki, benzer tavırlar hiç beklemedikleri anda sevdiklerini de bulabilir. Çünkü hiçbir kötülük karşılıksız kalmaz bu dünyada, bumerang misali döner sizi bulur, sizin de canınız hiç olmadığınız kadar yanar, tıpkı canlarını yaktıklarınız gibi. İşte bu nedenle çok geç olmadan dilinize, sözünüze hakim olmayı, maskelerinizi bir yana bırakarak, en azından bundan sonra gerçek kimliğinizle hayatın içinde var olmaya çalışın. Ve niyetleriniz sadece iyilik için olsun, çünkü bir insan neye niyet ederse onunla karşılaşır, ilahi adalet gün gelir kendisini bir şekilde bulur. 

Kalp kırmak niye, öfkeye yenilmek niye? Bir gün gelir o kırdığınız kalbi onarma zamanı bile bulamayabilir insan...

Asıl kimliğini hep saklayan, maskelerinin ardında kendince güç bulan insanlardan uzak tutalım kalplerimizi. Ve her türlü şiddetten uzak bir hayatın sımsıcak renklerinde yaşayabilmek umudumuz her dem taze kalsın diyorum ben yine de her şeye rağmen.


Ve son söz Mevlana’dan gelsin mi?
‘’Kelimelerini yükselt, sesini değil; çiçekleri büyüten yağmurdur, gök gürültüsü değil.’’

Bence bu söz tüm yazımın özeti gibi… kelimelerimiz hep tatlı, hep nağmeli olsun, kalp kırmasın, aksine kalp kazanmasını bilsin.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.12.2012















10 Aralık 2012 Pazartesi

VE KIRAR GÖĞSÜNE BASTIRIRKEN...


Hepimiz kendimize ait özelliklerimizle, hayat görüşümüz ve yaşama karşı verdiğimiz mücadelemiz ile nevi şahsına münhasır bireyleriz. Hiç birimiz bir diğerine benzemiyoruz. Birbirinin tıpatıp benzeri ikizlerde bile davranış anlamında, duygu ve düşünce anlamında pek çok farklılıklar göze çarpıyor.

Hepimiz kalıtsal, ailesel, çevresel pek çok donanımla şekilleniyor ve birer yetişkin halini alıyoruz. Hayatın derin çarkları arasında acı tatlı  tecrübelerle şekillenirken, karşımıza çıkan insanlarla az ya da çok mutlaka bir şeyler paylaşıyoruz.

Hayatı…

Sevgiyi…

Aşkı…

Aile bağlarımız, ikili ilişkilerimiz, iş ilişkilerimiz, arkadaşlıklarımız ve dostluklarımız…

Ancak hangi ilişkimizde olursak olalım, karşımızdaki kişi bizi olduğumuz ve göründüğümüz gibi sevip kabullenmiyorsa orada sorunlar baş gösteriyor.

Özellikle aşk ve sevgiye dayalı duygusal ilişkilerde karşımızdaki kişi bizi kendi kalıplarına sokmayı istiyor nedense. Çünkü hayalinde yarattığı özlemini çektiği bir sevgili, bir eş, bir hayat arkadaşı modeli var orada.

Başlarda bizde gördüğünü sandığı da bu hayalin birebir benzeri…

Ama aradan zaman geçip tanıdıkça kendi istediği gibi olmayan yönlerimizi fark etmeye başlar, içten içe bir rahatsızlık dalgası sarar dört bir yanını, duygularını. Ve ne yazıktır ki, sevginin o engin gücüne ve sıcaklığına rağmen; başlar gözüne batan yönlerimizi yavaş yavaş yontmaya…

Tıpkı bir heykeltraşın eserini yontması gibi usul usul indirir çekiç darbelerini. Amaç bizi kafasında yarattığı o modele uydurmak. Hatta tıpatıp bir benzerini yaratmak. Bu arada canımızın yanmasına, gözyaşlarımıza, sesli, sessiz uyarılarımıza adeta kulaklarını tıkar ve sadece o modele yoğunlaşır.

Canınız yanar her defasında, içiniz acır, her yeriniz yara berelerle dolar ama; ne halinizi görüp anlayan, ne de sesinizi duyan olur.

Bu mudur SEVGİ dersiniz, bu mudur AŞK?  

Çünkü sevgi karşılıksızdır.

Sevgi sevdiğini olduğu gibi kabullenmektir. Hataları ile günahları ve sevapları ile. Onu değiştirmeye çalışmak değildir, olmamalıdır da. Değişmesini istediğiniz, kendi modeliniz olsun diye yaraladığınız kişiyi değil; aslında siz kendinizi ve kendi düşüncelerinizle yarattığınız modelinizi seviyorsunuz. Kandırmayın ne kendinizi ne de de karşınızdakini.

Tam  bunun üzerine seneler önce Ahmet Altan’dan okuduğum bir romanın satırları düştü hafızama. Şöyle der yazar ''Ve Kurar Göğsüne Bastırırken''  isimli romanının bir bölümünde.

‘’Ve kırıyoruz göğsümüze bastırırken sevdiğimiz her şeyi. Ve kırdığımız sevgilerden duvarlar örüyoruz hayatla aramıza. ‘’ Ne kadar doğru... 

Severken  sevginin o naifliğine, o güzelliğine yakışmayacak hareketlerde bulunuyoruz bazen…

Ağzımızdan çıkan bir sözcükle, bir hareketle, kızgınlıklarımıza ve öfkelerimize yenik düştüğümüz o anlarımızda özellikle; kırıyoruz en yakınızdakini, kıyamadığımız hatta gözümüzden sakındığımız yârimizi, canımızın canını…

Yasaklarla, kıskançlık mengeneleri ile sadece bize ait olsun istiyoruz. Kendi hayatı, kendi yaşantısı, istekleri, arzuları ve belki de hayalleri yokmuş gibi davranıyoruz. Bu yaptığımızın bencillik olduğunu bile bile kendi isteklerimizin olması adına baskılar kuruyoruz.

Bir süre uyum sağlandığını, her şeyin yolunda gittiğini sanıp hem kendimizi, hem karşımızdakini, hem de aşkımızı aldatıyoruz aslında. Çünkü o ana kadar her şeyle aramızda bir duvar ördüğümüzü fark edemiyoruz taa ki yalnız kalana değin.
Sonuç örülen duvarlar o kadar kalın, yalnızlıklarımız o kadar katlanılmaz hale geliyor ki… işte o zaman anlıyoruz yaptığımızın aslında ne denli yanlış olduğun, o yontmaların, o sürekli törpülemelerin aslında bizi bir uçurumun kıyısına sürüklediğini…

Sevgi ve aşk EMEK ister. Gerçekten sevmek ise fedakarlık ister. Gerekirse kendi modelinden bile vazgeçip, karşındakini olduğu gibi kabullenmeyi ister.

Elinize bıçağı alıp yontmak ve hayallerdeki modeli yaratmak yerine; sevdiğinizin güzel yönlerini fark etmeye, size karşı beslediği derin sevgiyi görmeye ve onu anlamaya çalışın. İkili ilişkilerde hayat tek taraflı değil ki. Ortak bir paylaşım var ve bu ortak paylaşımda her iki kişinin de söz hakkı, istekleri, arzuları, hayat görüşleri, geçmişleri… Onları görmezden gelmek ne sevgiye ne de aşka yaraşıyor, sizce de öyle değil mi?

Hayali kalıplar, hayali modellerden uzak, gerçek sevdalar ve sevgiler bulunsun hep etrafınızda. Kalbinizi çalan her kim olursa olsun SİZİ SİZ olduğunuz için sevsin. Hayatı beraberce paylaşırken sevginizi, aşkınızın sıcaklığını gönül gözüyle görüp tebessümlerinizi çoğaltsın. 

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.10.2012

24 Kasım 2012 Cumartesi

SARININ MUHTEŞEM LEZZETİ


Kasım ayı pek çok ayrılıkların, hüzünlerin habercisi nedense…

Bizlere böyle düşündüren sararmış yapraklar belki de…

Yol boyu yürürken ayaklarımıza çarpan, bir zamanlar yemyeşil bir ağaç dalında güneşle parıldarken, şimdi yok olmaya mahkum…

Sıcak yaz günlerini, güneşi, masmavi denizi çok sevdiğim için olsa gerek, sonbahar geldiğinde içimi ister istemez bir hüzün kaplıyor. Belki de yaz mevsimine, güneşe veda ettiğimizi düşünüp; sıcaktan soğuya geçerken ruhumuzu zorlayan karanlık sabahların içimizdeki tebessümleri örten puslu zamanlarını pek sevemediğim için…

Ama biliyorum ki her mevsim bir başka güzel, içinde barındırdıklarıyla bir başka özel. 
Ve bizler o nedenle her yeni mevsime, her yeni aya tebessümlerle hoş geldin deyip kucaklıyoruz. İşte Kasım da böylesi aylardan biri benim için. Sararan yapraklar hüznü çağırırken belli belirsiz, karanlık sabahlar bir daha gelmeyecekmiş izlemini veren güneşi özletirken içimizdeki diğer özlemlerle beraber; çıka gelir o muhteşem sarı lezzet.



AYVA…

AŞKın  MUTLULUğun ve BEREKETin simgesi…

Bir çok tarihçiye göre, Adem ve Havva’nın cennet bahçesinde yedikleri yasak meyve olarak kabul ediliyor. 

Rengi, tadı, kokusu ile kış aylarına doğan bir güneş gibi. Bence kış aylarının en özel meyvesi.

Çekirdeği, yaprağı, kabukları ve meyvesi ile pek çok alanda kullanılabilen ayvanın seçimi ise biraz tecrübe işi sanırım. Hakiki ekmek ayvasına denk geldiğimizde keyifle yediğimiz ayvanın, susuz olanına denk gelinirse insanı yerken ve yutarken epeyce zorlayabiliyor. Tam bu noktada gelin şu satırlara kulak verelim ve azıcık tebessüm edelim…

‘’Bir söylentiye göre; doğadaki bütün bitkiler kendi özelliklerini ünlü bilgin Lokman hekime anlatırlar ve Lokman hekim de bitkilerden aldığı bu sırları ilaç yapımında kullanarak şifa dağıtırmış. Günlerden bir gün padişahın kızı hastalanmış, hekimler çaresiz kalmış. Padişah Lokman hekimden kızını tedavi etmesini istemiş. Lokman hekim uğraşmış, didinmiş ama hastalığa bir çare bulamayıp üzgün bir şekilde saraydan ayrılmış. Aradan uzun bir süre geçmiş. Lokman hekim çarşıda prensese rastlamış. Hastalığından eser kalmadığını, hatta eskisinden daha da sağlıklı olduğunu görünce; yanına giderek sağlığına nasıl kavuştuğunu sormuş. Prenses ayvanın suyunu içtiğini söylemiş. Lokman hekim ayvanın kendisine bu sırrı vermediğini anlayıp hiddet içinde ‘’suyun kurusun ‘’demiş. Derler ki ayva meyvesi o gün bugündür susuzdur.’’

Mayhoş lezzeti ile yemesi tartışmasız çok keyifli olan ayva; Akdeniz ve Asya ülkelerinin en eski meyvelerinden birisi. Ana vatanı  Kuzey İran, Kafkasya ve bizim güzel Anadolu’muz.  Çok eski çağlarda keşfedilmiş ve özellikle Romalılar baldan parfüme kadar pek çok alanda ayvayı kullanmışlar.

Gülgiller familyasından gelen ayva çiçeği ise son derece zarif ama, en geç açan çiçeklerden bir tanesi. Mayıs ile Haziran aylarında açan çiçeklerin meyveye dönüşmesi Eylül ve Ekim aylarını buluyor ve Kasım ayından itibaren mutfaklarımızı süslemeye başlıyor.

Yaz güneşinin sıcaklığını anımsatan rengiyle ve tadıyla vazgeçilmezim olan ayvanın tadı damakları lezzet şöleniyle buluştururken; yanınızda sevginizi paylaşanlarınız olsun. AYNI TADI SEVENLERİN YÜREKLERİ DE BİR OLURMUŞ, yüreklerinizin sıcaklığı paylaşımlarınız arttıkça çoğalsın. Tebessümleriniz ise ayvanın mayhoş tadına inat hep TATLI olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.11.2012


11 Kasım 2012 Pazar

BAZENLER ÇOĞALIYOR BAZEN…


Hepimizin bir yaşam tarzı, hayata karşı bir duruşu, ödün verdikleri ve veremedikleri var. Duymaya alıştığı sözler, görmeye alıştığı tavırlar… ama gün gelir karşınıza öyle birisi çıkar ki, hani frekanslarınız nasıl olmuş da aynı paralelde atmışsa, tüm bunları alt üst eder. O ana kadar duymadıklarınızı duyar, görmediğiniz tavırları görürsünüz. Bir yanınız kabul etmek ister ama hayır, bu kolay bir kabullenme değildir. Çünkü yeri gelir tek bir söz, bazen bir cümle ya da hareket başınızdan aşağıya kaynar su misali dökülür. O anda sağlıklı karar vermek, değer verdiklerinizi bir çırpıda yok saymak kolay değildir.

Kendinize olan saygınız, o yaşa kadar sergilediğiniz duruşunuz ve kendi kaliteniz yeterince anlaşılamamış, üstelik herkesle aynı kefeye konmuşsunuzdur. Bunu hissetmek içinizi acıtır.  Hak etmediğinizi düşünürsünüz ister istemez. Kendinizi çok büyük, erişilmez gördüğünüz için değildir bu düşünceler. Yeterince ve net olarak anlatamadığınıza yanarsınız en çok… Oysa ki öyle zor anlaşılır yanlarınız da yoktur ama, sizi siz yapan özellikler bir çırpıda harcanmıştır işte. Siz onları yaratmak ve korumak uğruna senelerinizi verseniz de nafile. Anlaşılamamak koyar insana; ama bir de suçlanmak var ki o hepsinden ağır gelir ruhunuza.

İşte tam bu noktada yine bir şarkı sözüne kulak verelim mi? Tam yerinde tam duygularınıza tercüman… Gökhan Keser & Sıla ortak düeti:

‘’Elimizden ipler nasıl kayıyor bazen
  Zamandan başka çare nasıl kalmıyor bazen
  Hepimizin hayatı nasıl duruyor bazen
  Tecrübenin kati şartı bu muymuş zaten
  ………….
  Nasıl kızıyorum kendime bazen
  Bazenler çoğalıyor bazen
  Nasıl kızıyorum kendime bazen
  Bazenler çoğalıyor bazen. ‘’


Evet gün gelir her şey güzel ve yolunda giderken aniden ipler elinizden kaymaya başlar. Hayat sizin için durmuştur adeta. Tecrübe hanenize bir çentik daha atarken, derin yaralarınızla ancak zamana sığınırsınız; annesinin kucağını arayan bir çocuk misali.


Siz naif, kırılgan ve belki hassas ruhunuzla karanlıklara düşersiniz aniden. Bir yanınız her şeyi silip gitmek isterken öte yarınız tutar sizi. Neyi neden beklediğinizi bilmeden…
Sevgi mi, aşk mı, alışkanlık mı, yoğun duygu karmaşası mı, yoksa anlık tepkiler mi sizi bu noktaya getiren nedir; çözemezsiniz kolay kolay. Kızarsınız kendinize hem de çok.

Ve işte '' BAZENLER ÇOĞALIYOR BAZEN… '' diye haykırasınız gelir tüm dünyaya.

Ama bildiğiniz bir şey vardır o da hayata karşı duruşunuzu, dimdik tavrınızı ve kalitenizi alsa bozmayacağınızdır. Bu nedenle sessiz kalmayı yeğlersiniz çoğu kez. Zor olsa da içinize atıp, volkanların orada patlamasına izin verseniz de size yakışmaz çünkü başka türlüsü.

Sessizlik en büyük erdemdir aslında… o anda anlamayanlar olduğunu düşünseniz de gün gelir değeriniz anlaşılır bir şekilde içiniz rahat olsun.

Siz siz olun hayata karşı dik duruşunuzu ne olursa olsun değiştirmeyin. Çünkü asıl olan sizsiniz, başrolde siz varsınız yaşamınız boyunca. Siz güçlü olacaksınız ki yaşam enerjinizi çevrenizdekilerle sağlıklı bir şekilde paylaşın. Ve her ne olursa olsun hayata hep tebessüm dolu gözlerle bakmayı unutmayın…

İşte yine bir şarkı ve o şarkı sözlerinin bana, size, hepimize dokunan yanlarıyla düşündürdükleri... Satır aralarındaki duygularda buluşmak ümidimle...

Hayatı kucaklarken sevdiklerinizle ve değer verdiklerinizle ‘’bezen’’leriniz hiç çoğalmasın yaşam hanenizde.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.09.2012

30 Ekim 2012 Salı

MUHTEŞEM ORKESTRA


Titreşimlerin sesi oluşturduğunu hepimiz biliyoruz. Maddenin kalbindeki yaratıcı seslerin varlığı ise olağanüstü güzellikte. Yaradılışın tümü hatta boşluk dahi titreşimsel ses olduğuna göre; dünyanın bütününü bir SES olarak kabul etmek yanlış olmaz. ‘’Sesi oluşturan ise insanların ve tüm canlı varlıkların iç bilincidir.’’ diyor ünlü müzikolog Joachim - Ernst BERENDT. Sessizliğin bile bir sesi olduğuna göre…

Varlık olmak – gerçeklik – duyulabilirlik – titreşim - ses

Evrendeki her şeyin bir sesi var, kimini duyabiliyoruz kimini ise biz duyamazken başka canlılar duyuyor, izliyor, iletişim kuruyor. Sonuçta hepsinde var olan bu sesler onların varlıklarının en güzel kanıtı olarak karşımıza çıkıyor, öyle değil mi?

Örneğin, bilim adamları çiçek vermek üzere olan bir gülün, foto-akustik spektroskopi aletine bağlı olduğunda, bir orgun vızıltısına benzer, işitilebilir bir ses çıkardığını tespit etmişler. Aynı şekilde tek bir mısır sapının gösterilebilir bir sesi olduğunu da. Yine onların açıklamalarına göre; atomların, ortaklaşa akortları veya molekülleri oluşturan özel yankılanan sesleri var. Atom minicik bir müzikal nota. Hatta bir taş, donmuş bir müzik. Doğanın tümü salınan geniş bir tayf (görüntü) içinde var olmakta ve süregelmekte.  

Berendt, ‘’bu eşit düzeyde üstünlük, çok büyük bir koro, muhteşem bir polifoni içinde birbiriyle karışan milyonlarca ve milyonlarca ses, insanın hayal edebileceğinin ötesinde bir uyum , yaşamın şarkısıdır.’’ der.

Ne kadar MUHTEŞEM bir tanımlama ve bizler bu muhteşem müzikal ortamda duyabildiklerimizle yaşıyoruz ama ya duyamadıklarımız… aslında onların gücünü düşündüğümüzde yaşamın ne kadar olağanüstü olduğunu bir kez daha anlıyoruz, öyle değil mi? İçinde varlığını sürdürdüğümüz evren, bize sunulan o rengarenk hediye paketi içindeki hayat, muhteşem gizemleriyle dopdolu. Bizlerde o gizemin minicik bir parçası olma ayrıcalığını tadıyoruz. O halde yaşamın her ANIna hakkını vermek gerek, boşa geçirilecek tek bir saniye bile büyük bir israf olmaz mı sizce de?

Tam bu satırları yazarken, Canan Tan’ın İZ romanından çok sevdiğim bir paragraf aklıma düştü; sizlerle de paylaşmak istiyorum. Okuduğumda çok sevmiştim…

‘’Gün ağarmasıyla başlayan senfoni orkestrası… Orkestra şefi GÜNEŞ, gökyüzünü aydınlattıkça orkestranın katılımcıları çoğalıyor. Ta ki ortalık aydınlanıncaya kadar… Kemanda bülbüller, trombomda kazlar, klarnette kargalar, ritm gitarda kumrular, davulda ve bateride köpekler, solo gitarda horozlar, orgda kurbağalar… TANRI’nın orkestrası! Basların, tizlerin mükemmel geçişlerle başarıldığı bambaşka bir müzik kültürü. Beethoven, Mozart bu orkestradan çok gerilerde.’’

İşte seslerin olağanüstü birlikteliği ve MUHTEŞEM ORKESTRA… buna benzer öyle güzellikler var ki yaşamın içinde. Bazen sadece akan bir suyun sesinde yakalarsınız o muhteşemliği; bazen kulağınıza çalınan kuş cıvıltılarında; bazen birbirine kur yapan iki kedide; bazense dışarda oyun oynayan küçük çocukların o dünyayı umursamayan haykırışlarında; bazen bahçesinde törene hazırlanan okul çocuklarının marşlarında; bazen özlediğinizin sesini size ulaştıran cep telefonunuzun çalışında. Evren tüm cömertliği ile bizlere sunduklarını fark etmemizi bekliyor sadece. Bizlere düşen ise farkındalığımızı artırmamız, detayları önemsememiz, küçük şeylerde yakalanacak gizemlerin de olduğunu unutmamamız bence.

Müzikal ses, maddeye yalnızca yaşam vermiyor, ona şekil de veriyor. Sesin maddeyi şekillendirdiği ve bir yapı verdiği, İsviçreli bilim adamı Hans Jenny tarafından 1960 yılında tartışılmaz bir şekilde ispat edilmiş. Jenny ses dalgalarının maddenin temelini oluşturduğunu göstermiş ve bu yeni alana ‘’cymatics’’ adını vermiş. Bu amaçla yaptığı deneylerinde; müziğin ve metal bir plaka üzerine serpiştirilmiş çeşitli maddelerin (kum, demir, talaş, su, cıva) üstündeki sesle ilgili ses tonlarının filmini çekmiş. Böylece yüzlerce farklı frekansın ve ritmik bileşimlerin yönetilmesinden doğan ses mandalalarının (geometrik şekillerin) kataloğunu hazırlamış.

Seslerin frekansları yükseldikçe şekillerin karmaşıklığı artıyor. Metal plakadaki maddeler belirli şekil veren sesler devam ettiği sürece yapılarını koruyor. Bu ise organlarımız dahil olmak üzere; doğadaki organik yapıların aynı zamanda ses dalga frekansları tarafından derinden etkilendiklerine işaret ediyor. Yani ses terapisi ile bir takım hastalıkları tedavi etmek mümkün oluyor.

1970’ lerde ise buradan yolan çıkan Dr. Peter Guy Manners, elle tutulan ve deriye temas eden bir aplikatör yardımı ile insan bedenine ses veren aleti tasarlıyor. Ona göre hastalığa neden olan titreşimdeki uyumsuzluk. Çünkü geniş kapsamlı beden titreşimi, birbirine bağlı olan organ ve  dokuların müzikal bir uyum içinde çalışmasıyla mümkün. Bu da mükemmel sağlığı tanımlıyor. Beden sağlığı Manners ‘e göre bedenin uyumlu seslerini düzenleme yoluyla korunuyor. Herhangi bir kısım ya da organ akordunu bozarsa hastalıklar baş gösteriyor; ta ki o ses uyumu yeniden yakalanana, yani tamamen iyileşene değin.

Ses, titreşim, duyulabilirlik, konuşmak, dünyanın en derin gizemlerinden birisi. Bu konu üzerinde öğrendiklerimiz bize sesin önemini ve bu güzel uyumunun bozulmaması için itina etmenin önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Hem kendi sağlığımız hem de evrendeki o muhteşem orkestranın uyumunu bozmamak adına…

Dünyadaki seslerin bize yansımaları hep UYUMLU, hep POZİTİF olsun. Kulağımıza çalınan her güzel ses, bizleri tebessüm ettirecek nedenlerimizle buluştururken; sevdiğimiz özlediğimiz melodilerin tınıları misafir olarak kalsın, hiç unutulmasın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

11.10.2012

20 Ekim 2012 Cumartesi

BİYOLOJİK İNTERNET


İnsan DNA’sı  hala tam olarak çözülmemiş, içi bir takım sırlarla dolu olan ve her daim bilim adamlarının ilgisini çeken en küçük yapı taşımız... Üstelik bilim adamları onu biyolojik bir internet olarak tanımlıyor.

Bize sahip olduğumuz özellikleri veren, göz rengimizden, beden yapımıza, ellerimizden parmak uçlarımıza, saçlarımızdan tırnaklarımıza kadar her şeyimizi şekillendiren bir mucizevi yapı… Kendi küçük, marifeti tabiri yerindeyse devasa boyutlarda. Her yeni araştırma ve elde edilen sonuçla yaşadığımız şaşkınlık daha da artıyor. İşte tüm bu şaşkınlık verici gelişmeleri sizlerle paylaşmak istedim; geleceğimizin nasıl güzel şeylere hazır olduğunu bilmenin, sizleri de benim kadar mutlu edeceğini düşünüyorum.

DNA’mız sadece bedenin şekilsel oluşumuna katkı sağlamıyor, bilgilerin depolanmasını ve iletişimi de başarıyor. Amerika’lı Led Adleman’ın ifadesine göre, sadece 1 gram DNA molekülünü, 1 trilyon CD’ye eş değerde bilgiyi saklayabilme kapasitesine sahip. Temel gramer kuralları incelendiğinde ise, lisanların bizim DNA’mızın birer yansıması olduğu fikrine varıldı. Yani hiç birimizin konuştuğu lisan tesadüfen ortaya çıkmamıştı.

Şaşırmaya devam ediyoruz, DNA’mızın titreşimsel bir davranışı olduğu tespit edilince; yaşayan kromozonların aynen bir  holografik bir bilgisayar gibi çalıştığı anlaşıldı. Bu durum genetik bilim ve DNA frekansı adına oldukça önemliydi. Çünkü olumluluk ve onay belirten ses ve frekanslar yolladığında verdiği tepkiler, insan bedeninde pozitif anlamda etkileşim yapıyordu. Yani uygun ses, frekans ve lisan kullanarak pek çok sorunun yok edilebilmesi; bazı genetik bozuklukların giderilmesi adına büyük bir devrim niteliğindeydi.

Dalga genetiğinin gücüne inanan uzmanlar bunun, biyokimyasal işlemlerden çok daha etkili olduğunda hemfikirler. Ancak bunun başarıya ulaşması için, doğru yerde doğru frekansın kullanımı temel kural.

Herkes bir frekansa, yani titreşime sahip. DNA’nın salınım oranı 50 ile 150 Ghz arasında geziniyor. Ve iki insan ancak aynı frekansa sahipse, yan yana gelip yaşamlarının bir kesitini birbiriyle paylaşıyor. Arkadaş, dost, sevgili ya da eş olabiliyor. Yine bu sebepten ayrılıklar yaşanıyor. Aralarından birinin frekansı yükselip diğeri aynı kalırsa, ikinci kişi diğerinin hologramından düşüyor. İşte o noktada, artık ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, birbirlerinin frekans aralığının dışında yer aldıkları için bağlantı kuramaz oluyorlar. Tam tersine, asla yan yana gelmelerini hayal bile edemeyeceğimiz insanlar bir araya gelebiliyor; çünkü frekans salınımları aynı. Sonuçta hepimizin bir takım enerji çalışmaları ve egzersizlerle bu frekanslarımızı açık ve yüksek tutmak için gayret göstermemiz gerekiyor. Bunun içinse korku ve umutsuzluktan uzak durmak neredeyse temel şart.

Bir başka konu ise boşluklarda DNA’mızın  rahatsız edici özellikler göstermesi. Ve üzerlerinde küçük delikler açılması. Evrende var olan benzer delikler, uzay ve zamanın dışında tümüyle farklı alanlar arasında bilgi akışını sağlayan tüneller. DNA bu bilgi parçacıklarını yakalayıp bizim şuurumuza naklediyor. Bizlerin altıncı his olarak bildiği iletişim işte bu şekilde oluyor. Ancak bu iletişimin zayıflamasına neden olan faktörler  de var; stres, kaygı ve korkular gibi...

Öte yandan şu anki bilim çağında, bilimsel şuur seviyemiz oldukça dengeli bir hale geldi. 
Dolayısıyla bütün bilgilere DNA’mız vasıtasıyla başkaları tarafından zorlanmadan veya uzaktan kumanda edilmeden ulaşabiliriz. Şimdi artık biliyoruz ki, interneti kullanırken bizim DNA'mız bu iletişim ağına bilgi yükleyebilir veya bu ağdan bilgi alabilir ve de bu ağı paylaşan diğer kişilerle temas kurabilir. Uzaktan şifa vermek, telepati veya birinin durumunu uzaktan hissetme olayları da ancak bu şekilde izah edilebilir. Örneğin, bazı hayvanlar sahipleri uzakta iken onların ne zaman eve dönmeyi planladıklarını hissedebilirler. Ya da zaman zaman yoğun olarak düşündüğümüz bir kişiden o anda bir mesaj, bir haber alır ve bunu çoğu kez  kalplerimizin karşılıklı attığını söyleyerek dile getiririz. İşte bu ve benzer olaylar DNA'mızın harikulade yapısını bize anlatan küçük ipuçları değil mi sizce de?

Bu konu hem uzun, hem de oldukça bilimsel ama kısaca özetlersek;

*DNA molekülünün sarmal yapısı,

*Genetik koda sahip oluşu,

*Tesadüfi reddeden nükleotid dizilimleri,

*Bilgi depolaması ve daha birçok çarpıcı bulgu…

Bu molekülün yapı ve fonksiyonlarının, hayatımız için özel bir tasarımla ayarlandığını ortaya koyuyor.

Yani DNA’mız aslında bizim MUCİZEVİ en küçük yapı taşımız; içimizdeki BİYOLOJİK İNTERNET' imiz.

Her bir yeni araştırma yepyeni buluşlara imza atarken, bizleri de şaşırtmaya da devam edecek gibi görünüyor… insanlık adına çalışmalarını bitmek bilmeyen sabırla devam eden, bizlerin yolunu aydınlatan  tüm bilim adamlarına saygımla…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.09.2012






6 Ekim 2012 Cumartesi

YOL AYIRIMI...

Yaşamımız boyunca hep bir yol ayırımı var önümüzde, seçimi tamamen bizim elimizde olan…

Ve pek çok etken… o seçimleri etkileyecek olan. Ya zirveye taşıyacak bizi kanatlandırıp ya da dipsiz kuyulara atacak görünmeyen kanatlarımızı kırıp. Ama yine de her seçimden biz, siz, sadece kendimiz sorumluyuz. Öyle ki sonuç bizim istediğimiz, hayal ettiğimiz şekilde de olabilir, tam tersi de. Tahmin ettiğimizden çok daha mutlu da olabiliriz, tamamen hüsrana da uğrayabiliriz. Sevabı da günahı da tamamen bize ait. Hiç kimseyi suçlamaya, mutsuzluklarımızın bedelini onlara ödetmeye  hakkımız yok. Bize düşen hayatın zorluklarına karşı direnirken cesareti hep yanı başımızda, hep sağduyumuzda tutmaya çalışmak.

Çevreye, doğaya, canlılara dikkatlice bakın. Zor şartlar altında ne çabalar ve özverilerle; ne başarılar kazanıldığını görün, farkı fark edin. Başka seçim şansları olmadığı için ellerindeki her şartı sonuna kadar zorlayanlardır onlar çoğunlukla. İçinde bulundukları zor durumdan kurtulmak adına gerekirse tırnaklarıyla kazarak kendi yollarını kendileri açarlar. Çünkü kendilerine kendilerinden başka destek yoktur bilirler. Üstelik önlerine çıkan pek çok engel onların hevesini her defasında kırsa da pes etmezler.

Elbette sadece insanlara değil, tüm canlılara has bu mücadele. Zorlu kış şartlarında üzerindeki bembeyaz kar örtüsünü yarıp, narin boynunu gökyüzüne uzatan kardelen çiçeğini düşünün bir kere. Ya da asfalt döşenmiş bir yol kenarında inadına açan sapsarı bir minicik çiçeği. Susuz topraksız yine de ben buradayım ve yaşıyorum der, adeta bağırır. Peki ya hayvanlar hepsi ayakta kalmak adına kıran kıran mücadelede.

Pek çoğumuz ise rahat ortamlarda, her şey elimizin altındayken bile seçim yapmayı beceremeyiz. Karşımıza çıkan eğitim imkanlarını elimizin tersiyle iter, herkesin gıpta ettiği okullardaki dersleri önemsemez, tüm bu hazırlıkların bize hayat boyu sağlayacağı artıları görmezden geliriz. Tabiri yerindeyse ite kaka, zar zor mezun olur, torpille girdiğimiz işten her gün kaytarmanın yollarını ararız. Tüm bu özensiz yaşam sürecimiz aslında bizi adım adım mutsuzluğa doğru sürükler de biz farkına dahi varmayız. Hayatın çarklarına kendimizi kaptırdığımız ve neredeyse soluklanmayı dahi unuttuğumuz zamanlara eriştiğimiz de ise hayallerimizin o renkli görüntüsü çoktan solmuştur. Son bir umut, son bir gayretle asılmak ya da asılmadan hayatın rutininde kaybolmak tıpkı yitip giden hayallerimiz gibi… işte yine bir yol ayırımı ve seçim yine bizim elmizde.

Oysa ki hangi yaşta olursak olalım; yapılacak öyle güzel şeyler, yaşanacak öyle renkli bir dünya var ki… Ama oturduğumuz yerden, hiçbir çaba göstermeden onlara sahip olmayı beklemek sadece büyük bir yanılgı olur, öyle değil mi? Neyi istiyorsak, nasıl istiyorsak onun için çabalamak gerek. Yılmadan, pes etmeden sonuna kadar savaşmak gerek. Gerekirse her şeyi göze almak ve eldeki imkanları sonuna kadar zorlamak gerek. Ama önce kendimize inanmak, yapacağımıza başaracağımıza olan güvenimizi asla kaybetmemek gerek. Sonrası nasılsa gelir…

Arzu ettiklerimize ulaşana kadar yaşadığımız her şey de bize hayatın gökkuşağı renkleri misali hediyedir. Asıl olan da budur. Çünkü mutluluk sonuçta değil; o yolda yürürken gösterdiğimiz tüm çabaların arasındaki tatlı acı anlarda saklıdır. Fark edebilmek, bulup çıkarmak ve bunlara sarılarak her defasında daha büyük bir azimle zirveye yol almak bizim elimizde. Zirve o ana kadar yaşadığımız mutlulukların son noktası ve yepyeni bir hayale koşma vaktini belirleyen yerdir aslında. Elde ettiklerimize sahip olmanın hazzıyla, heyecanla ve umutla.

Hayat kocaman bir sahne. Bir yanından diğer yanına giderken ki hayallerimiz ise bize eşlik eden en nadide güzellikler. Gerçekleştirebilmenin o güzel tadı başka hiçbir şeyde yok. O anlar bizim yaşam hanemizdeki en renkli film karelerimiz, gri siyahlar arasından pırıl pırıl parlayan. Gelin o renkli karelerimizi olabildiğince artıralım hazır fırsatımız varken.

Bugün, şu anda karar verelim ve hayallerimizi tek tek gerçekleştirmek için ilk adımı atalım.

Sonrası…

Sonrasında her şeyin çok güzel olacağı UMUDU ise hep yüreklerimizde…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.03.2012
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...