31 Temmuz 2013 Çarşamba

DÖKÜVER KİRPİKLERİNDEN SONBAHARI…

Hepimizin mevsimleri var içimizde yaşadığımız ve yaşattığımız… Sözünü ettiğim yaşla ilgili mevsimler değil. Ruh halimize göre, gün içinde bile bir mevsimden bir mevsime ne hızla dalarız bazen düşünsenize…

Mis gibi güneşin içimizi ısıttığı o güzel yaz mevsiminden bir anda kışa yenik düşmez mi duygular? Hem de ne kış… Zemheri soğuklarda içimiz ürperirken, esen karayelle duygularımız ellerimizin arasından akıp gider. Bir süre önceki o sıcacık aşk dolu yazı özlemeye başlarız hemen; keşke’ler dilimize dolanırken. Buna sebep belki gereksiz bir inattır; belki ağzımızdan istenmeden dökülüveren kırık dökük birkaç sözcük; belki de o yere göğe sığdıramadığımız gurur.

‘’İçimizde yaşattığımız dünya ile içinde yaşadığımız dünya arasında kurabildiğiniz bağ kadar mutlu olursunuz.’’ der ünlü Rus yazar Anton Çehov. Ne kadar da doğrudur…

Gerçekten de zaman geliyor ve bizler terazinin o dengesi şaştığında, ruh halimize söz geçiremez oluyoruz. Ya biz geri kalıyoruz ya da çok hızlı giderken yaşam bize yetişemiyor. Her iki durumda da olan bize oluyor.

Ama asıl olan etrafımızda ne kadar pozitif enerji varsa onları bulup çıkarmak; susuz kalmış da kana kana su içer gibi yaşamın dokuları arasından emmek; ruhumuzu onunla doyurmak. Kendimizle aramızda ne kadar engel varsa kaldırmak. Bunu yaparken  SEVGİYİ hep baş tacı etmek. Kendimize sarılıp, yaralı ruhumuzu bir çocuk edasıyla okşamak… Bir anlamda, bizi yeniden gökkuşağı tadındaki llkbahara ve yaz mevsimine taşıyacak duygularımıza yön vermek. Korkmadan, cesaretle…

Yaşamın sırrını keşfedenlerin dediği gibi daha o günü yaşamadan çok şanslı olduğumuza peşinen inanmak. Öyle etkili ki… Yaşamın içinde saklı olan tüm güzel enerjilerin bize akmasına yardım eden ışıltılı yol misali yönümüzü açıyor. Ben buna inanıyorum. Hepimiz çok şanslıyız aslında. Ah… bir de farkında olabilsek, değerini her an hissedip şükürlerle çoğaltsak…

Ayrılıklar, gözyaşları, pişmanlıklar… hangimizin gönül haresini titretmedi ki? Ama hayatın gerçeklerini bize yansıdığı şekliyle kabul edip, her şeyi biraz akışına bırakmak; yara almış ruhumuza en iyi ilaç. Evet gerektiği yerde mücadele etmek, pes etmemek asıl olan. Cesaretle üstüne gidip almak belki de. Ama bazı şeylerde zorlamak ruhu yaralamaktan öteye işe yaramıyor. İşte o anlarda yaşanan olaya farklı bir pencereden bakıp elimizdekilere şükretme zamanı. Ve umutla yarınlara tebessüm etme.

Tıpkı Mevlana’nın o güzel bir şiirinde dediği gibi. Oldukça uzun bir şiir. Yazımın başlığını aldığım bölümde ise bakın Mevlana ne güzel diyor;

‘’Terk edildin diye de üzülme, demek ki sevebilecek bir yüreğin var.
  Geçmişi unut, hiç yaşanmamış gibi davran. Buluttan nem kapma !
  DÖKÜVER KİRPİKLERİNDEN SONBAHARI, bir gün elbet mutlu tebessümlerle 
  kol   kola    gireceksin.’’

Bazılarımız mahsunluğu, hüznü daha çok yakıştırır kendisine. Bu sebepten midir bilinmez kirpiklerinde hep sonbaharın hüznü dolaşır. Oysa ki bir tebessüm etse, dağılıverecek o bulutlar gözlerinden ve ardından güneş açacak kalpleri ısıtacak olan.

Bazılarımız ise tebessümü yerleştirirken yüzüne, kirpiklerinde aşkın tılsımlı oklarını taşır adeta, baktığında kalpleri sıcacık yapan.

‘’Eğer kış , baharı yüreğimde saklıyorum deseydi, ona kim inanırdı?’’ der Halil Cibran.

Ve bizler de en umutsuz olanlarımız dahi, karakışlarımızda mutlaka baharı taşıyoruz içimizde bir yerlerde… Yeter ki bunu unutmayalım, umudun o minicik filizini sevgiyle sulayalım. Sonunda kirpiklerimizden dökülecek sonbahar da, en sert kışlar da. İlk baharın müjdesiyle sımsıcak aşklar içimizde yeniden yazı yaşatırken…

Gelin şimdi güzel bir şiirle bakalım hayata yine ve yeniden. Bakın İclal AYDIN  ‘Gördüğüme Sevindim’ isimli şiirinde, hayata ve yaşadıklarına nasıl bakıyor?

"Beklemediğim anda karşıma çıkan     ayrılıkları,
 Aniden bastıran kışı,
 Aynaya her baktığımda değişen kadını,
 Mevsimler içinde mutlaka bir sevinç getiren yaz'ı,
 Gülünce yüzleri bayram yeri olanları,
 Geçecek diyerek yaraya üfleyenleri,
 Okuduğunu anlayanları,
 Anlayıp da susanları,
 Cesur olanları,
 Yeniden başlayanları
 Ve
 Hayatın mutlak coşkusunu,
 Sizi,
 Seni,
 Her şeye rağmen üstelik
 Gördüğüme sevindim!"


HER ŞEYE RAĞMEN kabullenmek, her şeye rağmen hayatı yine yeniden SEVMEK… kirpiklerimizdeki sonbaharı dökmek için yeterli sebep değil mi sizce?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.07.2013


28 Temmuz 2013 Pazar

BİR ÇEŞME AŞIĞINDAN…


Çeşme’yi bir İstanbul’lu olarak anlatmak; havasını, suyunu, rüzgarını, denizini bir İstanbul’lu olarak dile getirmek bence bir ayrıcalık…

Ünlü yazar Zülfü Livaneli ''Serenad'' isimli son romanında bakın Ege’den nasıl söz eder? ‘’Zeytin, kekik, fesleğen, şarap diyarı Ege’nin inkar edilmez bir büyüsü vardı, insanı hemen içine alıveriyordu.’’ İşte bu nedenle Çeşme;  masmavi deniziyle, rüzgarıyla ve her gittiğinizde sizi içine çeken  mis gibi havasıyla Ege’nin incisi ve çok özel bir tatil beldesi.

Tüm bunlara bir de havadaki yoğun deniz kokusu eklenince bedeniniz çarpılmış, ruhunuz adeta esir alınmış gibi olur.

Dinginliğin ve bitmek bilmeyen huzurun yanında öyle çoşkulu bir enerjiyle sarıp sarmalanırsınız ki, kendinizi ayrıcalıklı ve çok şanslı hissedersiniz. Bu nedenle Çeşme’yi sevmemek olmaz, Çeşme’ye aşık olmamak elde değildir.

Çeşme’de sabah güneşiyle uyanmak, insanların uyanışlarına, işlerine başlayışlarına tanıklık etmek, kahvaltı sonrası sahilinde yürümek;  Aya Yorgi 
Koyu’ndaki turkuaz rengi denizinde kulaç atmak, ayaklarınızın altındaki  sapsarı kumlara basarak denizin içinde yürümek, dalmak çıkmak, bir çocuk edası ile denizle bütünleşmek çok keyiflidir. Çeşme denizinin bu güzel etkisini anlatmak için gelin yine büyük usta Zülfü Livaneli’nin ''Serenad'' kitabından minicik bir alıntı yapalım. ‘’Su o kadar hoş bir biçimde sarıp sarmalıyordu ki beni, her kulaçta hışırdayan ipeklere dokunur gibi oluyordum.’’ İşte Çeşme denizinde kulaç atarken benim hissettiklerim de buna benzer şeyler.

Sürekli esen rüzgarı ile yazın ve güneşin yakıcı sıcaklığını daha az hissedersiniz buralarda. Rüzgar öyle bir eser ki Çeşme’de; en sıcak yaz aylarında bile ürpertiniz geçmez bir türlü, üşümeniz de. Hele hele sezon başlarında, hava ve deniz kavurucu sıcaktan nasibini almamışken; denizin serin sularında yüzerken ya da dışarıya hemen çıktığınız o teninizin henüz ıslak olduğu anlarda, için için ürperdiğinizi  hissetmeniz mümkün. Bir adım ötenizde güneşin ihtişamlı sıcaklığı olduğu halde rüzgarın soğukluğunu teninizde hisseder ve yaz ortasında üşürsünüz. Bu nasıl da yaman bir yanılsamadır.

Akşam üstleri sahil boyunca yapılan yürüyüşlerde denizin mavi tonlarına güneşin batışındaki kızıllık eşlik ederken; sakız kokuları saklambaç oynamaya hazırdır adeta, köşe başlarında.

Akşam yemeği sonrası yenilen dondurmaların lezzeti bir başkadır Çeşme’de. 
Evet sakızlı dondurması çok meşhurdur ama, karadutlu dondurması ve iri karadut parçalarının ağzınızda bıraktığı eşsiz lezzeti başka hiçbir yerde bulamazsınız kolay kolay.

Çeşme bir alışkanlık, Çeşme’de olmak bir ayrıcalık, Çeşme’de tatil yapmak kendini çok özel hissetmektir.  Masmavi denizin yeşille harmanlandığı koyları uzaktan seyretmek bile ayrı bir tat ve huzur verir insana. Hele hele o koylarda denizle buluştuysanız değmeyin keyfinize.

Rüzgar ruhunuzun yelkenlerine her çarptığında, içinize dolan mis gibi esinti sizi pembe bulutlara çıkarmaya, içinize yaşama sevinci ve heyecanı aşılamaya yeter de artar. Tüm sıkıntılarınız gerilerde kalır, içiniz kıpır kıpırdır. Yürürken, yüzerken, güneşlenirken, bir kafe’de oturmuş dinlenirken, gelen geçeni seyrederken içinizde dinginlik, kalbinizde sevgi ve aşk vardır yalnızca.

Çeşme aşkı en çok çağıran yerlerden birisidir belki de. Aşkı ve sevgiyi doya doya yaşayacağınız sır dolu köşeleri, kendine has sokakları ile bir güzellikler beldesi...

Geceleri yıldızlar şıkır şıkırdır burada, ay bir başka parlar geceye inat yaparcasına.

Sapsarı ve mis kokulu limonu, tadını ve lezzetini tartışmasız kabul edeceğiniz körpecik enginarları, yeşilin her tonundan değişik lezzetleri içinde barındıran taptaze yeşillikleri, hafif acı olmasına rağmen salatalara zevkle eşlik eden beyaz soğanı, kahve tutkunları için sakızlı Türk kahvesi, ne türlü pişirirseniz pişirin asla hayır diyemeyeceğiniz ahtapotu, birbirinden lezzetli balıkları,… şu anda aklıma gelenler ve daha neler neler.

Hazır Çeşme’nin meşhur rüzgarından söz ediyoruz gelin Haşmet Babaoğlu’nun sözlerine kulak verelim. 

‘’Ne zaman Çeşme’ye gelsem şu gerçekle bir daha yüzleşirim; Rüzgar burada ‘’hava akımı ‘’ falan değil, basbağı elle tutulur, kavranır, kucaklanır, kaçırılır, dövüşülür, sevişilir, hatta gözle görünür bir şeydir!’’ Hani şarkının bir yerinde rüzgara ‘’ yabancısın buralara, nerelerden geliyorsun, otur dinlen başucumda, belli ki yorulmuşsun’’ denir ya… Burada durum başka! Burada ‘’yabancı’’ olan biziz, rüzgar Çeşme’li! ‘’

Denizini, kokusunu, havasını, yaşayanlarını, sıcaklığını sevdiğim İzmir'e ve güzeller güzeli Çeşme'ye selam olsun...

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.06.2011 

16 Temmuz 2013 Salı

GEÇMİŞİN FISILTILARI ( 2 / 2 )

Hepimiz biliyoruz ki aslında zor olan insanın kendisiyle yüzleşmesi. Bunu bir kez başardığımızda tüm yüklerimizden adım adım kurtulacağımız, aradığımız şifayı yine kendi gücümüzle yaratacağımız ise açık bir gerçek. Önemli olan o ilk adım. Her zaman zorlar insanı, düşüncelerini. Ama bir adımla başlar aslında her şey, unutmayalım lütfen. Dileğim o ki; attığımız her adımda geçmişin izleri, fısıltılarıyla beraber kaybolup gitsin… Hayat ise en güzel renkleriyle her sabah bizi gülümsetsin.

Bunun için biraz emek harcamak, belki de yeniden acı çekmek gerekiyor. Bunun bizler için kolay olmadığını biliyorum. Ama şimdi paylaşacağım gerçek yaşam kesiti, doğada yeniden doğuşun hiçbir canlı için kolay olmadığını sergiler nitelikte. National Geographic’in ‘’ Kartallar ve İnsanlar ‘’ bölümünde bu yazıya denk geldiğimde çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Eminim bilenleriniz vardır, ama bilmeyenler için de güzel bir farkındalık ve detay diye düşünüyorum, hayatın içinden.

Söz konusu canlı; kuş türleri içinde en uzun yaşayan kartala ait. Önce kartalların birkaç önemli özelliği;

* Kartallar yüksek ve hızlı uçan, cesur, atılgan hayvanlar.  Gündüz yırtıcı kuşlarının en irilerinden.

*Kanatları ve kuyrukları geniş.

*Ağırlıkları yaklaşık 7 kg. (içlerinde kanat açıklığı 2,5 m olanları var)

* Üst gagaları çengel gibi kıvrık.

*Ayakları güçlü ve keskin pençeli.

*Binlerce metre yüksekten uçarken, yeryüzünü bütün detaylarıyla tarayacak gözlere sahipler.

* Gözleri  aynı anda üç yüz derecelik geniş bir açıya sahip. Üstelik istediği görüntüyü 6-8 misli oranında büyütebilme becerileri var.

*Ormanlar ve dağlarda yaşıyorlar. Yüksek kaya girintilerinde ve ağaçlarda yuva yapıyorlar.

*Yaşamları boyunca eş değiştirmiyor ve her yıl aynı yuvayı kullanıyorlar.

Yaklaşık 70-104 yıl gibi bir ömürleri var. Ancak bu yaşa gelebilmeleri için, 40 yaşındayken son derece önemli ve zor bir karar vermeleri ve sabırla uygulamaları gerekiyor. Çünkü kartallar 40 yaşına geldiklerinde pençeleri sertleşiyor, esnekliğini kaybediyor. Dolayısıyla avlarını yakalamakta ve kavramakta güçlük çekiyorlar. Ama her şey bununla sınırlı kalmıyor. Gagaları uzuyor ve göğse doğru kıvrılmaya başlıyor. Tüyleri kalınlaştığı için kanatları yaşlanıp ağırlaşıyor. Kısacası uçmaları da iyice zorlaşıyor. İşte 40 yaşına gelen her kartal böylesi zor bir durumla karşı karşıya. Ya işi oluruna bırakıp, mücadele etmeden ölümü seçecek ya da acılara katlanıp verdiği zor kararı uygulayacak. Seçim ona ait. Tıpkı hayatta bizim önümüze çıkan seçenekler gibi.

Eğer hala hayatta kalmak ve zor kararını uygulamak istiyorsa önündeki sancılı 150 güne katlanmak zorunda. Hayatta kalmayı seçen kartal bu amaçla bir dağın zirvesindeki bir kaya duvarda; kendisine uygun bir yuva ayarlıyor. Yeni yerinde gagasını sert darbelerle defalarca kayaya vurarak zorlu yolculuğuna başlıyor. Bir süre sonra o uzun ve kıvrık gagası sökülüp düşüyor. Büyük bir sabırla yeni gagasının çıkmasını bekleyen kartal, yeni gagası ile pençelerini sökmeye girişiyor. Yeni pençeleri çıktığında ise bu sefer eski kalın tüylerini yolmaya başlıyor, canını acıta acıta. Tüm bu zorlu yolculuk sonrası ki yaklaşık 5 ay sürüyor; kartal yeni gagası, yeni pençeleri ve yeni kanatları ile uçmaya hazır hale geliyor. Yeniden doğuşunun ilk uçuşunu yaparken, aynı zamanda belirlediği yeni hayatını yeni bedeniyle kucaklamasının da ilk zaferini tadıyor. Verdiği zorlu mücadeleden daha da güçlenmiş halde çıkarken.

Bu bilgiyi ilk öğrendiğimde, okuduğum her satır beni çok etkiledi. Kartalın yaşama azmi ve direnme gücüne hayran kaldım. Madem doğadaki tüm canlılar bu ve benzer yaşam savaşını verebiliyor; o halde bizlerin de pes etmemesi gerek diye düşündüm bir kez daha. Yaşama sımsıkı tutunmanın, her şeye rağmen zorluklarla mücadele etmenin insanı daha da güçlendirdiğine inananlardanım her zaman.

O halde gelin eskide kalan, bize acı veren her ne varsa atalım ruhumuzdan. Tıpkı kartalın gagasını, pençesini acılar içinde söküp atması gibi; canımız yana yana yapalım ki yeniden doğmanın tadına varalım. Sırtımızda, omuzlarımızda her şeyden öte ruhumuzda onca ağırlıkla yol almanın bize hiçbir faydası yok. Üstelik hayatı kaçırmamıza, hayattan giderek uzaklaşmamıza da sebep. Arınmak, acılarla küllerimizden yeniden doğmak olsun hedefimiz… Olsun ki yenilenen ve hafifleyen ruhumuzu sevgi ve aşkla dolduralım. Huzura, dinginliğe ve yaşamın en güzel renklerine yelken açalım. Gökkuşağının her rengi bize hayatın bir başka güzelliği olarak göz kırpsın…

Sizce buna değmez mi? Bence sonuna kadar değer.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.06.2013



GEÇMİŞİN FISILTILARI (1 / 2 )

Artık neredeyse hepimiz geçmişi geçmişte bırakmanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bugüne bir şans vermek ve yarının umutlarını yok etmemek adına. Ne kadar uyguluyoruz orası tartışılır elbette ama ah… o geçmişin fısıltıları yok mu? Ne yazık ki o fısıltılar hep içimizde, hep bizimle bir savaş halinde. Üstelik ne zaman ortaya çıkacağını, ne zaman daha yüksek perdeden bir volümle geleceğini, bizi nasıl gafil avlayacağını öyle iyi biliyor ki…

Kaçışımız mı? Neredeyse imkansız gibi.

Suçluluk duymamız, kendimizi değersiz hissetmemiz için elinden ne gelirse yapıyor adeta. Sanki hayat sahnesindeki rolümüzü biz değil, o oynarmışçasına.  Bizler ise sadece seyrediyoruz; kulaklarımızda bir alçalıp bir yükselen ama hiç kesilmeyen o fısıltılarla. 

Hayattan yeterince zevk alabiliyor muyuz peki? Ya da gelecekle ilgili kolay düşler kurabiliyor muyuz? Nerde… umut öyle cılız ki içimizde. Titrek bir mum misali. Hani üflense sönecek ve biz karanlıktan bir daha çıkamayacakmışız gibi.

Oysa ki yaşananlar her ne idiyse yaşandı ve bitti. Belki yaramız henüz çok taze belki de değil. Acılarımız mı? Belki çok derin belki de değil. Ama hayat devam ediyor. Yaşadıklarımız her ne olursa olsun; kendimizi, etrafımızı, hatta tüm dünyayı suçlamak neden? İçimizdeki kederi büyütmek yapacağımız son şey olsun ne olur. Geçmişi geçmişte bırakıp, kaldığımız yerden inatla hayata asılalım henüz daha vakit varken. 

Evet, geçmişte yaşadıklarımız bazen utanç duymamıza sebep olabilir. Hatta en masum hislerimizi koyu bir pişmanlık yorganı altına alıp yok etmeye çalışabilir. İçimizdeki o pür neşe çocuğu azarlayıp sustururken bir yandan. Neden mi? Çünkü  sadece kendi sesi duyulsun ister. Unutmakla ilgili tüm çabalarımıza inat; canımızı yakmak, ruhumuzu yormak için elinden geleni yapar; savaşın tek galibi olmak adına.

Zaman zaman öyle bir ruh haline girer ki insan; kulağındaki o fısıltılar giderek dozunu artırırken, kendisini bir çöp kadar bile değerli hissetmez. İçinden bağıran sesleri kesmek için kulaklarını kapatır, dış seslerle beraber susmasını umarken. Oysa ki sesler insafsızdır. Nefret doludur. Çirkindir. Korkutucudur. Hayatımızı zindan yerine çeviren korkularımızın kaynağıdır. Büyük bir çoğunlukla sebepleri çocukluk yıllarımıza kadar da iner. Ve hepsi bizi uçurumun kenarından aşağıya atmaya, canımızı yakıp, cezalandırmaya söz vermiş gibidir. Duygu ve düşüncelerimizin hakimi o fısıltılardır artık; biz onu içimizde sakladığımız sürece. Üstelik  her şeyin dermanı olan zaman; sanki bir tek bizim acımıza derman olamaz diye düşünürüz böylesi zamanlarda.

Neden biliyor musunuz? Çünkü geçmişten söz etmeye korkarız. Geçmişte yaşadıklarımızla yüzleşmek; sanki acılarımızı daha da artıracak, görünmeyen yaralarımızı daha da kanatacak sanırız. Ama tam tersine bunu yapmadıkça acılarımızdan kurtulmamız mümkün olmaz. Duygularımızı görmezden gelmek, hiç yokmuş gibi davranmak; onların yok olacağı anlamına gelmez. Tam tersine giderek derinlere iner, orada kemikleşir. Sonrasında söküp atmak daha da zorlaşır.

Yaşam boyu içinde hapsettiğimiz o olumsuz tepkiler nedeniyle hep kötü sözleri, kötü davranışları görüp duyduğumuz için her zaman bunları hak ettiğimizi düşünürüz. İyi ve hoş şeyler duyup, gördüğümüzde ise şaşırırız. Kendimize layık göremeyiz. Hatta hakaret olarak bile algılarız. Çünkü fark etmeden hayatın güzelliklerine tüm algılarımızı kapatır, etrafı  tarayan radarımızı kendi elimizle kilit altına alırız.

Bu nedenle öncelikle hayat karşısında cesur olmamız, geçmişin karşısına dikilmemiz ve onunla yüzleşmemiz gerekiyor. Sonra da geçmişimizle barışmamız, aslında herkesten çok kendimizi affetmemiz…

Asıl olan da bu KENDİMİZİ AFFETMEMİZ. Böylece kendimize yeni bir ŞANS daha vermiş oluruz diye düşünüyorum. Diğer insanlar gibi şansı hak ettiğimizi düşünmek bile ilaç gibi gelir yaralarımıza inanın bana.

Kendimizi, yaşadıklarımızı yargılamadan sadece affetmek… Çünkü bu sayede daha olumlu bakabiliriz hayata ve yaşananlara. Bize zararı dokunacak ne kadar etken varsa onları hayatımızdan uzaklaştırmaya çaba gösteririz. Eğer varsa hatalarımızdan ders çıkarıp onları tecrübe hanemize katarız. Bir daha yapmamaya özen gösteririz. Kısacası hayatımızın alt üst olan dengesini yeniden yerli yerine oturturuz.

''Yaratıcılık ve keşif, acıda saklıdır.’’ der Rus kökenli, Yahudi asıllı, ABD'li psikiyatrist Irvin D. Yalom  ‘Nietzsche Ağladında ‘ isimli romanında.

Yani acılarımızdan kendimizi yeniden keşfedip, yaratıcılığımızı kullanarak sıyrılmamız da mümkün. Yeter ki hayata karşı o CESUR duruşumuzu hiç kaybetmeyelim.
Biliyorum ki bunu yapmak dile getirmek kadar kolay değil. Ancak kabul etmemiz gerekli en önemli nokta varlığımızın her şeyin en güzeline layık olduğu gerçeği. Ve hayatın bir tekrarının daha olmadığı. O halde, hayatla aramızdaki bu görünmez bağlara sımsıkı sarılmak asıl olan. Unutmayalım biz çok değerliyiz. İsteklerimiz, hayallerimiz ve hayatımızla da bir bütünüz.  Bu anlamda Mark Twain’in sözleri öyle anlamlı ki;

‘’İsteklerinizi, hayallerinizi küçümseyen kişilerden mümkün mertebe uzak durun! Ruhu küçük insanlar, başkalarını da daraltmak, azaltmak ister! ‘’

Ne kadar doğru, öyle değil mi? Ama belki şartlar, belki yaşımız böylesi insanlardan uzak kalmamıza olanak tanımamış olabilir. Dolayısıyla ruhumuz en derin darbeleri alıp yaralanmıştır. Yaşadıklarımızın tam olarak ne olduğunu anlayamadan belki de, ört bas etmek en kolay yol gibi gelmiştir bize; kaçış noktamızda. Ama olsun hiçbir şey için geç değil hayatta. (devamı 2/2 ‘de ÇARPICI bir YAŞAM ÖRNEĞİ ile)  

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.06.2013




11 Temmuz 2013 Perşembe

ATAMIZDAN SON YADİGAR… SAVARONA

Zamanının en büyük ve hızlı lüks transatlantik yatı…

Dünya denizlerinde albeniyle gezinen bir efsane…

Atamızdan bizlere yadigar kalan nice güzellikten bir tanesi…

Karşıdan bakıldığında o kadar zarif duruyor ki. Bembeyaz bordası, civciv sarısı iki bacası ve ileriye incelerek uzanan yan kısımları ile tam bir uyum içinde. Masmavi denizin içinde ‘ben buradayım’ diye bağırmakta adeta. İsmi ise en az kendisi kadar güzel.

Bir inanışa göre SAVA Atlantik’te yaşadığına inanılan; biraz martıya, biraz pelikana benzetilen efsanevî bir kuşun ismi. Tıpkı bizim hikayelerimiz arasında yer alan Zümrüdü Anka kuşu gibi. Bir başka inanışa göre ise Hint Okyanusu’nda yaşayan, nesli tükenmekte olan beyaz Afrika kuğusunun ismi.

RONA ise yatın sahibi Emily Cadwalader’in evlenmeden önceki kızlık soy ismi.

İşte bu görkemli yatın isim geçmişi böyle ve bence aldığı ismi büyük bir zerafetle taşıyor. Atamız da sahibi olduktan sonra bu ismi çok sevmiş ve aynen korunmasını istemiş. Böylece yat sahibi genç kadının  ricası da kırılmamış.

Ama bu güzel yatın bize hissettirdikleri bambaşka ebette. Bizler Savarona’yı Atamızın heyecanla beklediği, son günlerini geçirdiği o özel yat olarak biliyor ve seviyoruz.  Bu yazıyı kaleme almama sebep ise; onun şu sıralar Fenerbahçe koyu açıklarında demirli olması ve nedense güneşte bir başka parlayıp içimizi ısıtması. İlk gördüğümde Savarona olduğunu bilmiyordum ve o gün hava oldukça bulutluydu. Gözlerimi sahile çevirdiğimde ise güneş ışınlarının sadece onun üzerinde olduğunu gördüm. Tıpkı sahnede tüm spot ışıklarının tek bir noktaya dikkat çekmesi gibi. içime o anda öyle tatlı bir sıcaklık yayıldı ki; endamına, duruşuna hayran kaldım. Sonradan Atamızın izlerini taşıyan Savarona olduğunu öğrendim. Ve hislerimin nedenini daha iyi anladım. Ardından da araştırıp kaleme almaya karar verdim. 

Her ne kadar bildiğimiz şeyler olsa da; arada atladığımız, belki de bilip unuttuğumuz minik detayların olduğunu düşünüyorum. Ve böylesi değerleri beraberce hatırlamakta, paylaşmakta fayda görüyorum.

Beyaz zarif Afrika kuğusunun hikayesi öyle ilginç ki… gelin yatın ilk yapıldığı yıllara kadar uzanalım. İlk sahiplerinden Atamıza kadar engin denizlerde nasıl bir rota izlemiş beraberce görelim.

Savarona’nın ilk sahibi Emily Margaret Roebling isimli genç bir kadın. Amerika’da 1883 yılında ünlü Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden Washington Roebling ile eşi Emily Warren Roebling’in kızları. Aynı zamanda tel kablo mucidi, Alman kökenli  mühendis John A. Roebling’in de torunu.

Denizi çok seven Roebleingler’in kızı Emily Margaret ve eşi Pennsylvania’lı Richard McCall Cadwalader tam üç yat yaptırır. Hepsine de aynı ismi verirler. Ülkemiz tarafından satın alınan yat ise onların 1931 yılında yaptırdıkları üçüncü yatları.

Savarona Almanya’da inşa edilip, büyük bir kutlama ile Hamburg’da denize indirilir. 124.3 metre gövde uzunluğu, 16.08 metre genişliği ve 9.75 metre derinliği ile  o yıllardaki dünyanın en büyük yatı. Safrası cıvalı, dolayısıyla 90 derece yana yatmadıkça asla batmıyor.

Özel süitleri, yemek salonu, iki büyük mutfağı, kileri, soğuk hava depoları, kütüphanesi ve dinlenme salonlarıyla gemiden çok bir ev havasında. Görkemiyle görenlere adeta yüzen bir sarayı anımsatır. Çünkü içi son derece pahalı antika eşyalarla döşenir. Tüm mobilyaları, tabloları, avizeleri sahipleri tarafından titizlikle seçilir. Hiçbir masraftan kaçınılmaz. Her bir süitin banyosu, odanın yatak takımlarıyla uyumlu olacak şekilde değişik renkte dizayn edilir. Tüm aksesuarlar bunlara uygun olarak seçilir. Ayrıca modern müzik seti, zengin plak koleksiyonu ve değerli kitaplarla dolu büyük kütüphanesi ile zenginliğini taçlandırır.

Ancak yatın en ilgi çeken kısmı, Emily’nin kendisi için yaptırdığı yatın en üst katındaki dairesi olur. Sarışın bir genç kadın olan Emily, adeta bunu vurgulamak istercesine banyosunun her tarafını çok değerli siyah mermerle kaplatır. Üstelik yattaki yaşamını kolaylaştırmak ve biraz da gizem katmak adına pek çok yeni buluşu bizzat uygulatır. Kamarasının altına özel bir koridor yaptırır. Yerdeki halı kenara çekildiği zaman ortaya çıkan bir kapakla, kamarasından bu koridora geçmek çok kolaydır. Oradaki gizli merdiven ise kendi kamarasıyla aşağıdaki kimi katların irtibatını sağlayacak şekilde dizayn edilir. Aslında bu gizli merdivenin, kimselerin görmesini istemediği konukların sessizce geçişi için tasarlandığı söylenir.

Pekiyi, bu kadar özenle yaptırılan, emek harcanan yat sahipleri tarafından keyifle kullanılır mı? Maalesef hayır. Çünkü aksilikler silsilesi, denize ve yata aşık bu çiftin yakasını bir türlü bırakmaz. Büyük bir heves ve özenle yaptırdıkları yatlarını Amerika’ya getiremedikleri gibi; vergi kaçırmakla da suçlanırlar. Tüm bu davalarla uğraşırken; bir de Emily’nin geminin çarkçıbaşına aşık olması ve bu amaçla yaptırdığı özel merdiveni kullanarak kamarasında gizlice buluşması ise aileyi iyice gerer. İlişkileri bozulan çift sonunda, çok sevdikleri yatlarını 1937 yılında satılığa çıkarır.

İşte bu efsanevi yat, denize indirildiği andan itibaren sahiplerine uğurlu gelmez. Ve şansızlığı kimin eline geçtiyse aynı şekilde devam eder.

Nedeni belki de içindeki şömineyle ilgili olabilir. Neden mi? Çünkü şöminenin hikayesi de oldukça ilginç. Emily söz konusu şömineyi Portekiz gezisi sırasında tarihî bir şatoda görür. Çok beğenir ve satın almak ister. Ancak şatonun sahibi genç kadın, şöminesini vermeye yanaşmaz. Oldukça hırslı bir kadın olan Emily ise bu şömineyi o kadar beğenir ki sahip olma hırsına yenik düşer. Çeşitli entrikalarla önce işini bozar. Ardından mecburen satılığa çıkarılan şatoyu satın alır. Hayalindeki şömineye kavuşunca, onu hemen yatına taktırır. Sonradan şatoyu eski sahibine gerekçelerini de açıklayarak iade eder. Ama her ne hikmetse, bu zorlama, bu kalp kırmanın ahı yıllarca yata dokunan herkesin canını bir şekilde yakar. Pekiyi ya Savarona Atamıza şans getirir mi?

Atamızın denize olan büyük sevgisi, her türlü yarışı destekleyip izlemesi bir yana ülkemizde denizciliğin gelişmesi adına yaptıklarını unutmak olmaz. Denizbank’ın kurulması, Türk deniz ticaret filosunun oluşumu ve Deniz kuvvetlerinin güçlenmesi adına pek çok yeni proje Atamızın son yıllarındaki uğraşlarından sadece bir kaçı. Son derece kısıtlı bir bütçesi olmasına rağmen; ülkece eldeki imkanların sonuna kadar kullanıldığı, her şeye değer verilen güzel Cumhuriyet yıllarıdır. Bu amaçla denizcilik bayramlarında; o yıllarda kullanılan Ertuğrul yatında, İran Şahı Rıza Pehlevi, İngiliz Kralı VIII. Edward ve Ürdün Kralı Abdullah gibi ünlü ismi ağırlanır. Ancak İstanbul Moda açıklarında yaşanan son can sıkıcı olay; aslında bilmeden Savarona’nın rotasının ülkemize çevrilmesine vesile olur.

4 Eylül 1936 yılında İstanbul’u ziyarete gelen İngiliz Kralı VIII. Edward, şerefine düzenlenen yelken yarışını; Atamızla beraber Ertuğrul yatından izler. Ama bembeyaz giysisi emektar yatın bacasından dökülen kurumlarla kirlenince; yeni bir yatın alınması gündeme gelir. Deniz havasının son zamanlarında sağlığı iyice bozulan Atamız için faydalı olacağı düşüncesi ile de arayışlar başlar. Ve pek çok badire atlatan, sahiplerine pek de mutluluk veremeyen Savarona 1 Mart 1938 günü, 1 milyon 200 bin dolar ödenerek Türkiye Cumhuriyeti tarafından satın alınır.

Geçirdiği bakımın ardından 1 Haziran 1938’de Dolmabahçe Sarayı önüne demirler. Denizin içinde kalan bölümü kırmızıya boyanan ve bembeyaz bordayı bu kırmızı renkten incecik siyah bir çizginin ayırdığı Savarona’yı gören herkes, Atamız gibi daha ilk anda ona hayran kalır. Ve Atamızın ağzından şu sözcükler dökülür; "Ne olurdu, bu gemi birkaç yıl önce elimize geçmiş olsaydı.’’

Savarona’yı çok seven Atamız, o günden itibaren günlerini yatta geçirmeye başlar. Ağır hastalığına ve ızdıraplarına rağmen; beyaz spor kazağı, beyaz pantolon ve lacivert ceketten oluşan spor yat kıyafeti ile her zamanki gibi çok şık ve yakışıklıdır.  

Dolu dolu geçen tam 56 gün. Bu kısacık dönemde pek çok kabine toplantısı düzenlenir. Devlet başkanları ve önemli konuklar ağırlanır. Hatta bir ara Erdek’e kadar uzanan bir deniz yolculuğu dahi yapan Atamız; yatta geçirdiği her anından mutlu olmaya çalışır.

Ancak hastalığı artınca, 25 Temmuz gece yarısı saat 01.00’de Savanora'daki kamarasından bir koltuk içinde Dolmabahçe’ye nakledilir. Maalesef bir daha Savarona’ya hiç gidemez. Yat hakkındaki rivayet ne yazık ki gerçek çıkar, Savarona Atamıza da uğurlu gelmez.

Atamızın ölümünden sonra Savarona’nın akibeti çalkantılar içinde geçer. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü döneminde Cumhurbaşkanlığı yatı olarak korunur. Ardından 1951 yılında donanmaya devredilir. Gerekli bakım yapıldıktan sonra; 2 Temmuz 1951 tarihinde, Deniz Kuvvetleri Komutanlığına getirilir. Okul gemisi olarak kullanılmaya başlanır. 70 gün süren ilk inceleme gezisinde Bombay, İskenderiye, Cidde, Aden, Karaçi limanlarında bayrağımızı gururla dalgalandırır. Ülkeler arası kardeşlik bağlarını kuvvetlendirir, tıpkı Atamızın istediği gibi.

Uzun süre Atamızın kullandığı özel dairesi eşyalarıyla beraber müze olarak korunur. Ancak 3 Ekim 1979 da Heybeliada açıklarında çıkan, sebebi bilinmeyen bir yangın sonucu ağır hasar alır. Onarıldıktan sonra bir süre daha okul gemisi olarak hizmet eder ve sonra kadro dışı bırakılır.

1989 yılında ise maalesef hurdaya çıkarma kararı alınır. Bu karar son anda armatör Kahraman Sadıkoğlu  yatı 49 yıllığına kiralamasıyla durdurulur.  Gerekli bakım ve düzenlemeler üç yılda tamamlanır. Eski zerafeti ve görkemi ile turizm amaçlı olarak dünya sularına yeniden açılır. Savarona’nın içinde Atamızın kütüphanesi ve yatak odasıyla birlikte toplam 19 suit yer alır. Atatürk’e ait olan bölüm ise müze olarak aslına uygun olarak aynen korunmaya devam eder.

Son yıllarda hakkında çıkan olumsuz haberleri bir yana bırakıp, Atamızın emanetine sevgiyle bakmayı öneriyorum ben. Sizlerin de benim gibi düşündüğünüze eminim. Hatıralar, yaşanmışlıklar önemlidir. Hele hele çok kıymet verdiğiniz, çok sevdiğiniz EŞSİZ insanlara aitse…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.07.2013

NOT: Araştırma yaparken yararlandığım kaynaklar; www.isteataturk.com, Soner Yalçın’ın Hürriyet gazetesi 3 Ekim 2010 tarihli köşe yazısı, laparagas.blogspot.com, www.denizce.com, nette Savarona hakkındaki onlarca arşiv bilgisi ve resim…








5 Temmuz 2013 Cuma

ŞÜPHENİN SON DURAĞI YOK ( 2/2 )

Doğru düşünmek, doğru bilgilerle yerinde ve zamanında doğru eleştiriler yapmanın, hedefe ulaşmada en güzel yol olduğunu unutmamak gerek. Ancak bunun için gerekli şüphe hayatımızın her anına sızdığında; işler karışmaya, bıçağın o keskin yanı ruhumuzu acıtmaya başlıyor.

Böyle anlarda ne yapmalıyız sorusuna güzel bir örnek kendi tarih sayfalarımız arasından geliyor. Biraz manidar olsa da paylaşmak istedim.

Aynı zamanda adâleti ile ilgili hikâyeleri ile tanınan, eski bir alimden söz etmek istiyorum sizlere. Kendisi değerli bir Osmanlı alimi. Aynı zamanda Nasreddîn Hoca’nın torunlarından Hızır Çelebi. Memleketi olan Sivrihisar’da kadılık ve müderrislik yapan; kimsenin bilemediği bilgileri bilen, zeki ve çok çalışkan bir alimdi. İşte bu özellikleri onu İstanbul’un fethinden sonraki ilk kadılık görevine getirdi ve ölümüne kadar devam etti. 

Yine kendisi gibi kıymetli bir âlim olan oğlu Sinan Paşa ile birlikte bir gün yemektedir. Sinan Paşa, felsefe ile ilgili olduğundan bir takım yersiz endişeler ve lüzumsuz şüphelerden zihnini arındıramamaktadır. Hızır Bey ise, oğlunun bu durumundan bir hayli endişe duyar. Yemekte söz döner dolaşır ve Sinan Paşa’nın şüphe ve endişelerine gelir. Hızır bey oğluna: “Senin bu durumun öyle bir noktaya geldi ki, sen neredeyse şu önündeki tabağın varlığından da şüphe edeceksin” der. Sinan paşa: “Eh ne yapalım ki, haklısınız. Ama ben de şüphe etmekte haklıyım” deyince, Hızır Bey, bir şey söylemez. Sadece tabağı alır ve oğlunun kafasına hafifçe çarpar. Ve bu nükteli cevap, Sinan Paşa’nın tabak konusundaki şüphelerini silip atar.’’ Bence de Nasrettin Hoca’nın torununa da bu nükteli ve yerinde cevap yakışır.

Manidar örneğimizdeki gibi şüphe yerinde ve dozunda kalsın her daim. Yaşantımızda, duygularımız arasındaki bu bıçak sırtı duygunun; bizi ele geçirmesine mani olmamız çok önemli. Çünkü yapılan araştırmalar, adeta hastalık boyutuna gelen bu rahatsızlığın sayıca giderek arttığını gösteriyor. Genelde özgüveni az, narsist ve eleştiriye kapalı kişilerde bu durumların daha sık yaşandığı ise bir başka gerçek.

İstem dışı, sürekli beynimize gelen ve sonu olmayan takıntılı düşünceler; bir süre sonra takıntılı davranışlara da dönüşebiliyor. Ve iş sizin konrolünüzden çıkabiliyor. Yaptığınız şeylerin anlamsız olduğunu bile bile sizi hapseden ve hayatınızı zindana çeviren bu duygudan bir türlü kurtulamıyorsunuz. Bu da yaşam kalitenizi bozuyor. Hayattan zevk alamaz hale geliyorsunuz. İkili ilişkileriniz zarar görüyor. Giderek yalnızlaşıyorsunuz.

Normalde insan doğası gereği elbette şüpheci. Üstelik şüpheci olmasa bilimsel doğrular kendini yenileyemez, dolayısıyla da bilimsel olmaktan çıkardı. O düzey ve amaçtaki bir şüphecilik gerekli ve yararlı. Sözümüz herhangi bir amaç olmaksızın her şeyde kuruntuya düşmek, şüphelenmek, düşünce kontrolümüzü kaybetme noktasına gelmek. İşte bu durum hem kendimize hem de etrafımızdakilere fazlasıyla zararlı.

Ünlü Hintli düşünür Jiddu Krishnamurti  şöyle der; ‘’Önemli olan neyin sevindirdiği ve neyin üzdüğü değil, doğru olanı görmektir. Ondan sonra siz değil, doğru olan harekete geçecektir.’’ İşte doğruyu yakalamak sonunda kısa süreli üzüntü olsa bile önemli. Ve bu kadarcık bir şüphe yeterli, fazlasıyla zararlı.

Sevgi, aşk, en güzel dostluklar ışıltısıyla kalbimizi ısıtırken; şüphenin o soğuk koridorlarında dolanmayalım ne olur. Önce kendimize, sonra da etrafımızdaki insanlara güvenmemiz gerektiğini de unutmayalım. Çünkü hala güzel kalpli insanlarla çevrili etrafımız. Tıpkı Mevlana’nın dediği gibi olan, bizi yalnız bırakmayan;

‘’Leyla değilim dost, lakin çağırırsan çöllere gelirim. Sana yalan halde gelmem, toplarım özümü yalın halde gelirim. Kapıyı çaldığımda kim o dersen, ben olmam kapında sen olur gelirim. Sen gel de yeter ki, yola yük olmam yol olur gelirim.’’

Kaldı ki güvenimizi sarsacak olaylar yaşasak bile kendimize olan güvenimizle onun da üstesinden gelebiliriz diye düşünüyorum. Hayat bu kadar renkli ve güzelken tat almaya bakmak en güzeli. Yoksa her insandan, her olaydan şüphe ederek yaşayamayız ki. Unutmayalım, hayat kısa ve şüphenin son durağı yok. Nerede ve ne zaman ineceğimize ise bizim karar vermemiz gerekiyor.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.05.2013



ŞÜPHENİN SON DURAĞI YOK (1/2 )

Şüphe, bıçak sırtı duygulardan bir tanesi bana göre. Bir olay karşısında hissettiğimiz emin olamama halimiz, güvensizlik duygumuz. Elbette yerinde, zamanında ve dozunda kullanıldığında insanın daha geniş düşünmesine sebep olduğu gerçeğini unutmamak gerek. Çünkü dozunu biraz kaçırdığımızda; bizden izin almadan düşüncelerimizin arasına sızdığında, hayatımız adeta bir kabusa dönebiliyor. 
Şüpheyle yatıp şüpheyle kalkar hale geliyoruz. İkili ilişkilerimizde, yakın çevremizde temasta bulunduğumuz kişilerle yaptığımız paylaşımlarda; aklımızın bir köşesinde hep ‘acaba mı?’ sorusu dönüp dolaşıyor; tıpkı atlıkarınca misali.

Acaba’lar içimizi kemirecek kadar çoğaldığında kendimize de, beraber olduğunuz kişilere de hayatı adeta zindana çeviriyoruz. Gerek kendi içimizde aradığımız cevaplar, gerekse karşıdan gelenler ne yazık ki bizi bir türlü tatmin etmiyor. Üstelik sorular  hızla  çoğalıyor, ardı arkası bir türlü kesilmiyor. Ve bir süre sonra sevgi, aşk o sımsıcak halinden uzaklaşmaya soğumaya başlıyor. Sevmenin, sevilmenin, aşkın tadını çıkarıp hayatın güzelliklerine yelken açacağımıza; şüphenin o iç burkan, duygularımızı bulanıklaştıran sularında yüzmeye başlıyoruz. Ve öyle bir an geliyor ki bulanık sularda kendimizi bile kaybediyoruz. Oysa ki kendimize, duygularımıza duyduğumuz güven kadar karşımızdaki kişilere ve duygularına da güven duymak en önemlisi. Unutmayalım ki şüphenin olduğu yerde sevgi de aşk da uzun soluklu olmuyor.

Pekiyi şüphe kendini nasıl gösteriyor? Uzmanlar; herhangi bir karardan, yargıdan ya da hükümden önce hissettiğimiz bir tür tereddüt anında ortaya çıktığını belirtiyor. 
Gerçekten de bizler daha ne olduğunu anlayamadan iç sesimiz devreye giriyor. ‘Ben buradayım, dur bakalım yaptığın doğru mu yanlış mı, emin misin, ya seni kandırıyorsa, ya oyalıyorsa? ’ diyerek kafamızı karıştırmaya başlıyor.  

Artık düşüncelerimize hakim olmanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bu nedenle şüphe dolu soruların hemen her durumda içimizi sarmasına engel olmamız gerekli.  
Çünkü çoğu psikolog; şüphenin, kişinin benliğinden çıkan bir tür fobi olduğu görüşünde. Önemli olan bunu hastalık derecesine getirmemek. Bazı düşünürler tarafından "inanç ve inançsızlık arasında kalan duygu" olarak tanımlanıyor. Bu duyguya aşırı yaşayanlara "Paranoyak" veya "Kuşkucu" adı veriliyor. Sağlıklı ruh yapımızı korumak, hayatın güzelliklerine daha çok yoğunlaşabilmek adına  duygularımızın, düşüncelerimizin farkında olmamız çok önemli.

Gelin bu bıçak sırtı keskin duyguyu biraz daha yakından tanımaya çalışalım. Kimbilir belki gereksiz şüphelerimizden kurtulur; ara sıra düşüncelerimizde yer almasına kendimiz izin vererek, hayata yeni pencereler açabiliriz. Ne dersiniz?

Ama önce tarihsel geçmişine kısacık göz atmakta fayda var. Tarihi kayıtlar, felsefe alanında ilk şüpheci düşünür olarak Antik çağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras’u gösteriyor. Onu, şüphecilik görüşünü okullaştıran Pyrrhon izliyor. Yöntemli şüphecilikte ise tek isim Descartes olarak karşımıza çıkıyor. Descartes, kesin bilgiyi buluna kadar tüm bilgilerin gözden geçirilmesi gerektiğini savunmuş. Zaman zaman insanların da yanılabileceğini özellikle vurgulamış. Ve bakın o dönemlerde şüphe hakkında nasıl bir yorumda bulunmuş? Hepimizin bildiği o meşhur cümleye nasıl ulaşmış?

 “Mademki her şeyden şüpheleniyorum o halde kesin olarak bir şey, benim şüphe duyuyor olduğumdur. Şüphe duyduğum ne ölçüde kesinse, düşünüyor olduğum da o ölçüde kesindir. Çünkü şüphe duymak düşünmek demektir. Düşünemeden şüphe duymak da imkânsızdır. Demek ki düşündüğüm kesinse, düşünen bir varlık olarak var olduğum kesindir.”

Ve sonuç… “Düşünüyorum o halde varım.”

Descartes, şüpheyi doğru bilgiye ulaşmada bir araç olarak kullanmış. Amacı hiçbir şekilde kuşku içermeyecek kesin bilgiye ulaşmak olmuş. Buradan hareketle mutluluğu elde etmenin yolları için de şu öneride bulunmuş;

*doğruyu istemek,

*doğruyu net olarak bilmek,

*imkansız şeyleri yok saymak.

Uzmanlar şüphenin bir tavır olarak felsefenin ruhunda bulunduğunu ve her filozofun felsefik bir tavır olarak şüpheci olduğunu belirtiyor. Yeni düşünceler birbirini izlerken, mevcut bilgilerin doğruluğundan şüphe edilmesi; insanları daha çok düşünmeye ve araştırmaya yöneltiyor. Farklı topluluk veya kültürlerin farklı "doğru" görüşlerine sahip olduğunun da altı çiziliyor. (devamı 2/2 ‘ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


26.05.2013
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...