Şüpheyle yatıp
şüpheyle kalkar hale geliyoruz. İkili ilişkilerimizde, yakın çevremizde temasta
bulunduğumuz kişilerle yaptığımız paylaşımlarda; aklımızın bir köşesinde hep
‘acaba mı?’ sorusu dönüp dolaşıyor; tıpkı atlıkarınca misali.
Acaba’lar içimizi kemirecek
kadar çoğaldığında kendimize de, beraber olduğunuz kişilere de hayatı adeta
zindana çeviriyoruz. Gerek kendi içimizde aradığımız cevaplar, gerekse karşıdan
gelenler ne yazık ki bizi bir türlü tatmin etmiyor. Üstelik sorular hızla çoğalıyor, ardı arkası bir türlü kesilmiyor.
Ve bir süre sonra sevgi, aşk o sımsıcak halinden uzaklaşmaya soğumaya başlıyor.
Sevmenin, sevilmenin, aşkın tadını çıkarıp hayatın güzelliklerine yelken
açacağımıza; şüphenin o iç burkan, duygularımızı bulanıklaştıran sularında
yüzmeye başlıyoruz. Ve öyle bir an geliyor ki bulanık sularda kendimizi bile
kaybediyoruz. Oysa ki kendimize, duygularımıza duyduğumuz güven kadar
karşımızdaki kişilere ve duygularına da güven duymak en önemlisi. Unutmayalım
ki şüphenin olduğu yerde sevgi de aşk da uzun soluklu olmuyor.
Pekiyi şüphe kendini nasıl
gösteriyor? Uzmanlar; herhangi bir karardan, yargıdan ya da hükümden önce
hissettiğimiz bir tür tereddüt anında ortaya çıktığını belirtiyor.
Gerçekten de
bizler daha ne olduğunu anlayamadan iç sesimiz devreye giriyor. ‘Ben buradayım,
dur bakalım yaptığın doğru mu yanlış mı, emin misin, ya seni kandırıyorsa, ya
oyalıyorsa? ’ diyerek kafamızı karıştırmaya başlıyor.
Artık düşüncelerimize
hakim olmanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bu nedenle şüphe dolu
soruların hemen her durumda içimizi sarmasına engel olmamız gerekli.
Çünkü çoğu psikolog; şüphenin, kişinin
benliğinden çıkan bir tür fobi olduğu görüşünde. Önemli olan bunu hastalık
derecesine getirmemek. Bazı düşünürler tarafından "inanç
ve inançsızlık arasında kalan duygu" olarak tanımlanıyor. Bu duyguya aşırı
yaşayanlara "Paranoyak" veya "Kuşkucu" adı veriliyor. Sağlıklı
ruh yapımızı korumak, hayatın güzelliklerine daha çok yoğunlaşabilmek adına duygularımızın, düşüncelerimizin farkında
olmamız çok önemli.
Gelin bu bıçak sırtı keskin
duyguyu biraz daha yakından tanımaya çalışalım. Kimbilir belki gereksiz şüphelerimizden
kurtulur; ara sıra düşüncelerimizde yer almasına kendimiz izin vererek, hayata
yeni pencereler açabiliriz. Ne dersiniz?
Ama önce tarihsel
geçmişine kısacık göz atmakta fayda var. Tarihi kayıtlar, felsefe alanında ilk
şüpheci düşünür olarak Antik çağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras’u
gösteriyor. Onu, şüphecilik görüşünü okullaştıran Pyrrhon izliyor. Yöntemli
şüphecilikte ise tek isim Descartes olarak karşımıza çıkıyor. Descartes, kesin
bilgiyi buluna kadar tüm bilgilerin gözden geçirilmesi gerektiğini savunmuş. Zaman
zaman insanların da yanılabileceğini özellikle vurgulamış. Ve bakın o
dönemlerde şüphe hakkında nasıl bir yorumda bulunmuş? Hepimizin bildiği o
meşhur cümleye nasıl ulaşmış?
“Mademki her şeyden şüpheleniyorum o halde
kesin olarak bir şey, benim şüphe duyuyor olduğumdur. Şüphe duyduğum ne ölçüde
kesinse, düşünüyor olduğum da o ölçüde kesindir. Çünkü şüphe duymak düşünmek
demektir. Düşünemeden şüphe duymak da imkânsızdır. Demek ki düşündüğüm kesinse,
düşünen bir varlık olarak var olduğum kesindir.”
Ve sonuç… “Düşünüyorum o
halde varım.”
Descartes, şüpheyi doğru
bilgiye ulaşmada bir araç olarak kullanmış. Amacı hiçbir şekilde kuşku içermeyecek
kesin bilgiye ulaşmak olmuş. Buradan hareketle mutluluğu
elde etmenin yolları için de şu öneride bulunmuş;
*doğruyu istemek,
*doğruyu net olarak
bilmek,
*imkansız şeyleri yok
saymak.
Uzmanlar şüphenin bir
tavır olarak felsefenin ruhunda bulunduğunu ve her filozofun felsefik bir tavır
olarak şüpheci olduğunu belirtiyor. Yeni düşünceler birbirini izlerken, mevcut
bilgilerin doğruluğundan şüphe edilmesi; insanları daha çok düşünmeye ve
araştırmaya yöneltiyor. Farklı topluluk veya kültürlerin farklı
"doğru" görüşlerine sahip olduğunun da altı çiziliyor. (devamı 2/2 ‘
de)
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
26.05.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder