24 Eylül 2009 Perşembe

D-A-Y-A-K


Dayak... Acımasızca birbiri ardına indirilen darbeler...

Her bir vuruşta kadına ezilmişliğini yeniden hatırlatan, saygınlığını ayaklar altına alan, kadın olduğuna bin kere pişman ettiren darbeler...

Her dayak olayında; kadının gözyaşları ezilmiş etlerine, kanamış dudaklarına, morarmış kollarına düşerken yüreğini her defasında bin bir parçaya böler. Çıkmayan sesiyle haykırır sessizce, yataklarında uyuyan çocuklarını uyandırmamak, eşine saygısızlık yapmamak adınadır tüm haykırışları... Ne saygıda kusur etmiştir eşine yıllarca, ne de onu utandıracak bir hareketi olmuştur. Peki ama bu dayaklar niye? Haftada bir, bazen gün aşırı, bazen de her gün her gece tekrarlanan bu kahredici eziyetler ne içindir? Sorular hep kendi içinde, kendi dünyasında kalmıştır bunca yıl; aynen sessiz haykırışları gibi. Ama öyle anları olur ki, tek başına dayak yediği zamanları ister yürekten. Çünkü kendini ancak attığı dayaklarla, ezdiği yüreklerle, akıttığı gözyaşları ile büyük ve güçlü hisseden eşi hırsını alamayıp çocuklarını da dövmektedir kendisiyle birlikte. İşte o zaman, tüm dayakları, tüm eziyet ve hakaretleri kendisi duysun, görsün ister çocuklarını korumak adına. Yeter ki canından çok sevdiği masum yavruları üzülmesin, minicik yürekleri acılarla tanışmasın diye.

Ayaklarının altına cennet serilesi kadınlarımız, analarımız, kardeşlerimiz, yakınlarımız, tanıdıklarımız, tanımadıklarımız... Ne yazık ki büyük bir çoğunluğu bu eziyetle ve dayak şiddeti ile karşı karşıyadır. Aralarında yüksek öğrenim görmüş, okumuş yazmış insanların da olduğu, hatta sayılarının azımsanmayacak kadar fazla olduğunu düşünecek olursak; vay bizim halimize!

Bu nasıl bir duygu, nasıl bir düşünce tarzıdır ki, bir insan bir başka insana hem de kendinden daha güçsüz, savunmasız bir varlığa el kaldırabiliyor, etlerini çürütene kadar dövüp ertesi gün de hiçbir şey olmamış gibi yüzüne bakabiliyor. Bu nasıl bir ruh halidir ki, güçsüzlere uyguladığı şiddetle güç kazandığını, büyük daha büyük olduğunu hissedebiliyor.

Nedeni ne olursa olsun, dayak asla savunulamaz, şiddete arka çıkılamaz. Dayak ve şiddet uygulayanlar insan olamaz.

Gün geçmiyor ki, haberlerde bir aile bunalımından, bir dayak olayından bahsedilmesin. Nedir bu? Biz Türk toplumu olarak neden bu kadar önyargısız, bu kadar acımasız, bu kadar güç sergiler bir kimliğe büründük? Nerede hata yaptık? Çocuklarımıza ilk yaşlarından itibaren verdiğimiz eğitimlerde önce insan olmayı, önce insan ve tüm canlıları sevmeyi, sevgimizi cesaretle gösterip sergilemeyi, paylaşmayı, kısacası “adam gibi adam” olmayı gösterebilseydik tüm bunlar olur muydu dersiniz? Bence hayır.

Dayağın, ezilmişliğin, savunmasızlığın, çaresizliğin olmadığı bir dünyaya merhaba demek üzere...

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
27/05/2003

Eğitim Sisteminde Tehlike Çanları


Nüfusumuzun yarıdan çoğunu oluşturan gençliğimizin eğitim sisteminde yaşadığı zorluklar, aksaklıklar ve onun etkileşimleri… Okul çağına gelir gelmez başladıkları yoğun koşuşturma içinde, başta anne ve babalarının, ardından kendi seçimlerinin kurbanı oluyorlar ister istemez.

Seçmek zorunda bırakıldıkları okullarda belkide adını daha önce hiç duymadıkları mesleklerde bilgi sahibi olmaya çalışıyorlar. Gençliklerinin o en güzel yıllarını bu uğurda harcarken , bir daha asla geri gelmeyecek çocukluk ve gençlik yaşlarını kaybediyorlar habersizce. Yoğun bir yarış, yoğun bir koşuşturmanın ardından aslında her şeyden habersizce hayata atılıyorlar.

Yanlış nerede? Yanlış çocuklarımızın böyle bir düzen içinde kalmalarına izin veren ve bunlara acımasızca boyun eğen biz büyüklerde mi? Her sene kendi bildiği doğruları uygulamakta kararlı devlet büyüklerinde mi? Her sene deneme tahtasına çevrilen okul eğitim programlarında mı?

İster öğretmen, ister okul sahibi, ister anne baba olalım; sorumluluğumuz her ne şart altında olursa olsun önce çocuklarımızın geleceğini korumak olmalı bence. Çünkü onlar bizi yarınlara taşıyan güzelliklerimiz… Aslında büyükler olarak çocuklarımızı, gençlerimizi çok seviyoruz ama onlara sevgimizi dile getirmenin yollarını ne yazık ki yanlış yerlerde arıyoruz. Onlara yapılacak en büyük iyilik belki de bir an önce eğitim sistemindeki aksaklıklara dur demek, yanlış eğitimi kökünden tamamen değiştirmek. Değiştirmek yolunda ilk adımları desteklemek öncelikle.

Çocuklarımıza güvenli ve mutlu bir gelecek hazırlamak adına biraz özveri, biraz gayret göstermek gerekli. Onlar için yapılan hiçbir şey karşılıksız kalmayacaktır. Geri dönüşleri katlanarak olacak, hem çocuklarımız ve gençlerimiz hem de bizler daha uygar bir ülkeye hep beraber kavuşmanın keyfini yaşayacağız. Ama bunun için bizlerin biraz fedekarlıkda bulunması gerekli. Ne yazık ki bu sistem böyle devam ettikçe, lise ve üniversite kapılarında giremeyenlerin, istemedikleri üniversitelere girip mecburen okuyanların, mezun oldukları halde işsiz olanların sayısı alabildiğine artacaktır ülkemizde.

O halde eğitim basamağında sağlam ve emin adımlar atmamızın zamanı çoktan gelmiştir, hatta geçmektedir.

Gelin el ele verelim ve eğitimdeki düzensizlikleri, yanlışlıkları ve adaletsizlikleri beraber düzeltelim.Yaşam pınarımız çocuklarımız, pırıl pırıl gençlerimiz ve ülkemiz için…

Sevgiyle kalın

Belgin ERYAVUZ
19/08/2003
Kıbrıs

Tüm Sabahlarım Senin Olsun


Sabahları pırıl pırıl yeni bir güne merhaba demek... Dün için, geçmişte yaşananlar için yapacak bir şeyimiz olmadığını düşünecek olursak, her yeni gün, her yeni sabah bize yepyeni güzellikler sunmaya hazırdır. Yeterki kıymetini bilelim, hayatımızın en güzel anının yaşadığımız şu an olduğunun farkına varalım ve her yeni günün yepyeni umutlarına gülerek “merhaba” diyelim.

Dün bitti, acısı tatlısı ve bize yaşattıkları ile bir daha yaşanmamak üzere geçip gitti; istesek bile onu geri getirmemiz mümkün değil. Eğer dünle ilgili pişmanlıklarımız, keşkelerimiz varsa onlar içinde yapacak hiçbir şeyimiz yok artık. O halde dün için, geçmiş için yaşamak niye? Tüm hayalkırıklarımız, tüm kırgınlıklarımız, belki özlemlerimiz... herşey geride kaldı.

Ama bugün, bu yepyeni sabahla başlayan günde... yapacak öyle güzel şeylerimiz varki... İsteklerimizi, umutlarımızı gerçekleştirebileceğimiz, tüm güzelliklerin farkına varabileceğimiz, yaşayıp, yaşatacağımız.

Her yeni gün doğumuyla birlikte, sabahın ilk ışıkları bize öyle hoş güzellikler sunar ki aslında. Önemli olan bunun değerini bilmekte galiba. Eğer önemsemezseniz, her yeni başlayan günün sizin için bir nimet olduğunun farkına varamazsanız bu yazıların size birşey ifade etmesi çok zor. Ama birgün için, yepyeni güne herşeyi sil baştan yaparak, gülerek ve tüm güzellikleri hissederek başlarsanız eğer; diğer günlerin bunu izlememesi için hiçbir sebep yok inanın buna.

Bir çoğumuzun yaptığı gibi pişmanlıklarla, keşkelerle ve dünle yaşamak yerine, yeni sabahlarınızın kıymetini bilin. Her yeni sabahı güzelliklerin başlangıcı olarak kabul edin. Hatta bu güzelliğin kalıcı olması adına, tüm güzel sabahlarınızı, bir öpücük kadar yumuşacık sabah aydınlığınızı sevdiklerinize armağan edin. Bu öylesine güzel bir armağandır ki aslında, kıymetini ancak çok sevenler bilir. Çünkü bu içi güzelliklerle, yoğrulmuş sevgilerle dopdolu içiçe geçmiş kocaman bir hediye paketidir. Her bir paketin açılışı ile ortaya saçılan güzellikler sizle sevdikleriniz arasında asla yıkılmayacak köprüler oluşturur; unutulmazı yaşattırır, günler ve geceler boyu.

O halde sabahlarınızın yepyeni güzelliklere yelken açtığı, sizi bilinmez yeni ülkelere götürdüğü, hoş sürprizlere hazır olun bundan böyle. Güzel düşünceler, güzel ve olumlu düşünceleri de beraberinde getirir. Bu öyle hoş ve gizem dolu bir duygu yumağıdır ki, içinde karamsarlıklara asla yer yoktur. Karamsarlıktan uzaklaştıkça, pozitif enerjinin tüm benliğinizi alabildiğine sardığını, içinizi dingin bir güzelliğin kapladığını şaşırarak göreceksiniz.

Tüm güzel sabahları yepyeni umutlarla karşılamanız, sabahlarınızı hediye edeceğiniz dostlarınızı bulmanız ve onları ömür boyu kaybetmemeniz dileği ile.

Sevgiyle yepyeni sabahlara.

Belgin ERYAVUZ
20/08/2003

Bu Sonbahar Gülümse!..


Her sonbaharın aksine; bu sonbahar mutluluk mevsimi olsun hepimiz için. Hüzünlere, gözyaşlarına, sıkıntılara veda ettiğimiz, romantik ve büyülü bir mevsim…

Sararan yapraklar ayaklarımıza dolandığında, içimiz biten yaz mevsiminin hüznü yerine başlayacak büyülü bir mevsimin coşkusuyla kıpırdansın. Bugüne değin bulamadıklarımızı bulacağımız, erteleyip yapamadıklarımızı hayata geçireceğimiz, albenili sürprizlere davetkâr bir mevsim…

Neden mi? Her şeye rağmen; tüm ekonomik güçlüklere, bozulan dengelere, dünyadaki karışıklıklara ve huzursuzluklara rağmen hayata direnmek için.

Neden mi? Güçlü olduğumuzun farkına varıp, kışa daha sağlam girebilmek için.

Neden mi? Önümüzde yaşayacağımız daha kaç sonbahar mevsimi olduğunu bilemediğimiz için.

Neden mi? Bu sonbahar mevsimine sağlıkla kavuşabildiğimiz için aslında ne denli şanslı olduğumuzun farkına vardığımız için. Bundan daha güzel bir gülümseme sebebi olabilir mi?

Üstelik her sonbaharda gülümsemek için özel sebepleri var hepimizin. Farkına varmasak da, değerini yine sonradan anlayacağımız yığınla sebep. Küçük ya da büyük, önemli ya da önemsiz… ama var ve inanın bana küçücük bir neden bile yeterli bu gülümsemeye katılmak için.

Kimimizin dünyalar kadar sevdiği çok özel insanlar bu mevsimde doğdular; kimimiz heyecanla beklediğimiz okullara bu aylarda başladık; kimimiz böylesi mevsimlerde hayat arkadaşımızla yollarımızı birleştirdik. Hepsi tebessüm etmeye yetecek kadar anlamlı. Evet belki de kimimiz yine bu aylarda yitirdik sevdiklerimizi; son kez gördük canımızdan çok sevdiklerimizi; heyecanla başlayan evliliğimiz soğuk bir mahkeme odasında son buldu belki de. Ama olsun. Hayat zalim olsa da bizler güçlüyüz… sanılanın aksine çok güçlüyüz. İçleri hüzünle dolu olsa da bunlar için de tebessüm etmeliyiz, bize yaşattırdıkları tüm güzel anıların hatırına. Hatta bence, bu çok daha kıymetli bir tebessüm olmalı diğerlerinin yanında.

Yıllar birbiri ardına geçerken hızla, yarışırcasına; sonbahar mevsimi geldiğinde içime hüzün damlacıkları düşerdi benim bugüne değin; nedenini tam olarak bilemediğim garip bir yalnızlık duygusu kaplardı etrafımı, ürperdim belli belirsiz. Yaz aylarını, sıcağı, güneşi, en çok da denizi sevdiğim için belki de. Ama bu sonbahar faklı düşünmek istiyorum. Çünkü bu mevsiminde heyecanla beklenecek yanları olduğunu biliyorum. Bulutlarla köşe kapmaca oynayıp arada bir içimizi ısıtan ve bizi gülümseten güneşin değerini daha iyi anlıyoruz bu aylarda. Tıpkı rengârenk çiçeklerin, yemyeşil ağaçların ve tüm yitirdiklerimizin değerini anladığımız gibi...

Düşünsenize her mevsim bir ilkbahar ya da yaz olsaydı hayatımız çok daha durağan ve tek düze olmaz mıydı sizce de? Oysaki konumumuz gereği öylesine cennet bir ülkede yaşıyoruz ki… her mevsimin, her ayın rengi, kokusu, bereketi bir başka. Neredeyse tüm dünyayı kıskandıracak kadar güzel bizim ülkemiz.

Düşünüyorum da aslında sonbahar; diğer mevsimlerin aksine, duygu ve düşüncelerimizde hata yapma oranının en az olduğu zamanlar. Öyle değil mi? Kışın yorgunluğunu ve stresini, ilkbaharın hercai koşuşturmalarını ve heyecanlı bekleyişlerini, yazın tatlı kaçamaklarını bir yana bırakıp daha dingin bir beden ve ruhla karşılıyor pek çoğumuz bu sonbaharı. Ne dersiniz? Hayatımızla ilgili bir takım kararlar veriyor, ideallerimize ilişkin yeni atılımlara güvenle başlıyor ve “kocaman bir merhaba” eşliğinde sonbaharın tadına doyulmaz ayları ile kucaklaşıyoruz.

Gülümseyelim, boş vermeden… inatla gülümseyelim ki sonbaharın geçip gidecek her ayında güzellikler bizleri bulsun. Bulsun ki kış ayları geldiğinde, içimiz gökyüzünden usul usul süzülen o bembeyaz kar taneleri kadar hafif olsun.

Her daim gülümseyeceğiniz nice güzel sonbaharlara…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
15.09.2009

15 Eylül 2009 Salı

Saygının Sevgiye Açılan Yolları


Saygı duymak... Çocuklarımıza verebileceğimiz erdemlerin en kıymetlisi, en nadide olanı ve ne yazıktır ki en az bulunanı. Çünkü saygı her şeyin neredeyse temel taşı. Çünkü saygıyla başlayan her şey daha düzeyli, daha oturaklı, daha sağlam temeller yaratıyor hemen her yerde; hayatımızda, toplum içindeki ilişkilerimizde, sosyal çevremizde, iş ve aile yaşantımızda, kısacası aklımıza gelebilecek her türlü platformda.

İnsanın kendi yaşantısına saygı duyması ile başlıyor her şey aslında. Çünkü kendine saygısı olan insanlar, çevrelerindeki diğer insanlara, dostlarına aynı saygıyı hissettiriyorlar. Saygı bir mesafe mi? Hayır, asla. Çünkü saygının sevgiye açılan yolları o kadar güzel ki...

Birbirlerine önce saygı duyan, kişiliklerine, duygularına, konuşmalarına, hal ve tavırlarına saygı çerçevesi içinde değer veren kişiler saygının o güzelim sevgi yollarını çok derinlerde keşfediyorlar birlikte, karşılıklı. Belki ilk başlarda erişilmesi zor, geçit vermez bir aralık gibi olsa da, bir takım şeylere katlanarak o tünelden geçtiklerinde önlerinde yaşanılası hayattaki pırıl pırıl bir dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi, yakınlaşmayı ya da aşkı yakalıyorlar. İşte o andan sonrası gittikçe katmerleşen, asla bozulmayan sımsıkı ve sıcak ilişkilerin yepyeni başlangıcı oluyor. Bu kadar güzelliği yaşamak ve yaşatmak varken, daha ilk anlarda saygıyı umarsızca harcamak, yok saymak, yok etmek niye? Evliliklerde karşılıklı saygı varsa eğer, sevgi ve aşk sizi hiçbir zaman terk etmeyecektir , buna inanın. Bakışlarımızda saygıyı konuşturabiliyorsak eğer; bir kadına, bir engelliye, bir hastaya yada kendimizden herhangi bir şekilde farklı olan birine acıtmadan, kırmadan, kızdırmadan bakmayı biliyorsak eğer, bu saygıyla yaklaşımın gizemini yakaladığımızı gösterir. İlk temas olan gözlerle başlayan bu sınırlama, daha sonraki tüm yaklaşımları daha o anda pozitif yöne doğru çevirecektir gizli gücüyle. Karşılıklı konuşmalarda saygı duyabiliyorsak eğer hem kendimize, hemde karşımızdakine o zaman konuşmalarımız hep yapıcı olacaktır, yıkıcı olmak, kalp kırmak yerine. Bizden küçüklere, çocuklarımıza, onların haklarına saygı duyuyorsak eğer, bizde aynını fazlası ile onlardan görürüz. Bundan güzel şey var mı dünyada? Karşımızdaki kişi, statüsü, yeri, konumu, yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun herkese saygı duyar ve hissettirirsek eğer, onlarda size aynı şekilde yaklaşacaklardır. Bu aynen bir aynanın yansıması gibidir. Saygıyla yaklaştığınız bir insandan size kötülük gelmesi düşünülecek en son şey olmalıdır belki de.

Saygıyı öğrenmek, saygıyı öğretmek, öğrendiğimiz saygıyı uygulamak ve bize yansımalarını görmek... Bunun kolay olmadığını biliyorum. Ama hayat dilimi içinde, bize düşen görevlerde kolay olan ne var ki? Hem zor olanı başarmak, o hazzı, o tadı yakalamak hepsinden güzeli değil mi aslında.

Saygının sevgiye açılan yollarında buluşmak dileği ile, saygıyla kalın.

Belgin ERYAVUZ
15/07/2003

Mutluyum Diyebilmenin Keyfi


Nefes aldığımız her an, her dakika hatta her saniye mutluyum, hem de çok mutluyum diye haykırabilmek. Ufacık güzelliklerden, minicik olaylardan kendimize mutluluk payı çıkarabilmek, bunu kendi iç dünyamızda hissedip, etrafımızdakilere de hissettirebilmek...

Aslında uygulaması son derece basit gibi görünen ancak pek çoğumuzun bildiği halde yapmadığı, belki de yapamadığı o şahane güzellik. Güzellik diyorum, çünkü mutluğunun farkına varan insanlar, çevrelerine de öyle hoş bir pozitif enerji yayıyorlar ki...Onlarla olmak, onlarla konuşmak, hele hele bir yaşamı onlarla paylaşabilmek dünyanın en güzel duygusu. Eğer o derece şanslı bir insansanız sizden daha mutlusu var mıdır acaba dünyada? Çünkü hayat görüşü böylesine pozitif enerji yüklü insanlar, siz ne kadar karamsar olursanız olun, size de pozitif enerji yükleyeceklerdir. Sizde bir süre sonra hayata bakış açınızın, olaylara yaklaşım tarzınızın ister istemez değiştiğini gözlemleyeceksiniz, çevrenizde pozitif dalgalar yayan ve aranan bir insan olacaksınız. Bu ne güzel bir keyif değil mi? İnsanın kendisindeki pozitif gelişmeleri gözlemleyebilmesi...

Pırıl pırıl bir yaz güneşi teninizi ısıttığında, lapa lapa yağan kar bir anda etrafı bembeyaz yaptığında, minicik bir bal arısının çiçekten çiçeğe koştuğunu gördüğünüzde, kulaklarınıza çok eskilerden maziyi hatırlatan bir melodi çalındığında, çoktandır görmediğiniz bir dostunuzdan haber aldığınızda, birine şu yada bu şekilde yardım ettiğinizde karşılığındaki o sıcacık teşekkürde içinizde tarifi zor mutluluk dalgaları oluşacak ve vücudunuzun her yerinde gezinerek, kalbinize gönderdiği sinyallerle size ne kadar mutlu olduğunuzu anımsatacaktır. Bu hoş duyguları hiç çekinmeden sizde etrafınızdaki dostlarınızla paylaşın. Onlarında ufacık olaylardan mutlu olmasına, en azından hayattaki güzellikleri fark etmelerine yardımcı olun. Kazanılan her mutlu insan, çevremizde , yaşantımızda güzel bir tebessüm demektir. Her güzel tebessüm ise mutlaka yenilerini oluşturacaktır. Minicik bir gayretle bunu başarmak mümkün, yeter ki gönülden isteyelim. Bir insanın yaşamının herhangi bir anında durup “Tanrım ben ne kadar mutluyum” demesi kadar güzel bir şey yoktur yaşamda. O halde şimdi durmak niye? Hayat denen o kısacık anda yaşanacak ve yaşattırılacak güzel keyiflere yelken açalım.

Mutluyum demenin keyfini yaşayan insanlardan biri olmanız dileği ile, her daim mutlu kalın.

Belgin ERYAVUZ
18/08/2003-Magosa


NOT: "Belgin ERYAVUZ ' un bu köşe yazısı Kore'de FELSEFE olarak kabul edildi."

Türkiye-Kore Dostluk forumundaki paylaşımcılara ve ismini bilemediğim Koreli yazara sonsuz teşekkürlerimle...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Yalnızlık ve Düşündürdükleri


Yalnızlık öyle bir kavramdır ki...Gerçek yalnızlığı yaşamadan, tatmadan anlamak da anlatmak kadar zor gelir insana.

Günler geceler boyu duyguların birbiri ile çarpışır durur sanki hiç bitmeyecekmiş gibi. Dile gelir pek çok söz, ama karşında duygularını paylaşacak, dertleşecek birini bulamazsın.

Çevrende bir sürü insan vardır var olmasına ama sen yine de bu kalabalık içinde kendini yalnız, yapayalnız hissedersin. Öyle birisini istersin ki o kalabalık arasından seni elleriyle çekip çıkaracak, içindeki yalnızlığı alıp duygularını çoşturacak. Seni anlayacak, seni dinleyecek, yorumlarına yorum katacak , seninle her şeyi paylaşacak. Sana yaşadığını hissettirecek, bazen pembe bulutlara götürüp uçuracak kanat takmışcasına; bazen de deniz kenarında dalgalarla yarıştıracak heyecanı ile. Gerçek anlamda dostun olacak senin, tüm sırlarını paylaşacaksın onunla, hiç bir şeyin gizli kalmamacasına anlatacaksın her şeyini... Sonra sende onu dinleyeceksin, dertleşeceksin sabahlara kadar bazen. Derdine derman olabildiğini gördüğünde içini öylesi bir huzur kaplayacak ki, sen bile şaşıracaksın tüm bunlara. Belki de hayıflacaksın dostunu neden daha erken tanıyamadın diye. “Olsun” diyeceksin kendi kendine, ”yine de geç sayılmaz şu anı yaşıyorum, artık hiç yalnızlık hissetmiyorum ya.“

Hayat çok zalimdir. Düşüncelerin söz olur dile gelir, kaygıların yağmur olur üstüne yağar, sıkıntıların seni boğar, yaşamdan kopma noktasına gelirsin kimi kez. Şaşkın gözlerle bakarsın hayata, anlamaya çalışırsın yaşadıklarını. Tam olarak anlayamamak öylesine üzer ki seni. Nefret edersin bir anda her şeyden. Birdenbire yükselen yalnızlık tohumları ardı ardına patlar içinde, durduramazsın.

İyi düşünmeye çabalarsın, çünkü bilirsin ki, iyi düşünürsen sen de pozitif olabilirsin, ama elinden gelmez bir türlü. Olumsuz düşüncelerin her yalnızlığında seni teslim alır, egemenliğini hissettirerek hem de. Affedemezsin hiçbir şeyi. Hep aklının bir köşesine takılmış kalmıştır sana yapılan kötülükler; bağışlayamazsın. Oysaki bilirsin bağışlamak büyüklüktür, saygınlıktır. Ama başaramazsın. Düşüncelerinin aksine daha da artmış olarak için bilenir. Zararı sadece kendinedir ama, engel olamazsın ki farklı düşünmeye. Karamsarlık bedenini sarar, ruhunu esir alır, boğar sanki seni kalabalık yalnızlığında.

Öyle bir an gelir ki; gözlerin gökyüzündeki masmavi bulutları göremez, kulakların kuş cıvıltılarını duyamaz olur.

Duygularında, yaşadıklarında en dip noktalarda olduğunu anlarsın.

Oysaki yaşam yanı başındadır; sana sadece yaşamı fark edip, dostça uzatılan ellere sarılman kalır. O dost ellerle yalnızlığını bir bıçak gibi kesip atarsın içinden. Artık karamsarlığın yerini çoşkuya ve hayata sıkı sıkı sarılmaya bırakır kendini. Gözlerin ışıl ışıl bakarsın etrafına. Tıpkı düşlerinde yaşattığın , olmasını istediğin gibi. Kimbilir belki sende, senin gibi yalnız birine dost elini uzatır, onu bulunduğu o koyu karanlık noktadan çekip çıkarırsın günün birinde.
Haydi bırakın artık çok yalnız olduğunuzu düşünmeyi, bakın ne çok dost eli uzanmış size, kavrayın sıkıca onları. Öyle sıkı sımsıkı sahiplenin ki hayata, bir daha asla yalnız kalmayacağınıza inandırın bundan böyle kendinizi ve çevrenizdeki yalnızları.

Unutmayın sakın, yalnızlık ve karamsarlık gelip geçicidir. Bakmayı bilirse, bakıp da görebilirse insan; inanarak ve severek, karşılığını mutlaka alacaktır. Çünkü asıl olan yaşanılası hayattır, o hayatın içinde bizim gösterdiğimiz iyi yaşam savaşıdır. Bir kez, sadece bir kez daha görmeyi deneyin etrafınızdaki güzellikleri. Size uzanan o dost elleri; belki yeni açmış bir çiçekte, belki pencerenize sabah erkenden konmuş bir güvercinde, belki bir müziğin sizi çağıran sözlerinde, belki de hiç tanımadığınız bir çocuğun size gülen gözlerindedir. Görün onları, hissedin varlıklarını, hayatı ve her şeye rağmen yaşanılası dünyayı...

Dostluklarla çevrili, yalnızlığın hissedilmediği bir dünyada size uzanan dost ellerin sayısının artması dileği ile...

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
Mart 2003

Tutkuları İçinde Saklı Gecenin Yegane Rengi - MAVİ!


Bir renk düşünüyorum duygularımızı anlatacak, hislerimizi açıklamamıza yardım ederken sırrını, gizemini içimde saklayacak. Öyle bir renk olmalı ki bu, her duruma, her koşula, üzüntü, sevinç, keder ya da mutluluk tüm duygulara eşlik edecek. Öyle bir renk olmalı ki, hemen her yerde bulunacak. Her bir bakışta tonlarını konuşturacak. Bazen bir beyazla birleşip en açık halini alırken, bazen en koyusu olup, gizemi ile ağırlaşacak. Baktıkça bakası gelecek insanın; baktıkça yeni pencereler, yeni dünyalar açılacak içimde sessizce, derinden...

Baktıkça insana huzur ve dinginlik verecek, ferahlatacak içini. Arzulanacak delicesine, hep istenecek, biraz deli, biraz çılgın olacak ama masumiyetini her daim koruyacak. Uyumlu olacak, sevgiyle bakan gözlerdeki ışıltıyı heyecan damlaları ile gerisin geri verecek. Paylaşmaya açık olacak, diğer renklerle hoş alternatifler yaratacak. Gün ışığındaki tadına doyulmaz güzelliğini, gece ay ışığındaki büyüsünde hissettirecek. Öylesine alımlı bir renk olacak. Diğer renkler alınmasınlar ne olur. Ama bu duygulara en çok yakışan renktir MAVİ. Mavi hayallerin rengidir. Mavi rüyalardadır. Mavi hayallerin gerçekleşeceği tek renktir.

Başınızı kaldırıp gökyüzüne bakın bir bahar sabahı. Öyle bir mavi ile karşılaşır ki gözleriniz, tüm bedeninizi sarıp sarmalar aniden. Yüreğinizi kıpır kıpır ettiren duygularınız alevlenir, sizde evreni kucaklamak istersiniz kollarınızla evreni ve sevdiklerinizi.

Bir yaz günü sahilde, minik çakıl taşları ile oynaşan denizin rengine ne demeli peki? Her bir noktada, her bir uzaklıkta değişen renk ahengi ile size kademe kademe hislerinizi konuşturmak için ön ayak olmuştur adeta. Tutkularınızın sıcaklığı tüm bedeninizi sarıp dayanamaz hale geldiğinde ise serin bir mavilik sizi yeniden doğmuş gibi yapacaktır. Yeniden doğuşun güzelliği içinizdeyken dalarsanız derinliklere daha da koyu ama bir o kadar da serin maviler karşılayacaktır sizi. Yer yer içiniz ürperse de hoşunuza gidecektir bu durum. Biraz sarhoş, biraz tutuk ama mutlu bir yorgunluktur bedeninizdeki.

Gecenin kopkoyu karanlığında yalnız bir başınıza kalırken duygularınızla, yine mavi en dayanılmaz rengi ile size eşlik edecektir masumca. İşte mavi o anda size yıldızların parıltıları ve ayın büyülü ışığı ile aslında yalnız olmadığınızı haykıracaktır sessizce. Gözleriniz yıldızlardayken, diliniz konuşmasa da konuşan yüreğinizdir o anda. Öyle gizemli bir büyü ile yollar ki mesajlarınızı sevdiğinize, aşkınıza ya da özel dostunuza. Geri dönüşlerini kalbinizde hissedersiniz yürek çarpıntılarınızla birlikte yine son derece masumca. Mavi öyle bir renktir işte. Size huzur ve dinginlik verirken, hislerinizin en güzel tercümanı olur. Gözlerinizin ışıltısı, yüreğinizin çarpıntısına eklenirken; bir avuç su uzatsa sevdiğiniz size.. Sevilen kişinin avcundan içilen bir yudum su gibi içiniz hep aydınlık kalır bu renkle. Nasıl doyamazsanız o bir avuç suya ve en güzel tatlılardan bile daha tatlı gelirse o suyu içmek; işte renklerden mavi de öyledir. Baktıkça bakasınız, daldıkça dalasınız gelir... derinlere çok daha derinlere... Taa ki hayal dünyanızın bile hayal edemediği o gerçeği yakalayana değin.

Maviliklerde huzur ve dinginliği yakalayanlar ve hayal kuranlar için...hayallerine bir gün kavuşmaları dileği ile...

Sevgiyle kalın

Belgin Eryavuz
12/06/2003

Paylaşabilseydik Herşeyi...


Doğduğumuz andan itibaren bize yakıştırılan bir kimlikle büyüme çabasındayız. “Ben” duygusunu belki de daha o ilk saatlerimizde alıyor ve öyle bir içimize sindiriyoruz ki; büyüyüp yetişkin bireyler haline geldiğimizde ne yazık ki toplum içinde yaşadığımızı, bazı şeyleri paylaşmamız gerektiğini unutuveriyoruz.

Konuşurken, yürürken, araba kullanırken, yemek yerken, sıraya girerken, sinemada, kafede hep “önce ben“ diyoruz. "Önce ben konuşmalıyım, en önde ben olmalıyım, en iyisini ben yemeliyim, en güzelini ben giymeliyim, en çok ben sevilmeliyim, en iyi arabaya ben sahip olmalıyım..."

Neden? Çünkü çocukluktan itibaren aldığımız eğitimde bir şeyler yanlış verilmiş çoğumuza. İlk tembihler, ilk uyarılar hep bu yönde olmuş. Önümüzdeki ilk örnekler anne ve babalarımız bize en doğruyu verdiklerini zannederken, bencilliğimizi pekiştirmişler çoğu zaman. Eşyalarımıza sahip çıkmamız gerektiğini öğretirken belki de dozunu kaçırmışlar bir parça. Sonunda yetişkin bireyler olup da bir hayatı paylaşmaya kalktığımızda (bencilliğimizin önümüze hep bir duvar gibi dikildiğini göremeden) başka şeylerde aramışız suçu, en çok da karşımızdaki insanda.

“Önce ben, en değerli ben” egomuz öylesine ağır basmış ki, sevgimizi yaşar ve yaşatırken sevdiklerimize, düşünce ve isteklerine kayıtsız kalmışız çoğu kez.

Oysa ki paylaşmak, her şeyi, aşkı, sevgiyi, okunulan bir kitabı, müziği, emekle pişirilen bir yemeği, uzun bir kuyruğu, üzüntüyü, beklemeyi, ... ne kadar da önemlidir.

“Ben” egosundan uzakta; sevgiler paylaşıldıkça artacak, üzüntüler paylaşıldıkça azalacaktır. Upuzun kuyruklar paylaşıldıkça kısalacak, güzel bir müzik paylaşıldıkça daha da güzelleşecektir. Düşünsenize bir kez; duygu silsilesi yüklü bir şiiri karşınızdaki kişi ile paylaştığınızı... Mısralardaki her bir sözcük ikinizi birden sarıp sarmalarken sizleri hayal dünyanızın doruklarına ulaştırır. O anda gördüğünüz rüyadan uyanmak istemezsiniz.

Önce “ben” değil, önce “biz” dediğimiz sürece dostluklar gerçek dostluğa, aşklar tutkuya, evlilikler ise muhteşem birlikteliklere yelken açacaktır sessizce. Denemek için ne duruyoruz öyleyse, haydi paylaşmaya...

Sevgiyle kalın

Belgin Eryavuz
26/05/2003

Müziğin İçimizi Ürperten Nameleri

Ruhumuzu besleyen, kulaklarımızdan kalbimize akarken duygularımızı okşayan o güzel melodiler. Müziğin vazgeçilmez tadı. Hislerimizin tercümanı, duygularımızın aynası. Taşıdığı derin anlam yüklü sözleri ile bütünleştiğinde bazen içimizi titreten, bazen gözlerimizi yaşartan, bazen de bize enerjilerin en çoşkununu yaşatan müzik. Türü, ezgisi, melodisi, sözleri her ne olursa olsun müzik ruhumuzun yegane gıdası. Onsuz bir yaşam düşünülemez bile. Her yerde, her koşulda kulaklarımızın aradığı ezgiler yaşantımızın birer parçasıdır adeta.

Güzel bir melodi ile yeni güne merhaba demenin, bize yüklediği pozitif enerjinin gücü tartışmasız çok büyüktür. Her anımızda, yalnızlığı yaşarken, özlerken, düşünürken, araba sürerken, ders çalışırken, kitap okurken, yemek yerken, ev işi yaparken, bilgisayarımızın başındayken, banyo keyfimizde, sahilde deniz kenarında veya ormanda yeşillikler arasında yürürken, gece yıldızların altındayken, hatta uyumaya hazırlanırken kurduğumuz düşlerde hep müzik yanıbaşımızdadır. Müzikle doğar, müzikle yaşar ve müzikle hayata veda ederiz bir anlamda.

Gün olur bir ezgi alır götürür sizi bambaşka dünyalara, bambaşka bir yaşama belki de. Gün olur bir melodi ile hıçkırarak ağlarsınız; size hatırlattığı bir sevgi, bir özlem, çok görmek istediğiniz dostunuz ya da kaybettiklerinizdir. Gün gelir bir melodiye, sözlerine eşlik edersiniz ve içinizden gelen tüm enerji ile haykırırsınız evrene. Öyle melodiler vardır ki size, sadece size ve sevdiğinize özeldir. Belki bir armağan, belki bir anı hatırlatma, belki dile gelemeyenlerin tercümanı olan. Dinlediğiniz anda içinizi kıpır kıpır eden bu melodiler, yüreğinizin anlayamadığı gizemli tutkularınızı, o tarifi zor heyecanlarınızı gün ışığına çıkarır aniden. Aşıksanız ve delicesine seviyorsanız, ruh ikizinizi yakaladığınıza inanıyorsanız eğer; dinlediğiniz her melodi sizin şansınıza çıkmış, size özeldir adeta. Sanki sevdiğinizin dilinden en güzel sözler, en güzel melodiler eşliğinde kulaklarınızdan kalbinize akar yavaş yavaş. Böylesi bir büyü sizi sarıp sarmalarken; duygularınız derin maviliklerde altüst olacak, bir yandan gülümsetirken diğer yandan da yüreğinizde ince sızılar oluşturacaktır. Hele bir de ayrıysanız, özlüyorsanız ve sonunda kavuşamayacağınız biliyorsanız...

Müzik dünyadaki tek evrensel dildir aslında. Bir müziğin sözleri anlaşılmasa da, melodileri kalbinizin tam ortasından vurmaya yetecektir. Bestesi, sözleri her kime ait olursa olsun fark etmeyecek, aynı ölçüde sevilecektir kuşkusuz.

Müzikle dansın birlikteliği ise muhteşemdir. En güzel ezgiler, en ritmik hareketlerle vücudumuzun her bir kasına hükmeder adeta. Tangonun, valsin o büyülü atmosferi sizi dünyanın en güzel yerlerine götürür; içinizde yeşerttiği yeni lezzetlerin tarifi mümkün değildir, ancak yaşanmalıdır. Diğer yandan; güçlü bir davul sesi ile grup halinde oynanan yöresel oyunlar ise birbirine sımsıkı kenetlenen oyunculardan seyredenlere akar göremediğimiz bir titreşimle müzik sayesinde.

Bebekler henüz anne rahmindeyken dışarıdan algıladıkları melodilerle yaşama hazırlanır, doğdukları andan itibaren duydukları müziğin güzel ritmi ile rüyalar alemine dalarlar; ruh zenginliğine sahip, sevecen bireyler olarak gelişirler. Müziğin insan ruhuna verdiği huzur ve dinginlik tüm yaşantımızı olumlu yönde etkiler. Hayallerimiz müzikle daha bir anlam kazanırken, acı ve üzüntülerimiz müzikle dinginliğe ulaşır, mutluluk ve sevinçlerimiz ise müzikle öylesine çoşar ki, adeta kabına sığamaz. Bu nedenle her ne koşul altında olursa olsun müzik aranmalı, dinlenmeli ve dinletilmelidir.

Tüm dünya insanlarını barış ortamına davet eden, savaşları, çatışmaları, kırgınlıkları unutturan, aynı dilden anlaşmayı sağlayan müziğin hiç susmaması ve dinlendikçe içimize verdiği huzurun, dinginliğin, yaşama sevincinin katlanarak artması dileği ile...

Sevgiyle kalın, müziksiz kalmayın.

Belgin Eryavuz
05/07/2003

Keşke Karşımdaki İnsan Olsaydım...


Siz hiç yolda yürürken, karşınızdan gelen herhangi bir insanın yerinde olmak isteyecek kadar bunalıma düştünüz mü? Kendinizden, kimliğinizden ve her şeyden önemlisi yaşadıklarınızdan kurtulmak adına çaresiz bakışlarla insanları düşünce süzgecinizden geçirdiniz mi? O anki psikolojiniz ve ruh halinizle doğru tahlil yapamayacağınızı bile bile o anda herhangi bir insanın yerinde olup, onun sıkıntılarını omuzlamayı, böylelikle kendi dertlerinizden bir çırpıda kurtulmayı düşlediniz mi?

İnsan bazen kendini o kadar çaresiz, o kadar yalnız ve dertleriyle o kadar bunalım içinde hisseder ki; bununla başa çıkmak yerine sıkıntılarını bir nefeste yok etmek arzusu, içinde dayanılmaz bir hal alır. Öyle ki bazen derin bir uykuya dalıp uyandığında sıkıntılarının yok olacağını hayal eder; bazen de karşısında kendisini ve dertlerini hiç bilmediği bir insanla dertlerini de kabullenerek yer değiştirmeyi ister.

Halbuki her insanın kendi dünyasında yaşadığı ne sayısız derdi, ne dermansız hastalıkları, ne çaresiz acıları vardır etrafındakilere yüzü gülerken. Ama insanoğlu dert çekerken, hastayken yada acılar içinde kıvranırken bunun sadece kendi başına geldiğini düşünür. O anda kendisi dışındaki her insan son derece mutlu, sağlıklı ve dertsizdir. İşte bu yüzden hep aklında “neden ben?” soruları birbiri ardına çakan şimşekler gibi ardı ardına patlar. Başkaları yerine kendisinin en şanssız birey olarak seçildiğini düşünerek kederine keder katar bir anlamda. Ama ya diğerleri… Onun gözünde her anlamda mutlu olan, dışarıdan bakıldığında yüzleri gülen diğer kişiler… Kimi onulmaz hastalıklarla boğuşur, kimisi sevdiğinden yana dert çeker, kimisi hayırsız bir evladın kurbanıdır, kimisi işsizlikten kıvranmaktadır yıllarca.

Oysaki siz, evet siz , Tanrının sizi ve gücünüzü sınamak adına tüm dertlerin size, sadece size gönderildiğini düşünürsünüz.

Bir an için mümkün olsa insanların yer değiştirmesi; işte o zaman kendinden daha dertli birisi ile karşılaşmanın acısıyla içiniz bir başka burkulacaktır kuşkusuz. Kendi dertleriniz, dert sayıp kederlendiğiniz ve gözünüzde fazlası ile büyüttüğünüz olaylar belki de çok anlamsız gelecek; hatta içinde bulunduğunuz durumu usulca kabulleneceksiniz o zaman.

Dertler, acılar, sıkıntılar,… tümü yaşam kesiti içinde hep bizimle olacaklar.Önemli olan çekilen sayısız sıkıntının arasında yeşeren filizleri görmek, bize göz kırpan pembe bulutlara gülümseyebilmek, her zaman için kendimizin en kuvvetli kişi olduğuna yine kendimizi inandırabilmektir.

Yaşam boyu kendiniz olmaktan vazgeçmeyeceğiniz çizgilerde buluşmak dileği ile…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
19/10/2003

Bana Sevgini Göster, İhtiyacım Var Buna...


Hiç düşündünüz mü bilmem; sevginizi nasıl gösterdiğinizi, kaşınızdaki kişinin gözlerinde nasıl pırıltılar yarattığınızı. Kalbinizin sınırlarını zorlayan, tüm ruhunuza hatta bedeninize egemen olan bu güzel duyguyu hissettirebilmek de en az içinizde hissettiğiniz kadar çoşkulu olmalı. Sizden taşıp sevdiğinize akmalı. Sevginizi itina ile paketlemeli, en güzel süslerle süsleyip öylesine albeni ile sunmalısınız. Çünkü sevilen her insan böylesi bir özeni hak eder.

Duygularınız içinizde birer çağlayan misali çoşup taşarken, dudaklarınızdan çıkacak sevgi sözcükleri sevdiğinizin yüreğinde en derinlere inebilmeli, onu pembe bulutlarda gezdirip, mavi derinliklerde yüzdürmeli, hatta kor ateşte eritebilmeli. O güzelim yoğun duygularınızı paketlerken kaplayacağınız kağıt yerine gözlerinizdeki ışıltıları, paketin üzerindeki rengarenk süsler yerine yüzünüzdeki en tatlı tebessümü ekleyin.

Duygularımız sadece içimizde, kendi kendimize yaşamamız için değildir. Sevgimizi yeterince gösteremedikten, içimizdeki yoğun güzelliği paylaşamadıktan sonra ne anlamı kalır ki…

Bazen hiçbir sebep yokken vereceğiniz küçücük bir hediye, bir demet kır çiçeği , kısacık bir mesaj, anlamlı bir yazı duygularınıza öyle güzel yarenlik eder ki. Doğum günleri, sevgililer günü, tanışma günleri gibi sıradanlaşmış ve beklenti içine girilmiş günlerde değil; içinizden geldiği herhangi bir anda verin en güzel hediyenizi. Ona özel olduğunu hissettirin , her saniye düşünülmeye değer olduğunu. Şöyle bir düşünün şimdi; kaç kez başardınız bunu ya da kaç kişi size bu güzelliği yaşatabildi? Sayısı ne kadar da az değil mi? O halde hemen başlamak için ne bekliyorsunuz; hala geç değil hiçbir şey için inanın bana. “Keşke” lerinizin sayısı azalacak bu ufacık hamlelerle, ha gayret.

Süprizler yapın durduk yerde, sebepsiz şaşırtın, şımartın elinizden geldiğince. İnanın ki sevilen her insan şımartılmayı hak eder. Yeter ki sessiz kalmayın, içinizde yaşamayın en derin duygularınızı. Paylaşın, sözcüklere bindirip sevginizi gönderin sevdiğinize. Bir kere değil, iki kere değil her zaman yapın bunu. Korkmayın, gün gelirde karşılığını bulamazsanız bile en azından “keşke” leriniz olmayacak hayatınızda bunlara dair. Yıllar geçip de eskilere özlem duyduğunuzda, utangaçlığınıza, sıkılganlığınıza kızgınlık duymayacaksınız. Denedim elimden geleni yaptım diyeceksiniz cesurca.

Kıymetiniz mi bilinmedi … olsun. Gün gelecek sizinde kıymetinizi anlayacak niceleri çıkacaktır karşınıza. Siz yeter ki pes etmeyin. Sevgiyi her daim yaşatın gönlünüzde. Çünkü insan sevdikçe büyür, sevdikçe olgunlaşır, sevdikçe ve paylaştıkça hayatın zorluklarına daha kolay katlanır. Sevgi kalbinizde açan en nadide çiçektir, sakın onu soldurmayın, yaşatın ömrünüz boyunca. Aktarın sevdiklerinize, içinizdeki güzelliği paylaşın onlarla. Elinize geçen fırsatları iyi değerlendirerek ve asla ertelemeden, yarına bırakmadan. Yarın aynı şansı yakalayıp yakalayamayacağınızın garantisi yok çünkü. Zaman su misali akıp geçiyor parmaklarınızın arasından, tutmaya çalışmak nafile. Önemli olan elinizin altındayken fark edebilmek ya da başka bir deyişle yaşarken yaşıyorum ve mutluyum diyebilmek.

Bunun için sevgiyi ve sevginizi göstermenin önemi öylesine büyük ki…çünkü hepimiz ancak çok sevdiğimizde, sevgimizi sınırsız paylaştığımızda hayatın güzelliklerini, detaylardaki gizemi fark edebiliyoruz. Haksız mıyım?

Hepiniz sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
30.08.2004

5 Eylül 2009 Cumartesi

Özlemek! Tutkuyla Karışık Hüzünlü Bekleyişlerin Gizemli Dansı


Özlemek, yaşarken her nefes alışımızda içimizden bir şeyler götüren, bir şeylerin eksikliğini hissettiren, kalabalık yalnızlığımızın en yakın arkadaşı ve o tarifi zor duygu... Alışageldiğimiz hayatımızda, kurduğumuz düzenin iniş çıkışlarında adını sıkça duyduğumuz, şu ya da bu şekilde yaşamak zorunda olduğumuz, benliğimizde kimi zaman derin izler bırakan, kimi zaman onulmaz yaralar açan, hiç beklemediğimiz anda karşımıza çıkıp bizi şaşırtan, ama asla unutamadığımız hasret damlacıkları.

Uzaklardaysanız ülkenize, taşına, toprağına, vatanınızın yeşilliklerine, denizlerine, çiçeklerine, evinize özlem duyarsınız buram buram. Yakınlarınızdan ayrıysanız herbirinin kokusu burnunuzda tüter adeta. Arkadaşlarınızı, eşinizi, çocuklarınızı bazende çok özel dostlarınızı özlersiniz.

Sebebini tam olarak kendinize bile ifade edemediğiniz özlemlerinizle içiniz kavrulurken, sevginizin şiddetini hissedersiniz derinden derinden. İçinde, yüreğinize sığmayacak kadar büyük bir sevgi, gözyaşı, sabır, tutku, alışkanlık... hepsinden vardır bir parça. Biraz isyan, belki biraz korku ve tarifi zor bir iç burukluğu da eklidir bu özleminize.

Özlediğiniz her kim ise sonunda kavuşmak varsa eğer; kucaklaşmanız özlemlerinizin son durağı olacak ve beklentileriniz yerini sımsıcak güzel duygulara bırakacaktır aniden. Sevdiğiniz, özlemini günlerce, haftalarca, aylarca, belkide yıllarca çektiğiniz o güzel insanı karşınızda gördüğünüz andaki iç ürpertiniz, kollarınız boynuna sımsıkı sardığında delice çırpınışlara bırakır yerini. Yürek sesiniz kollarınıza söz geçiremez olur adeta. Sıkı, daha sıkı sımsıkı sarar ve bir daha hiç ayrılmak istemezsiniz artık ondan. İşte o an duyduğunuz o doyumsuz zevk sizi daha o anda yepyeni özlemlere hazırlar, siz farkında olmadan. Kavuşmanın hazzını, tadını ve doruklardaki sevgiyi tadabilmektir esas güzel olan, onca zaman çektiğiniz özlem olsa bile değmiştir tüm sıkıntılara ve kaygı dolu yürek çarpıntılarına.


Ama özleminizin sonunda kavuşmak yoksa, kaybedilenler varsa geride herhangi bir sebepten; işte o zaman özleminiz katranlaşmış bir macun misali simsiyah bir örtü bırakmıştır duygularınızda bir yerlerde. Hatırladığınız anda içinizi acıtan, gözlerinizi nemlendiren, pişmanlıklarınızı çağrıştıran sessiz çığlıklar kopar yüreğinizde. “Keşke” leriniz artar bir anda elinizde olmadan. Yaşadığınız anın değerini bilmediğiniz, özel dostlarınıza yeterince zaman ayırmadığınız, hayatınızın her dakikasından mutluluk payları çıkarmadığınız için hayıflanır durursunuz boşyere. Elinizden gelse zamanı geri getirmeyi istersiniz delicesine, pişmanlık duyduğunuz her anı değiştirebilmek için. Ama ne mümkün! Yaşanmış yaşanmıştır bir kere.

Özlemler hayatımızın bir parçasıdır, her an her koşulda olacaktır kuşkusuz. Asıl olan “keşke”lerin ve pişmanlıkların az olduğu özlemleri yaşamaya çalışmaktır belki de elimizden geldiğince. Ayrılıkların, yalnızlıkların ve özlemlerin kavuşma ile noktalandığı sonlarda, gülen gözlerinizi görmek ümidi ile...

Sevgiyle Kalın

Belgin Eryavuz
17/06/2003

Koşma Dur Bir Dakika!


Koşturuyoruz, delicesine.... dur durak beklemeden, hep bir sonraki adımımızın derdinde hayatı nasıl yaşadığımızı bilemeden. Gün oluyor, sabah başlayan curcuna günlük hayatın vazgeçilmez gereklerini yerine getirmeden öteye gidemeden bitiveriyor. Bir de bakıyoruz ki akşam olmuş bile. O da ne? Daha yapacak yığınla işimiz var, keşke birkaç saatimiz daha olsaydı. İnanın 24 saate sığdıramadıklarımızı ilave olarak istediğimiz o birkaç saate de sığdıramazdık. Bu döngü böyle sürüp gider, hayat bir anlamda monotonlaşmaya başlar. Her gün hep aynı şeyleri yaptığımızın farkına varırız nasılsa.

Sabah aynı saatte kalkıp hazırlanmalar, işe, okula, atölyeye koşuşturmalar yada evdeki günlük yaşam. Akşam olunca yine aynı çılgın tempo. Bir gün, yeni bir gün daha. Mutlu olup olmadığımızı, gerçek isteklerimizi bir an bile düşünmeksizin kendimizi kaptırdığımız aynı rutin tablo.

Durun bir dakika ve durup düşünün... Ne yapıyorum, neredeyim, bu koşturmacanın içinde mutlumuyum, sevdiklerime yeterince vakit ayırabiliyormuyum, ya kendi isteklerim? Hobilerim, yıllardan beri yapmak isteyip de yapamadıklarım? Suç kim de? Suç bu kısır döngü içinde insanın kendini kaybedercesine çalışmaya kaptırması mı? Yoksa içinde bulunduğumuz şartlar ve var olma savaşı mı?Aslında yanıtını vermek zor, ama bir gerçek var ki o da küçük yaşlardan itibaren ilkokul, lise, üniversite iş hayatı, evlilik, çocuk.... derken durup dinlemeksizin kendimizi bir engelli koşuda buluveriyor olmamız. Yüksek performans gösterip engelleri birer birer aştığımız sürece kendi kendimize verdiğimiz itici güçle daha çok, daha çok diyoruz. Peki ama nereye kadar? Önümüze aşamadığımız ilk engel çıkana değin bu soruyu kendimize sormuyoruz bile.

Çoğumuz büyük şehirlerdeyiz, ama o şehrin tadını yeterince çıkarabiliyor muyuz dersiniz? Sinema,tiyatro, müzikholler, sergiler, açılışlar, davetler, toplantılar... Hangisine , ne sıklıkta katılabiliyoruz ki?

Yaşamak için, toplumda var olmak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek için deliler gibi çaba gösteriyoruz. Bu arada yıllar bir su misali akıp gidiyor, farkına bile varamıyoruz. Zamanı çok çabuk tükettiğimizi en iyi çocuklarımızın büyümelerinden anlıyoruz belkide. Ama bu arada geçip giden yıllarla, eşimizi, sevdiklerimizi ne kadar ihmal ettiğimizi, evimize ve kendimize yeterince vakit ayıramadığımızı, hatta çocuklarımızın sevilesi en tatlı yaşlarını göremeden büyüttüğümüzü fark edemiyoruz.

Halbuki aşık olarak evlendiğimiz insanla bir ömür geçirip, her şeyden çok sevdiğimiz çocuklarımızı boyumuza getirmişiz. Ne mutlu bize! Ama hayatın keyfini yeterince çıkarabildik mi bu arada, bu yoğun tempoda. Yoksa ne olup bittiğini anlayamadan yıllar 20, 30, 40, 50, 60 derken geçip gitti mi? Aynaya en son ne zaman baktınız, kendinizi gerçekten görmek ve yüzleşmek için. Hayır aynalar yalan söylemiyor. Saçlarınızdaki aklar, yüzünüzdeki kırışıklıklar sizin, ama unutmayın hangi yaşta olursanız olun, o yaş en güzel yaştır ve doyasıya yaşanmalıdır.

Bugünkü aklımızla, düşüncemizle ve kafa yapımızla bir 10 yıl öncesine dönmek... Hangimiz istemez ki? Ne de keyifli olurdu böylesi, ama olanaksız. O halde hayatı yaşarken yaşayalım. Yaşarken değerini, anlamını vermeye çalışalım. Her anın , her dakikanın keyfini çıkaralım.

Çünkü insan dünyaya bir kez gelir ve önündeki sadece bir sahnelik perdedir. Ne bir fazla, ne de az, sadece tek bir sahne...Ne o siz hala koşuyor musunuz?



Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
26/05/2003

Downsendromlu Meleklerin Sevgi Dolu Dünyası

<\bp>
Herşeyden habersiz zor bir dünyaya merhaba derken kendilerine yüklenen yepyeni bir kimlikle karşı karşıyadır down sendromlu çocuklar.

Kendilerini heyecanla bekleyen anne ve babalarının yüreklerinde açılan derin izler; ilk şaşkınlık ve kabul edememe duygularının ardından yerini öylesine derin bir sevgi ve sahiplenmeye bırakır ki, işte o andan itibaren hayat mücadelesindeki ilk adımlar atılmış olur. Anne rahminin o tarif edilemez ortamında büyürken sessiz sedasız; bir şekilde hem kendi hem de ailelerinin hayatlarını tamamen değiştireceklerini nereden bilebilirler ki onlar. Belki de bilseler ve seçme şansları olsa, kendilerinden çok yakınlarını üzmemek adına doğmak ve bu zor dünyaya adım atmak bile istemezlerdi kolay kolay.

Daha doğdukları anda kendilerine yüklenen, telafuzu bile kimileri için zor olan “down sendromu” kimliğini üstlenmişlerdi bir kere. İtiraz etmeye hakları yoktu ki. Kimse onlara bir şey sormamıştı. İleride karşılaşacakları zorlukları, iç dünyalarında kopacak fırtınaları, ailelerine verdikleri sızıları, kendilerinin her zaman farklı olacağını bilmiyorlardı bile.

Ama yürekleri öyle temiz, öyle genişti ki zorluklar onları yıldırmayacak, önce ailelerine sonra da yaşadıkları topluma kendilerini kabul ettireceklerdi yavaş yavaş. Kimi zaman davranışları kardeşlerinden, oyun arkadaşlarından farklı olacak, büyüme evreleri ve öğrenme süreçleri hep emek isteyecekti kuşkusuz. Ama onlar azimliydiler. Gözlerinde öyle bir ışıltı, dudaklarında öyle tatlı bir tebessüm vardı ki, tüm engelleri aşacaklardı bir bir. Ah... birde o çok sevdikleri yakınları kendilerine biraz izin verse, verebilse ne olurdu sanki. O zaman hem özgürlüklerini yaşayacaklardı doya doya, hem de daha neler yapabileceklerini göstereceklerdi çevrelerindeki sevenlere. Çünkü sevgi dolu yüreklerinin ve eşine zor rastlanan inatçı azimlerinin elinden hiç bir şey kurtulamazdı kolay kolay. Bunları kendileri çok iyi biliyorlardı ama ya aileleri.

Kuşkusuz, aileleri onları çok seviyordu. Korumaları, bazı şeylere engel olmaları ve bir anlamda özgürlüklerini kısıtlamaları da hep bu sebeptendi. Ama onlar kendilerini farklı hissetmiyorlardı ki diğerlerinden. Anlayamıyorlardı kendilerine yöneltilen meraklı bakışları, sorulan soruları, oyunlara dahil edilmemeyi, hep ayrı, hep özelde tutulmayı.


Neden neydi ki?

Tamam belki biraz farklılıkları vardı çoğunluktan, ama bu onların tamamen yalnız bırakılmalarını gerektirecek bir neden değildi ki. İşte kardeşi toplamış arkadaşlarını güzel güzel oyunlar oynuyordu karşıda. Ama kendisi sadece seyretmek zorundaydı çoğu kez. Oyunlara dahil edilmemek, yalnız bırakılmak ona öyle koyuyordu ki. Bazen kimselerin, hatta annesinin bile kendisini anlayamadığını düşünüyordu sessiz dünyasında. Oysaki rüyalarında en güzel oyunları o oynuyordu, hiç yalnızlık hissetmeden özgürce. Ailesini, arkadaşlarını, evini, yatağını, oyuncaklarını, her şeyi ama her şeyi o kadar çok seviyordu ki. Sevgisizliği anlayamıyordu bir türlü.

Aslında anlayamadığı, kavrayamadığı o kadar çok şey vardı ki etrafında. İşte bu yüzden zaman zaman içine kapanıyor, kendi iç dünyasında duyguları ile çarpışıyor; zaman zaman da agresif olabiliyordu etrafına karşı. Ama sevdiklerini, özellikle annesini incitmeyi aklından bile geçirmiyordu.

İçlerinden bazıları çok şanslıydı, kendilerini anlayan, seven, mücadelesinde hep yanında olan ve güzel ortamlar yaratmaya çalışan birer aileye sahiptiler. Ama ya diğerleri? Sanki suç sadece kendilerindeymişcesine aileden tamamen ayrı tutulan, eğitimsizlik ve bilgisizlik nedeni ile dışlanan, terk edilen ve kaderlerine bırakılanlar... Onlar o kadar çok ki aslında.

Hepsi bizim çocuklarımız, hepsi bizim birer parçamız. Onları sahiplenmemiz, eğitim yollarını göstermemiz, yürekten sevmemiz için mutlaka kendimizde yada aile çevresindeki bir yakınımızda olmasını beklemek niye o halde?

Onlar için, yaşadıkları minicik dünyalarındaki melek kalplerini görmek için, sevmek için daha ne duruyoruz? Ulaşın bir şekilde onlara, sevin yürekten, içten sımsıcak duygularla.

Çünkü onlar yüklendikleri bu zor savaşta bizim ilgimize, sevgimize ihtiyaç duyuyorlar. Melek kalplerine sevgi damlacıkları kondurabilirseniz bir gün bir yerde; belki o zaman sizin de gözlerinize o melek gözlerin ışıltısı yerleşir. Bundan güzel sevgi alışverişi olabilir mi dünyada?

Sevgiyle, meleklerimizi sevmeye.

Belgin Eryavuz
2003
NOT: Güzel resimleriyle yazıma renk katan dünya tatlısı Elif Ayşem'e ve annesine teşekkürlerimle..

Engelsiz Yaşamlara Engellilerle Beraber...


Engelliler; yaşamlarını henüz daha doğarken yada yaşam sırasında çeşitli nedenlerle başkalarına ya da birşeylere bağlı olarak yaşamak zorunda olanlar. Onlarda bizim gibi; onlarda bizim yakınımız, canımız, bizimle beraber yaşayacak olan varlıklarımız. Nasıl bir engeli olursa olsun tüm engellileri (hiç ayırt etmeden) önce kabullenmeli, (onlardan asla utanmamalı); sonrada hayatımıza,yaşantımıza davet etmeliyiz. Neden mi?

Çünkü onlar varlar,yaşıyorlar; ama yaşarken insanca yaşamak, insanca davranılmak istiyorlar.Düşünsenize; kendi iç dünyalarında zaten hiç de kolay olmayan çok zor bir savaş veriyorlar, diğer savaşları ise biz sağlamlarla; sağlam olduğumuz için onları anlamayan, sadece acıyan, zaman zaman utanan, hatta saklayan, yaşamalarına izin vermeyen bizlerle.

Halbuki hiç bir sağlam birey unutmamalıdır ki, yarın aynı durum kendilerinin ya da canlarından çok sevdikleri yakınlarının başına gelebilir, herhangi bir yerde,herhangi bir şekilde.Hasta olmadığımız, hiç bir yerimiz ağrımadığı zamanlarda sağlığın ne derece önemli olduğunu hiç düşünmeyiz aslında; taa ki bir hastalık kapımızı çalana değin. İşte o zaman sağlıklı günlerimizin,gecelerimizin kıymetini anlarız. Tıpkı buna benzer engelli olmakta.Şu anda rahatça yürüyebiliyor, istediğimiz yerlere girip çıkabiliyor, zıplıyor, araçlara ayırt etmeksizin binebiliyoruz diye engellileri hiç düşünmeyiz aslında. Onlar sırasında evlerinden bile dışarıya çıkamazlar. Nasıl çıksınlar ki?Önlerinde devasa merdivenler yada kullanamadıkları asansörler... Hadi bir şekilde dışarıya çıktılar diyelim. Tekerlekli sandalyeleri ile yürüyebilecekleri ne doğru dürüst bir kaldırım, ne bir cadde; ne de binecekleri bir araç bulabilirler. Engelleri kocaman kocaman üstlerine gelir. Neden mi? Çünkü bizler sadece sağlam bireyler için düşünür,onlar için evler, banyolar, yollar, asansörler, merdivenler, sosyal yaşam alanları yaparız. Engelliler gelirse ne yapar, bu mekanları nasıl kullanırlar acaba diye bir an dahi düşünmeyiz. Hatta "otursunlar oturdukları yerde,bizim aramızda ne işleri var ki "diye bile düşünenlerimiz ne yazık ki var ve sayıları azımsanmayacak ölçüde fazla. Bu ve buna benzer düşünceler nasıl bir anlayış, nasıl bir duyarlılık, nasıl bir yaklaşım tarzıdır anlamam mümkün değil. Neden engellileri gerçekten içimize almayı, sosyalleştirmeyi, insan gibi yaşatmayı beceremiyoruz?

Bu kadar zor mu? Değil bence. Önemli olan onları (engeli ne olursa olsun) yürek gözümüzle görebilmemizde yatıyor. Bir kez onların gözlerine içten ve samimi olarak bakarsanız, ne denli sıcak, ne denli iyimser, hayata sımsıkı sarılmış, inanılmaz güzel bakışlar sizleri yakalar inanın buna. Onlardan öyle güzel elektrik alırsınız ki; hayata bu denli bağlı olmadığınız, yaşama bu denli asılmadığınız ve hemen her şeyi dert ettiğiniz için kendinizden utanırsınız bile.
Kendim güzel bir bahar havasında deniz kıyısına indiğimde, o muhteşem kokuyu, güneşin sımsıcak ışınlarını içimde hissettiğimde, hep aklıma tekerlekli sandalyede olup, o kıyılara gelemeyen insanlar gelir.İçimden kocaman bir engelli otobüsü ile onları da bulunduğum yerlere getirmeyi, güzellikleri paylaşmayı, gözlerindeki yaşam ışıltısını görmeyi dilerim. Ne büyük bir mutluluktur bu Tanrım. (Ama eminim günün birinde böyle bir organizasyonu yapacak kuvvetim olacak.)

Tüm sağlam bireyler! sizlere sesleniyorum; lütfen onları unutmayalım, kendi başımıza bir şeyler gelmesini beklemeden onlar için bir şeyler yapalım. En azından onları gönül gözümüzle sevmeyi deneyelim.




Sevgiyle Kalın

Belgin ERYAVUZ
2003
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...