28 Temmuz 2011 Perşembe

AHH... O MAHSUN BAKIŞLAR



Anadolu Yakasında oturanlar bilirler; adaların nefis manzarası ve iyot kokuları eşliğinde sahil boyunca yürümek, bisiklete binmek, spor yapmak , çocuklarla birlikte gezmek ya da köpekleri gezdirmek  için son derece ideal bir sahil şeridimiz var. 

Özellikle hafta arası günlerde ve sabahın erken saatlerinde denizle dinginliği ve sporu bir araya getirmek isteyenlerin uğrak yeri.

Yazın bunaltıcı sıcaklarıyla beraber hareketlenen üç ayrı plajı ise özellikle hafta sonları yakın çevreden gelenlerin istilasına uğramıyor değil. Ama yine de her kesimden insanın hoşnut kalabileceği bir yer diyelim biz kısaca. Detaylarında ve ayrıntılarında nahoşluklar olsa da.

Yine böyle bir sabah yürüyüşümüz sırasında rastladık o mahsun bakışlara.  

Açık kahverengi tüyleri olan bir sokak köpeği idi.

Denize karşı kumlara oturmuş öylece bakıyordu.

Tam karşısında sahibinin denize attığı renkli topu getirmeye hazırlanan bir başka köpek vardı.  Neşe içinde kuyruk sallıyor, bir sahibine, bir denize koşuşturup duruyordu. Denize her dalışından;  topu bulmanın ve serinlemenin getirdiği mutlulukla çıkıyor ve yeni bir hamleyi beklemeye koyuluyordu.

Çok hoş bir tabloydu orada yaşananlar. İnsanın içini ısıtan, gülümseten…

Ama, tek farkla…

Arkadaki o bir çift mahsun göz olmasa.

O gözler… sessizce onları izleyen o sokak köpeğine aitti.

O anda kimbilir ne düşünüyor, içinden neler geçiriyor ve içini nasıl da çekiyordu?

Neşeli değil, durgundu.

Onlara katılmaya, o sevgi dolu oyuna eşlik etmeye can atarken uzakta oturup, seyretmeyi seçmişti.

Sessizdi, sessiz ve bir o kadar da mahsun…

Aslında sessizliğin çok şey anlattığından haberdar gibi…

Kimbilir belki bir ses çıkarsa, havlasa, o tarafa doğru koşsa, topu kapmaya çalışsa dışlanacağından, azarlanacağından korkmuştu.

İşte bu film karesi beni çok düşündürdü.

İkinci planda olmak, hep bir adım geride kalmak kolay kabul edilebilir bir şey değil. Biz insanlar için nasıl zorsa, aynı durum  hayvanlar için de geçerli.

Sevginin paylaşımı, aktarılması elbette çok  güzel. Paylaştıkça çoğalıp kalpten kalbe akması da.  

Ama bazen, fark edemediğimiz anlarda birisini çok severken arkada başka bir göz sizi izliyor olabilir. Sevgiye hasret, bakıma muhtaç bir başka kalp, başı önünde, gözleri sizlerde öylece kalabiliyor.

Tıpkı bu sabah  olduğu gibi…

Sevgi  çok narin, çok hassas bir konu aslında. Sevgiyi kalbimizden, gözlerimizden aktarırken, içimizdeki o çoşkun ırmağa pek söz geçiremeyiz bilirim. Öyle çağlar, öyle kabına sığmaz olur ki…

İçimizdeki güzel enerjiyi bir an önce aktarmanın yollarına bakarken; o telaş ve heyecan silsilesi gözlerimizi adeta kör eder.

Çocuğumuzu severken, hayvanlarımıza ihtimam gösterirken sadece ona odaklanır, çevremizde olan bitene pek dikkat etmeyiz. Ama işte o anlarda ikinci bir çocuk, ikinci bir hayvan kendini dışlanmış, yalnız veya mutsuz  hissedebilir.

Yaşam o kadar güzel ve paylaşmak için o kadar çok nedenimiz var ki. Yeter ki gözlerimizin ışıltısına gönül gözümüzün sevgi harelerini de ekleyelim. Ve o anda bizi izleyen bir çift mahsun gözün ardımızda kalıp kalmadığından emin olalım. Bir kalbi sevgimizle ışıltılara boğarken, bir başka kalbi kendi köşesinde yalnızlığa mahkum etmeyelim.

Birazcık dikkat ve farkındalıkla sevgimizi çoğaltmaya var mısınız?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.07.2011

20 Temmuz 2011 Çarşamba

İLETİŞİMİN GÜZELLİĞİ VURSUN KALBİNİZİ


İnsanlarla diyalog ve ilk iletişim ne kadar önemli. Siz içten ve sıcacık yaklaşırsanız, karşınızdaki insanlarda en az sizin kadar sıcak oluyor. Yani siz davranışlarınızla karşınızdakilere ışık saçarken; tüm iyi duygularınız bir ayna misali karşınızdan kendi içinize yansıyor.

Her şey sadece fark etmek ve önemsemekle başlıyor. Hayat koşturmacası sırasında farkında olmadığımız pek çok insan etrafımızda bizim için çırpınıp dururken; sıcacık bir gülümseme, hatır sorma, yapılanlara teşekkür etme gibi minicik nüanslar iletişimin ilk önemli adımları bence.
Varlıklarını fark etmemiz, özellikle yaptıkları işleri önemsediğimizi 
göstermemiz hem onları motive ediyor ve değerli olduklarını hissettiriyor,  hem de bizim işimiz beklediğimizden daha çabuk bitiyor. Marketteki kasiyerden, noterdeki tahsildara, postanedeki memurdan, bankadaki güvenlik elemanına, lokantadaki garsondan, arabamızı teslim ettiğimiz valeye, bindiğimiz taksinin şoföründen, saçımızı yaptırdığımız kuaföre, sokaktaki simitçiden, apartman görevlisine kadar pek çok insan var çevremizde. Hergün defalarca karşı karşıya kaldığımız; hayatımızın herhangi bir anında bizlere dokunan pek çok insan…

Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde; an’larımı adeta bir gökkuşağı gibi renklendiren pek çok kişiyi ve onlarla yaşadığım tatlı enstantaneleri anımsadım. İşte bunlardan bir kaçı … Bu satırları okurken sizler de hayatınıza dokunan kişileri ve onları ne kadar önemsediğinizi düşünün, olmaz mı?

Hiç unutmam, geçmiş senelerin birinde, kaldığımız otelde odamızı temizleyen görevlilere hatırlarını sorduğumuzda şaşırıp kalmışlar, kimselerin kendilerine hatır sormadığından dem vurup yüzlerinde mahçup bir gülümseme ile  teşekkür etmişlerdi. Dönüşümüzde tertemiz odamızı ve banyomuzu çiçeklerle bezeli bulunca bu kez şaşırma sırası bize gelmişti. Başka hiçbir misafire uygulanmayan bu hoş seremoni kaldığımız süre boyunca devam etmiş, odamıza her dönüşümüzde rengarenk çiçekleri kah banyomuzda kah yatak örtülerimizin üzerinde bulmanın tatlı sevincini yaşamıştık.

Yine bir başka sene, minicik bir tatil beldesinde Ege’nin yeşillikleriyle kuşatılmış bir semt pazarında cazibesine dayanamadığım enginarlarla baş başayım. Onları taptaze evime götürme planları yaparken; hayat bu kez karşıma yöresel bir lokantacıyı çıkarmıştı. Enginarlarımın her biri özenle kağıtlara sarılıp, dışarıdaki sıcağa inat lokantanın buzdolabında  dönüş günümüze kadar itinayla saklandı. İnsan bu kadar mı içten, bu kadar mı güzel gönüllü olur? Kalbi bu kadar mı ışıl ışıl parlar ki o ışık gözlerine de yansır. Siz bir istersiniz onlar iki üç vermek için çırpınır durur adeta. Gönüllerini çalmak için bir içten teşekkür yeter de artar.

Kaldığımız minicik ama sevimli otelde, sabah kahvaltımızı hazırlayan  deli dolu genç ise bir başka tebessüm sebebim. Her sabah tekrarlanan içten günaydın ve teşekkürlerimize karşılık sevdiğim esmer ekmeği bulma çabalarını, kimselere yapmadığı halde ekmekleri kızartıp masamıza  kadar ikramını hatırlamak öyle güzel ki.

Oturduğumuz apartmanın alt katında olduğu için evimize her giriş çıkışta, günün herhangi bir saatinde sürekli karşılaştığımız market görevlisini nasıl unuturum. Hiç kaçırmaksızın her gördüğümde selam verdiğim, kolaylıklar dilediğim bu güzel insan;  arabamı yıkamak için bir kova su aradığım tarihlerde imdadıma bir Hızır gibi yetişmişti.  Tüm kalbimle teşekkür ettiğim de ise gözlerinin içinin parladığını, hafif mahcup yüzüne tebessümler eşlik ettiğini fark edip ben de çok mutlu olmuştum. Karşılıklı selamlaşmalarımızda bu sıcaklığın izlerini hala taşıyor olmak ise çok keyifli. İşte gönlü güzel insanlardan bir tanesi daha, hem de yakınlarımda.

Tüm bunlar insanın kendisini özel hissetmesine neden olan durumlar ve sizin sıcacık yaklaşımınızın karşılığı. İleride tebessümle hatırlanacak hoş anıların gerçek sahipleri. Belki geçip gidecek, önemsenmeyecek kadar küçük detaylar ama bence insan ilişkilerindeki ilk adım.

İşte bu nedenle karşımızdaki insanlara önyargılı olmadan, hep sıcak, hep güzel duygularla yaklaşmak çok önemli. Hayatımıza bir şekilde değen, bir şekilde teğet geçen, belki birgün belki on gün, belki de sadece bir anlık… süresi her ne olursa olsun. Önemli olan sizde bıraktığı kalıcı izler ve o anın farkına varmanızı , mutlu olmanızı sağlayan ayrıntıları. Hayat zaten böylesi değerlerle anlam kazanıp bize umut vermiyor mu?

Gelin siz siz olun etrafınızda olup yaşamınıza bir şekilde değen her kişiyi önemseyin. Onlara değer verin, değer verdiğinizi hissettirin her seferinde. Ve karşılığını aldığınızda keyfini çıkarın doya doya.

Gönlünüzün kapıları açık olsun her daim sevgilere, arkadaşlıklara, dostluklara ve tüm ikili ilişkilere. O kapı önünde bekleyenleri fazla bekletmeden alın içeri. İlişkilerinize hep gülümseme eşlik etsin, içten bir teşekkür desteklesin. Çünkü bilin ki siz bir gülümserseniz, karşınızdakiler size daha çoğunu verecekler.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.06.2011

17 Temmuz 2011 Pazar

ÖYLE BİR ELİ TUTTUM Kİ...


Hayatın demini almış, yılların son sürat koşusu içinde hiç yılmadan emek harcamış, tecrübeleri ile bizlere ışık olan insanları çok seviyorum ben. Yüzleri, elleri buruş buruş belki ama ruhları her dem taze olan; yaşama sımsıkı sarılan yaşlı insanlardan söz ediyorum.

Onlar sadece yaşlarına yaş katmışlar o kadar. Tıpkı bizim, hepimizin yaptığı gibi. Tek farkları bizden daha önce dünyaya gelmeleri ve daha çok sayıda mum üflemeleri o kadar.

Evet bedenleri belki sözlerini dinlememek için direniyor, ayakları içlerindeki çoşkuya katılmakta zorlanıyor,  ama ne gam. Onlar yaşamayı seviyorlar; yolun sonuna yaklaştıklarının farkında oldukları için belki de her yeni güne dört elle sarılıyorlar. Her güne adeta bir hediye gibi bakıyor; o anın, o güzelliklerin farkına varmak için yaşam tecrübelerini konuşturuyorlar. İşte bu nedenle onlara olan saygım ve sevgim sonsuz.

Belki de bu nedenle yolda, cafe’de, lokantada, parkta nerede bir yaşlı insan görsem sevgiyle bakmaya çalışırım. Onlara olan sevgimi saygımı hissetsinler isterim. Gözlerimden gözlerine aksın, oradan hassas kalplerine dokunsun isterim. Hele hele oturmalarına, kalkmalarına, yürümelerine, basamak çıkmalarına ya da ağır eşyalarını taşımalarına bir yardımım dokunacaksa değmeyin keyfime. O anı hiç kaçırmak istemem,  hemen koşarım.

İşte yine böyle bir günde elimi sımsıkı tutan bir ressam tanıdım. Emekli bir resim öğretmeni kendisi. Bağdat Caddesinde Fenerbahçe Lisesi önünde yürürken rast geldik birbirimize. Bir elinde üç ayaklı bir bastonla ufacık adımlar atarak yürüyordu. Bir yandan da lisenin demir parmaklıklarından güç alıyordu. İşte o anda bakışlarımız karşılaştı. Yardıma  ihtiyacı olup olmadığını sorduğumda elini bana doğru uzattı. Hiç tanımadığım o eli tuttum ben de, hiç tereddüt etmeden  sıkı sıkı.

Beraber yürümeye başladık, zamanın hızına inat yavaş yavaş. Her bir adımın keyfini çıkarırcasına. 
Ellerimizi hiç bırakmadan, hayat enerjimizi paylaşarak. Bir yandan kendimizden bahsettik, bir yandan  hayatın farkındalıklarından söz ettik. Onun on sekizinci resim sergisini  açtığını, resimlerini en çok internetten sattığını öğrendim. Hayata karşı öyle bir duruşu, öyle sımsıkı bağlanması vardı ki, ileride ben de öyle olmalıyım dedim içimden. Çok yavaş yürüyebildiği, destek almadan adım atmakta zorlandığı halde hergün evinden dışarıya çıktığını, en sevdiği cafe’de kahvesini içtiğini, günlük gazeteleri takip ettiğini , arada sırada denk geldiği insanların gözlerinin içine bakarak sohbet etmeyi çok sevdiğini söyledi.

İnsanın insana muhtaç olduğunu, elini tutan bir el, gözüne değen bir göz olmadan hayata sımsıkı sarılmanın zor olduğunu o anda bir kez daha anladım.

Ve dönüş yolumdayken yaşadığım o kısa anlık deneyimin beni ne kadar mutlu ettiğini; böylesi değerli bir insanla karşılaştığım için ne kadar şanslı olduğumu düşünerek sevinç içinde şükrettim.
Ben hayatın böylesi güzel sürprizlerini çok seviyorum. Gün olur size de bir el uzanırsa, çekinmeden tutun onu, tutun ve paylaşımın güzelliğini beraberce yaşayın.

Kimbilir belki de hayatın size anlatacakları vardır, dinlemek gerek. Dinlemek ve rastlantıların bazen değme hayat derslerinden daha kıymetli olduğunu unutmamak…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.07.2011

16 Temmuz 2011 Cumartesi

ALAÇATI'DA TATLI BİR ESİNTİ ''ROKA BAHÇE''


Ege’yi , Ege otlarını ve yeşilliklerini her zaman çok severim. Bir İstanbul’lu olarak pek bilmem, pek tanımam ama yeni lezzetlere açık olduğum için denemekten de hiç çekinmem. Üstelik her biri kendine has tat ve kokusuyla, rengiyle beni büyüler adeta. İşte bu sefer sizlere bu güzellikleri tatma fırsatı bulduğum naif bir yerden; aşık olduğum Çeşme’den; Alaçatı’daki Roka Bahçe'den söz etmek istiyorum.

Şimdiye kadar hiç yemek ve lezzet durakları üzerine yazı yazmamıştım. Ama bu güzel lezzetleri sizlerle paylaşmak için aklıma peşpeşe gelen kelimeler sabırsızlanıyor bunu fark ediyorum.

Alaçatı’yı bilenler bilir; pembenin, mavinin, eflatunun en güzel renkleri ile bezeli evleri arasında sıra sıra dizilmiş pek çok lokanta vardır. Hemen hepsi de yol üstüne attığı şirin sandalye ve masaları ile geceleri Alaçatı’yı apayrı bir havaya sokar. İşte sizinle paylaşmak istediğim mekan da böyle bir yerde. Kendi halinde, sade ama şık, sevimli, tertemiz bir yer. Çalışanları son derece nazik ve cana yakın, müşterinin halinden anlayan  ve seveceği lezzetleri hemen sunuma hazır hale getiren kişiler.

Muhteşem bir deniz sonrası acıkan midenizi keyifle doyuracağınız, her bir lezzetinden mutluluk duyacağınız çok özenle hazırlanmış bir de menüsü var. Size kalan bu menüden seçiminizi yapmak ve o doyumsuz tatların önce damağınızla  sonra da  midenizle buluşmasını sağlamak.

Mehmet Yaşin’in çok sevdiğim tabiri ile ''damak çatlatan lezzetleri'' sizi karşılamaya hazır. Pekiyi ya siz?

Başlangıç olarak, masanıza getirilen kırma zeytin ve kurutulmuş domatesin birlikteliğine eşlik eden özel sızma zeytinyağı ve taptaze ekmekler karşılar sizi.  Zeytinyağı ile buluşan esmer ekmeğin lezzetli tadı damağınızı şenlendirirken, her bir lokma güneşin kuruttuğu cildinize merhem gibi gelir. Kırma zeytinler ağzınızda lezzetle açılıp yayılırken, hücrelerinizin adeta yenilendiğini hissedersiniz. O anda yediklerinizin kalorisini düşünmeden yemenin özgürlüğünü ve tadını çıkarırsınız.

Roka Bahçe'nin bu güzel karşılaması ardından; menüden seçeceğiniz her bir yemeğin, özenli sunuş ve farklı lezzetleri ile sizin kalbinizi kazanacağından şüpheniz olmasın. İşte bizim denediklerimizden bir kaçı…

Her bir kaşıkta içinizin ateşini söndüren, körpe kuzu kulaklarının eşlik ettiği yoğurtlu spesiyali; lor peynirine eşlik eden yemyeşil ege otları ile doldurulmuş ve hafifçe kızartılmış kabak çiçeği dolması; yine ege otları harmanı ile zenginleştirilip doldurulmuş ızgara kalamar dolması ve elbette kimyonun yakıcı tadını tüm hücrelerinde barındıran nefis domates soslu ahtapot güveç. Bizim favorimiz ahtapot güveç oldu, hayatımızda yediğimiz en lezzetli ahtapottu diyebilirim.

Ardından ızgara Ege balıklarından biz tercihimizi levrekten yana kullandık. Tam kıvamında pişirilen ve özenle hazırlanmış tabaklardan midemize inmek için sabırsızlanan taptaze balığın tadını çok beğendik.


Sakızlı Türk kahvesi ve ona eşlik eden limon dilimli buz gibi bir bardak su ile finali yapmak ise son derece yerinde bir karar oldu. Önerilen tatlılarda aklımız kalmadı değil ama, onu da denemek üzere bir sonraki sefere bıraktık.

Yüzümüzde tebessüm, saçlarımızda Alaçatı esintisi ile bu hoş mekanı terk ederken; arada sırada insanın kendisini ve sevdiklerini böyle şımartması gerektiğini düşünmeden edemiyorum.

Teşekkürler Roka bahçe, teşekkürler Alaçatı ve teşekkürler aşığı olduğum Çeşme. Gün gelir aynı durakta buluşursak eğer; benden selam söyleyin Ege’nin tüm yeşilliklerine, güzel lezzetlerine ve Çeşme aşıkları…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.06.2011

11 Temmuz 2011 Pazartesi

MEMNUNİYETSİZLİK VAR YA...


Genelde toplum olarak hemen hepimizde bir memnuniyetsizlik var. Bilmem siz de zaman zaman bunu fark ediyor musunuz?

Elimizdekilerle yetinmeme, hep daha fazlasını , daha iyisini isteme arzusu hemen her anımızı kapsıyor. Adeta yaşantımızı kuşatmış durumda.

Bunun alım gücüyle, para sıkıntısıyla falan da direkt ilgisi yok aslında. Çünkü istekler, arzular, o doğrultuda artıyor. Şükretmeyi unutup, elimizdekilerin kıymetini bilemeden yaşayıp gidiyoruz; tabiri yerindeyse bodoslama dalıyoruz yaşamın içine. Rastgele, sağa sola çarpa vura. Bu arada önce kendimizi, sonra da çevremizdeki pek çok kişiyi mutsuz ettiğimizin farkına dahi varamıyoruz.

Halbuki hepimiz bir çarkın zincirleri gibiyiz. Bir halkadaki aksaklık anında hepimizi etkiliyor. Asık suratlar, zoraki yapılan işler, teşekkür etmeyi aklımıza dahi getirmeden, karşımızdaki kişinin de insan olduğunu, duyguları bulunduğunu önemsemeden, onları yok sayarak yaşayıp gidiyoruz.


Memnuniyetsiz olanlar genelde eski mutsuzluklarını bugünlerine taşıyan; geçmişten kopamayan ve o nedenle içinde bulunduğu anın güzelliklerini fark edemeyen insanlar. Bir arkadaşım derin bir sohbetimiz arasında söylemişti bu sözleri. Düşününce hak verdim bende. Yoksa başka türlüsü olmazdı herhalde.


İşte yine bu noktada hayata bakış açımızın her zaman pozitif olabilmesi ve yaşadığımız anın güzelliklerini görebilmemiz için dünü hatıraları ile geçmişte bırakıp, bugünü yaşamanın ne denli önemli olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Çünkü yarına umutla bakabilmek, bugün mutlu olmak şükretmekle mümkün. Yoksa memnuniyetsizlik peşimizi hiç bırakmayacak. Dünün tozlu hatıraları bugünümüzün üstünü örterken, tebessüm etmeyi, şükretmeyi unutmuş; mutsuz, memnuniyetsiz bir insan olarak hayat ellerimizin arasından akıp gidecek.



Maalesef benim çevremde de böyle memnuniyetsiz insanlar var. Pek çok şeye sahip oldukları halde şükrettiklerini hiç görmedim neredeyse. Bir şey alırlar pişman olurlar. Başka renginde başka türlüsünde gözleri kalır. Bir yere giderler mutlu olmazlar. Hep en menfi, en olumsuz yanlarını görür; güzellikleri yok sayarlar. Daha önce dile getirdikleri, hayal ettikleri şeyleri elde etmiş olsalar bile ona da bir kulp bulurlar. Pek çok kişinin hayallerini süsleyen, sahip olmak için belki de yıllarca mücadele etmeleri gerekli pek çok şey ellerinin altındadır ama; gözleri hep daha yukarılarda ya da başkalarındadır.


Sevmiyorum ben memnuniyetsiz olmayı. Hayat çok kısa, her anı çok değerli. O nedenle elimizdekilerle mutlu olabilmek lazım. Hele hele arada sırada hayallerimiz gerçekleşiyorsa değmeyin keyfimize. Daha ne ister ki insan.  Sağlık ve huzur olduktan sonra mutluluk bizimle zaten. Bize sadece onu fark etmek kalıyor. Fark etmek ve yaşamın içindekilere tebessümle gülümsemek…

Siz siz olun dünü dünde bırakın. Bugünü, bu anı, şimdiyi yaşamaya çalışın. O zaman göreceksiniz ki yarın bugün olduğunda; dün olan bugünden yüzünüzde sadece tatlı bir tebessüm kalacak.


Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.06.2011
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...