25 Mayıs 2012 Cuma

MUCİZE MOLEKÜLLER


‘’Evrendeki her şeyin canı vardır ve her zaman hayatla bir bağ kurman gerekir. O zaman dünya senin için bambaşka bir anlam taşımaya başlar.’’ diyor Paulo Coelho BRIDA isimli romanında.

O bağı kurduğumuzda evrendeki her şeyin anlamı daha da derinleşiyor aslında. Çevremizdeki hiçbir şeyin gereksiz olmadığını, her şeyin o olağanüstü dengenin bir parçasını oluşturduğunu anlıyoruz üstelik bazen şaşırarak. En işe yaramaz sandığımız şeyin bile ne denli önemli olduğunu, yokluğunda dengelerin nasıl da bozulduğunu ancak yok ettiğimizde fark ediyoruz, peş peşe oluşan zincirleme olaylarla.

Evrendeki her canlının ise en az bizler kadar sevgiye ihtiyacı var. Sevgiyle, ihtimamla güzelleşmeyecek hiçbir şey yok aslında. Hayatın başlangıcı ve tüm canlıların yaşam kaynağı olan suyun bile. Evet SU. Bizim ve tüm canlıların olmazsa olmazı.

Gelin bu noktada kitaplarını okumaktan keyif aldığım BUKET UZUNER’in SU isimli romanındaki güzel satırlara bakalım. Suyu öyle güzel tariflemiş ki…

‘’SU, abıhayattır.

SU anne rahmidir, SU doğurgandır.

SU saflıktır, SU berekettir.

Bütün akanlar arasında sadece Sudur; insanın dışını yıkarken içini de temizleyen.

SU şifadır. Kaplıcanın şifası ve denizin gücü SU’yundan gelir. Ruhu yorulanın şifası SU sesidir.

SU’yun makamı neşe veren Rast’tır, rahatlatan Hüseyni’dir, sevindiren Uşşak ve tevazuya çağıran Hicaz’dır.

SU kaybolmaz. SU döner. SU dolaşır. SU akar. SU gezer. SU uçar. SU yağar. SU uyur.
SU bilir.

SU vardı. Başlangıçta sadece SU vardı.

Suyu ziyan etmek günahtır. Şamanlığımızdan Anadolu’ya yadigar kadim geleneğimizde bu böyledir: SU kutsaldır… SU… SU…  ‘’  diye devam ediyor satırlar.

Ve bize yaşam veren suyun da sevgiye, ilgiye ihtiyacı var; tıpkı diğer canlılar gibi.

Su molekülleri üzerinde bilim adamları tarafından pek çok deney yapılmış.

Fransız bilim adamı Dr. Jacques Benveniste, yaptığı pek çok deneyin sonucunda  suyun hafızası olduğunu kanıtlamış.

Japonya’da Masaru Emoto tarafından yapılan ilginç bir araştırma da ise; sevgi sözcükleri söylenen ya da müzik dinletilen su moleküllerinin olağanüstü güzelleştikleri tespit edilmiş. Olumsuz duygular yüklenen suyla farkları incelendiğinde; sevginin gizemli gücü açıkça ortaya çıkmış. Yani siz su moleküllerine ne kadar sevgi verirseniz, o denli albenili hale geliyorlar ve şekilleri insanları şaşkına çevirmeye yetiyor.

Biliyorum pek çok kişiye belki de bu satırlar çok ütopik görünüyor ve ‘’hadi canım sen de’’ dedirtiyor. Ama benim neredeyse yaşam felsefem haline gelen ve yazılarımda dilimden hiç düşürmediğim SEVGİNİN sınırları bu denli geniş. Bildiğimiz, her gün içtiğimiz ve hatta hiç önemsemediğimiz suyun; sevgiyle güzelleştirilerek tüketilmesinin ise bedenimizde yaratacağı mucizeler o kadar önemli ki.

Yapılacak şey aslında çok basit. Yeter ki sevgi sözcükleriyle sarılın ona ya da minicik sevgi dolu notlar iliştirin bardağınıza, kullandığınız şişenize. İçtiğiniz her yudumu yine sevgiyle kabul edin bedeninize. Bedeninizdeki ışıltılara ve sevginizin muhteşem gücünün, suyla birleşip yeniden size geri dönmesine izin verin. Başlı başına hayat kaynağımız olan SUyun sevgimizle katmerlenmesi; yaşama tebessüm ederek göz kırpmak değil mi sizce de? Düşündüklerimizin kalitesinde bir hayat yaşamak adına deneyelim diyorum ben. Hem denemekten bir şey kaybetmeyiz, kazanacaklarımız ise o kadar çok ki…

Sevginin muhteşem gücünde hep sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.03.2012

21 Mayıs 2012 Pazartesi

GÖRÜNMEZ BUZDAĞI


Yataklarında bir başlarına yalnız uyuyanlar, gecenin sessizliğinden tek başlarına soğuk odalarına sığınanlar… 

Ya da sevgisiz bir paylaşımın o sessiz çığlığında, kendi yalnızlıklarını çaresizce yaşayanlar… 

Bir nefes ötedeki eşlerini yok sayıp, görünmez bir buzdağının ardına saklananlar…

Yalnız uyumak, yalnız uyanmak, her yeni güne, yine yeniden yalnız başlamak…

Varsa eşiniz ve sevgisizlik teslim aldıysa gönüllerinizi; görünmez buzdağının ardında çarpan iki yürek olursunuz farkında olamadan. Tek başınıza yaşıyor iseniz çoktan yalnızlığın gölgesine sığınmışsınız demektir. Her iki şekilde de durum pek farklı değildir aslında.

Sonuçta üşüyen bedenler değil, yüreklerdir  o soğuk odada ve soğuk yatakta. Kat kat yorganlar kar etmez içleri ısıtımaya. En sıcak yaz mevsiminde bile içiniz titrer; bir başına kalmanın çaresizliğini en yakınlarınızla bile paylaşamaz hale gelirsiniz o anlarınızın tek tanığı odalarda.

Birbirlerine değmemeye özen  gösteren aynı yataktaki iki beden, gece olup da sırtlarını birbirlerine döndüklerinde kendi yalnızlıklarını çağırırlar aslında; ondan medet umarlar belki de.

Hangisi daha zordur yaşamadan bilmek kolay değil elbette. Gerçekten yalnız bir yatakta sabahı sabah edenler mi; yoksa aradaki görünmez buzdağının ardına saklanıp, sevgisizliğine yananlar ve keşke’lerin girdabında sürüklenen düşüncelerinden kurtulmak isterken, her defasında ruhları kanayanlar mı?

Gecenin koyu örtüsü altında gözleriniz tavana dikili bir şeklide uzanırken; yalnızlığınızın tek yoldaşı  yastığınız olur. Bazen usul usul akan gözyaşlarınızla ıslanır, bazen başınızın altından oraya buraya çekiştirilir, ama hep bir türlü  gelmeyen  uykulara hep onunla  çareler aranır.

Hayatın zorlu koşturmalarına kendinizi kaptırdığınız gündüz saatleri bir şekilde geçer de, o cehennem ateşlerinde yandığınız, ama yine de içinizin buz kestiği geceler geçmek bilmez nedense. Çünkü sevgi yitip gitmiştir; kimbilir belki de gönül dergahına, o birlikteliğe hiç uğramamış, hatta kalıntılarını bile bırakmamıştır. Çünkü sevginin o engin sıcaklığına bir gece dahi dayanamayan görünmez  buzdağları; aynı zamanda giderek sevgiden uzaklaşan bedenlerin ve ruhların eseridir.

 ‘’Soğuk soğuk odalar
   Yoksun neye yarar, örtünsem kat kat yorganlar
   Vurdum dibe kadar
   Halimden yalnız uyuyanlar anlar.’’

Emre Aydın/Gülten Mutlu yorumuyla kulaklarımıza ulaşan bu güzel şarkının sözleri beni nedense çok etkiledi… Kapalı pek çok kapı ardında kimbilir ne görünmez buzdağları, kimbilir ne soğuk odalar ve soğuk yataklar var… sevgisiz geçen pek çok ömrün olduğu  gibi…

Ya o buzdağı ile beraber soğuk oda ve soğuk yatakta bir ömür geçmeye devam edecek ya da yeter artık denilip yalnızlığın kollarına sığınılacak ki; o yalnızlığın da aslında buzdağı kadar soğuk olduğunu bilmeden belki de.

Verilen karar her ne olursa olsun, içinde mutlaka sevginin iyileştirici, gizemli gücü ve ruhları ısıtan sıcaklığı olsun. Olsun ki kalplerden gözlere, oradan da hayatlarını paylaştığımız kişilerin yüreklerine aksın ve bu tatlı sıcaklığın etkisi an be an duyulsun. 

Aşkın o doyulmaz tadında ve yarı deli sıcaklığında kalmamız dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.05.2012

13 Mayıs 2012 Pazar

GÜÇLÜ KADINSAN...


Güçlü kadın olmak…

Hem kadın, hem de güçlü olmak…

Güçlü sıfatı bir kadını tanımladığında korkuyorum. Çünkü hem kadın olmanın, hem de güçlü olmanın bir kadına ne gibi sorumluluklar yüklediğinin farkındayım.

Ah…aslında kadınlar ne kadar narin, hassas ve duygusaldır bilseniz; tıpkı kristal bir vazo misali. Her zaman kibar davranışları, saygı dolu yaklaşımları hak ederler ve hep yaslanacak güçlü bir omuz, hep sarılacak güven dolu bir kalp, sımsıkı kavrayıp hiç bırakmayacak bir el ararlar.

Ama güçlü kadınsanız eğer, kadınsal tüm özelliklerinizi bir kenara koyup tek başınıza, dimdik ayaklarınızın üstünde durabildiğinizi göstermek zorundasınız. Belki bir çelik gibi sert olmalısınız. Çünkü size bu sıfatı yakıştıranların beklediği şeylerdir bunlar. Ulu orta ağlamanız, hassaslığınızı, kırılganlığınızı herkesin içinde sergilemeniz nedense hiç beklenmez.

Evet güçlü kadın zekidir, akıllıdır. Her türlü zorlu işin üstesinden gelir, sorunlarla baş etmesini iyi bilir. Zayıflığına asla yenik düşmez. Ailesine, çocuklarına kol kanat gerer. 
Onlar ve sevdikleri için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırdır. Tüm mücadelesinde gözyaşlarını içine akıtır, söylenenleri duymazdan gelir. Kalbindeki engin sevgisiyle ve bitmez enerjisiyle gücüne güç katar. Kendisini bir an bile düşünmeden, elindeki imkanları sonuna kadar kullanır. Kendi özelini, aşkını, özlemini, isteklerini hatta hayallerini yok sayar.   Ama bir yere kadar…

Genelde güçlü kadınların etraflarındaki kişilerle arasında  saygıyla karışık bir çekingenlik hali vardır. Çoğu erkek nedense güçlü kadından çekinir. Belki onun erişilmez olduğuna inandığı için, belki de kendisini yeterince güçlü hissetmediği için hep bir adım uzakta durur. Bir şekilde böylesi bir kadınla bir ömrü paylaşanlar; gün gelip köprüleri yıkmak istediğinde ise hiç tereddüt etmez; yollarını ayırma kararını tek başlarına verirler. Çünkü güçlü eşlerinin kendilerine ihtiyaçları olmadıklarını sanırlar.

Ne büyük bir yanılgıdır bu. Gerçekte ne kadar güçlü olursa olsun hangi kadın terk edilmeyi ister ki? Kendi kendine yetebilmek, akıllı olmak, hayatını zekasıyla yönetmek, sevgisini sonuna kadar kullanmak, hem kendisine hem çevresine faydalı olmaya çalışmak ayrı bir olgudur. Hatta bir meziyettir. Ama tüm bu özellikler, yaslanacak bir omuza ihtiyaçları olmadığı anlamına gelmez ki. Tıpkı kaderlerini yalnız başlarına yaşayacakları anlamına gelmediği gibi.

Sözün özü, hiçbir kadın güçlü sıfatı nedeniyle terk edilmeyi, tek başına bırakılmayı, tüm ağır sorumlulukları yalnız başlarına sırtlanmayı hak etmiyor. Bir kadın gözüyle bakıp hemcinslerimin tarafını tutarak yazdığımın farkındayım. Ama terazinin dengesi bu kez kadınlardan yana ağır basıyor diye düşünüyorum.

Sözüm sadece büyük kentler için değil elbette; güzel Anadolu’muzun o güçlü ama bir o kadar da çilekeş kadınlarını unutmamak gerek. Anadolu’daki pek çok güçlü kadın tarlada, bağda, bahçede, su taşımada, hayvan otlatmada, ahırda, dağda, bayırda en ağır şartlarda, sırtında ağırlık taşıyarak ve üstelik yaşamını kahvelerde geçiren erkeğinin bir adım gerisindeyken harcar günlerini. Evet kentli kadın gibi terk edilmez kolay kolay belki ama, güçlü omuzlarına öyle ağır yükler verilmiştir ki, yaşamı boyunca kendisi için nefes bile alamaz neredeyse. Eşinin güdümünde yaşayan sessiz bir candır o sadece. Kentli olsun, köylü olsun güçlü kadın olmak işte bu nedenle zordur.

Güçlü bir kadın olarak yalnız başlarına bırakılan, daha da kötüsü çocuklarıyla kendi kaderlerine terk edilen o kadar çok kadın var ki. Bu tablonun daha da ağır şekline ise maalesef engelli çocukları olan ailelerde sıkça rastlamak mümkün. Engelli bir çocuk babası, tüm  sorumluluğu adeta suçlarcasına o güçlü kadına yükleyip, kendi hayatını yaşamak adına ortadan kaybolabiliyor. Güçlü anne ise yalnızlığının koyu gölgesinde  tek başına mücadele ediyor. Yılmadan, pes etmeden ama kendinden çok şeyler vererek. Deyim yerindeyse kendi hayatını hiçe sayarak. Sadece canı, kanı, çocuğu için yaşayarak.

Peki neden? Güçlü bir kadın olmak suç mu?

Elbette değil, ama o gizemli gücün yarattığı güzel enerjinin kadın hayatına bu denli olumsuz etki etmesi beni rahatsız eden.  En güzeli; hem güçlü, hem kadın, hem de aranılan, sahiplenilen ve hiç terk edilmeyen, hayatının her anında paylaşılan bir kadın olmak galiba. Bu anlamda biraz daha duyarlı yaklaşma cesaretini gösterme açısından erkeklere büyük bir görev düşüyor. İşin kolayına kaçmak, kendilerini düşünerek kendi hayatlarını ve özgürlüklerini seçmek yerine; kadınlarının hep yanında olup, güvenli omuzlarında sıcacık bir yer açabilirler. Hem böylece hayatın zorlu yokuşlarını başladıkları gibi bitirme cesaretini gösterirken; iyi günde kötü günde diyerek sevdiklerine de verdikleri sözü hakkıyla yaşatmış olurlar. 


Çünkü kadınlar bunu fazlasıyla hak ediyor. Siz ne dersiniz?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.12.2011
NOT:bu yazımda, en özel An'ları ustalıkla yakalayan, fotoğraf aşığı Cüneyt Çetiner'in iki anlamlı resmiyle daha da renklendi, kendisine sonsuz teşekkürlerimle...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...