22 Ekim 2016 Cumartesi

HORMONLARIMIZ DİLE GELSEYDİ (2/2)


Bizler hayata aşkla bakmaya devam ederken; gelin sıradaki memeli hormonumuza 
OKSİTOSİNe göz atalım.

Yunanca ‘hızlı doğum’ kelimesinden geliyor.

Nam-ı diğer AŞK HORMONU.

Sevmemek olur mu? İçimizdeki korkuyu ve stresi azaltıyor. Beşeri ilişkilerimizi kolaylaştırıyor.

Bu hormonun üremedeki etkileri muhteşem. Tam doğum sırasında ve sonrasında mucizeler yaratıyor. Doğumu kolaylaştırıyor, süt salgısına zemin hazırlıyor. Anne ile bebek arasındaki o muhteşem bağı hazırlıyor.

Bedenimizdeki miktarı yeterliyse, ilişkilerimiz çok güzel ilerliyor. Eksikliğinde ise anti sosyal olma, kişilik bozukluğu gösterme riski dahi var.

ADRENALİN.

Hepimize aşina gelen bu hormon, bir başka mucize. Tehlikeli sporlarda görülmesine alışığız çoğumuz. Böbrek üstü bezlerimizden salgılanıyor. Heyecan, korku, öfke anlarımızda bedenimiz bu hormonun salgılanmasıyla kendisini korumaya alıyor. Damarlar daralıp, bronşlar açılıyor, kalp hızlanırken beden alarma geçiyor.  

Bir de NORADRENALİN hormonumuz var ki, o da aynı yerden salgılanıyor.

Merkezi ve sempatik sinir sistemimizde görev yapıyor. Kaslarımıza giden kan akımını artırıp bizi ‘kaç’ ya da ‘savaş’ yanıtına hazırlıyor. Önemi tartışılabilir mi?

Peki bedenimizin enerji dengesini hangi hormon sağlıyor dersiniz?

LEPTİN yani tokluk hormonumuz.

Bedenimizdeki yağ dokusundan salgılanıyor. Açlık duygumuzu yok ediyor. Bedenimizin ihtiyaç duyduğu enerjiyi yağ depolarından harcarken de dengemizi sağlamasına şapka çıkarmak gerek.

Geceleri en yüksek seviyedeyken, sabah karşı azalıyor ve diğer hormonlarla beraber işlerini tıkır tıkır yoluna koyuyor. Bu nedenle de elimizden geldiğince onun salgı ritmine özen göstermemiz gerekiyor. Sürekli yüksek dozlarda salgılanması obeziteye açık davetiye çıkarıyor; aman dikkat.

Sözün özü; burada andıklarımız ve daha niceleri; tüm hormonlarımız başımızın tacı. Sağlığımız, mutluluğumuz, bedeni ve ruhsal ışıltımız her şeyimiz onlara emanet. Bize düşen görev ise onlara gözümüz gibi bakmamız.

Dile geldiklerinde bizden memnuniyetle bahsetsinler bizim için yeterli.

Yerken, içerken, uyurken, çalışırken, koştururken, mücadele ederken, ilişki kurarken, kısacası hayatımızı yaşarken her bir parçamıza saygıyla yaklaşalım. Sevgiyle sarıp sarmalayalım. Onlara en büyük teşekkürümüz bu olsa gerek.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.09.2016





HORMONLARIMIZ DİLE GELSEYDİ (1/2)

Bizi kontrol eden genlerimizi seviyorum ben.

Fiziki özelliklerimi; ama çok daha önemlisi sevincimi, hayata aşkla bakışımı, pınar gibi çağlayan sevgimi, yeteneklerimi; genlerim sayesinde edindim.

İlişkilerimi, sosyalliğimi; hatta çocuk öfkemi, masum kızgınlığımı, zaman zaman kabaran inatçılığımı, huysuzluğumu, olumlu olumsuz her şeyimi onlara borçluyum.

Biliyorum.

Her biri beni ben yapan özelliklerim.

Yaşamımıza ait ne varsa tüm özellikler genlerimize kodlanmış biz doğarken.

Yine de şekillenmeleri gerek.

İşte bunu başaran da hormonlarımız.

Bedensel ve ruhsal sağlığımızı etkileyen ve iç salgı bezlerimiz tarafından salgılanarak kanımıza karışan; şahane salgılar onlar.

Normal değerlerde olduklarında, bizler de her anlamda sağlıklı oluyoruz. Ancak eksiklik ya da fazlalıklarında ayarlarımız bozuluyor.

İşte bu nedenle ‘Hormonlarımız dile gelseydi.’ dedim yazımın başlığına. Dile gelseydi de bize yol gösterseydi. Gerçi onların sesini duyar ve dikkate alır mıydık, yoksa duymazdan gelip kafamızın bildiğini mi okurduk; orası da ayrı.

Ama önce bilgilenmek gerek. Bilelim ki, sağlığımız adına doğru kararlar alalım.

İlk hormonumuz SEROTONİN.

Benim en sevdiğim.

Bizim canlılığımızın, zindeliğimizin ve dolayısıyla yakalayacağımız mutluluğun garantisi adeta kendileri.

Ancak pek de nazlılar. Başka hormonlardan etkilenmeleri bir yana; aç kalmaya, ilaçlara, strese dayanamıyor; hemen azalıyorlar. Eksilmesiyle beraber bizde de yorgunluk hissi başlıyor. Kızgınlığımız katlanarak artıyor. Depresyon, panikleme, aşırı sinirlilik halleri de cabası.

Beymizde salgılandığı gibi; vücudumuzun çeşitli noktalarında da üretiliyor. Uykumuz, iştahımız, hafızamız, öğrenme becerimiz, sindirimimiz ona emanet. Tüm bunları sinir hücreleri arasında elektrik sinyallerini taşıyarak yapıyor. Beynimizin çalışmasındaki rolü inanılmaz.

Özellikle yetersiz ve dengesiz beslenme, egzersize değer vermeme, diyet ve stres onun baş düşmanları. Oysaki sağlıklı bir beden ve ruh için serotonine ihtiyacımız var. Ruhumuzun dengesi, zihnimizin odaklanması ve uyku döngümüz ona emanet.

MELATONİN.

Yani bizim uyku hormonumuz. Biyoritmimizi belirliyor. Karanlığa bayılıyor. Gün ışığından hemen nem kapıyor. Salgılanmamak için adeta direniyor. Rem diye tabir edilen en derin uykuda bolca salınıyor.  

Bir diğer hormonumuz DOPAMİN.

Yani mutluluk hormonu. Aşık olduğumuzda bolca salgılanır kendileri. İçimizdeki o tarifsiz çoşkunun ve sevincin baş kahramanıdır. Bedenimizin kendi kendine ürettiği bu kimyasal, beynimizin ön lobundan salgılanan prolaktin hormonunu baskılıyor aynı zamanda. Yani sempatik sinir sistemimize etki ediyor. Kalp atışımızı hızlandırıp, kan basıncımızı yükseltiyor. Aman dopaminden eksik kalmayalım. Çünkü yokluğunda beliriveren depresyonlara esir kalmak an meselesi.

İşte bu sebepten hayata AŞKla bakmamız gerek. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.09.2016

16 Ekim 2016 Pazar

MEĞERSE ZAMANDAN ÖNCEYE SAKLANMIŞ

Hep aradığımız, bulamayınca umutsuzluğa düştüğümüz, tam bulduğumuzu sandığımız anda elimize alamadan kaybettiğimiz tek duygu belki de.

MUTLULUK.

Meğerse zamandan önceye saklanmış. Saklanmış da kimselerin haberi olmamış.

Biliyorum Hiçbir şey mükemmel değil. Eksikler öyle çok ki, sırıtıyor adeta. Zorluklar doldurmuş her bir yanı. Yürüdükçe ayağımıza batan dikenler de cabası.

Ama olsun. Tüm bunların ötesine bakabiliyorum ben.
Umudum yanımda.

Şükürler olsun ki; çocuk yüreğimin heyecanı hiç terk etmedi beni.

Kalbim her sabahki muhteşem hediyeme sevgiyle sarılıyor. İçindeki sürprizleri merak ediyor her seferinde. Her ne olursa olsun, mutlu olma kararım henüz sabah olmadan çok önce verilmişti zaten. Gözlerim nemlense, canım acısa, kırılsam da; BÜTÜNde mutlu olmayı hissedebilmek var ya. İşte o dünyalara bedel.

Şükredecek o kadar çok şey varken elimizde, olmayanları saymak niye peki? Varsın olmasın birkaç şey. Eksik kalsın. Ne çıkar ki? O kadar büyük olmasın oturduğumuz ev mesela. Bugün giydiğimizi yarın da giyelim; temizleyip ütüleyerek mesela. Olmaz mı?

AZ ama ÖZ olduğunda her şey o kadar ÇOK ki aslında. Sadelik ise en büyük zarafet benim için.

Doyumsuz olmayı sevmiyorum. Hayatın hiçbir aşamasında zarif durmuyor çünkü. Tüketme çılgınlığı, hep daha çok, hep daha büyük olsun iddiaları. ‘Önce bana, önce ben!’ nidalarını duymaktan sıkıldık artık.

Tavan yapmış egolar, sevgiyi kendi doğrusuna göre şekillendirmeler yakışmıyor kimselere.

Oysaki yaşam hediyesi hepimizin elinde. Onu sevgiyle kucaklayıp değerlendirenler bir yana, paketini yırtarcasına açıp, eksik bulan ve o öfkeyle bir tarafa fırlatanlar bir başka yöne bakıyor. İşte enerjilerin yok olmaya başladığı anlar da bu anlar oluyor. Çünkü ucu size kadar uzanıyor bazen.

Hayatımız boyunca amaçlarımıza ulaşamamış olabiliriz. Hep sabırla beklediğimiz halde yine de anlaşılamamış olabiliriz. Ne fark eder ki? Eğer biz içimizde, yaptıklarımızla, geride bıraktıklarımızla gurur duyuyorsak kime ne? Tarih ancak ölümünden sonra anlaşılan ve eserleri yok satan pek çok sanatçıyla dolu değil mi?  

Kendimizden eminsek, öz güvenimiz sağlamsa, her sabah zorluklara inat yaşam azmiyle doluysak bizden mutlusu yok. Dünyanın en zengin insanıyız bu halimizle.

Çünkü hayatta mutlu olmak için elimizden geleni en iyi şekliyle yaptık. Bu özel armağanı sevgiyle kucakladık. Önceden mutlu olacağımız inancıyla ve itinayla açtık. Hırpalamadık. Küçük görmedik. Şükürler eşliğindeydik. Paylaştık. Çoğaldık. Daha ne olsun?

Şimdi gelin minicik bir öyküyle bu güzel hayat duruşumuzu perçinleyelim.

Tam 92 yaşında yaşlı bir hanımefendi var karşımızda. Hayatı zorluklarla dolu geçse de; her daim kendisine bakmış. Erkenden kalkıp, bakımını yaparak günü karşılamış. Bir gün bile boş vermemiş. Pes etmemiş.

İşte bu tatlı hanımefendi; çok sevdiği eşini kaybettikten sonra, huzurevine taşınma kararı alır. Bundan gocunmaz. Çocuklarını; yanında değil, kendi uğraşlarında ve hayatlarında mutlu görmeyi arzu ettiğine inandırır. Çünkü gerçek sevgilerde koşul yoktur. Üstelik yalnızlıkla  arkadaş kalmakta iyidir.

Huzurevinin kapısına geldiği o gün; odasının hazırlanmasını sabırla bekler. Kendisini almaya gelen görevliyle beraber odasına giderken; hiç olmadığı kadar mutludur. Görevli ona odasından, eşyalarından söz eder.

Tam da penceredeki perdelerden söz ederken, o perdeleri çok sevdiğini söyler. Görevli şaşırır. Henüz odayı, perdeleri görmediğini söyleyecek olur ki yaşlı kahramanımız; bunun görmekle bir ilgisi olmadığı cevabını yapıştırır. Ardından hayat dersi gibi açıklamasını yapar.

‘Mutluluk zamandan önce karar verilen bir şeydir. Benim odayı, eşyaları ve düzenini görmemle ilgili değil. Ben bu sabah uyandığımda onları zihnimde istediğim gibi düzenledim. Ve hepsini sevmeye karar verdim. Yani her zamanki seçme hakkımı sevmeyi ve mutlu olmayı seçtim.’ der.

Gerçekten de yaşam boyu, daha önce yatırdıklarımızı kullanıyoruz hesabımızdan. Orada ne kadar çok sevgi, huzur ve dinginlik varsa o denli zenginiz. Bu hesabı hep güzel enerjilerle dolu tutmak için yapacağımız tek bir şey var. Zamandan önceye saklanan mutluluğu çağırmak.

Sabahları kalktığımızda sağlıklı, mutlu ve enerjik olmayı seçip, elimizdekiler için şükürler edebiliriz. Ya da sıkıntılarımızı, dünde kalan üzüntülerimizi, kinimizi bileyip; eksik olanlar için olanca sinirimizle de güne başlayabiliriz.

Seçim tamamen BİZE ait.

Mutlu olmak için her şeyin mükemmel olduğunu beklersek; ömrümüz boyunca hep bekleyeceğiz demektir. Eksiklerin, varsa kusurların ve zorlukların azıcık ötesine bakabilirsek; ışıltılı bir umut demetiyle karşılaşacağımız ise kesin bence.  Çünkü zorluklar da gelip geçici. Engeller de bir gün sonra belki olmayacak. Hatta o engelleri biz yaratmış olmayalım sakın.

Sağlıkla uyandığımız her yeni gün kocaman bir mucize bizim için. Değerini bilip gülümsemek ve enerjimizle ilk adımı atmak ise en güzeli.

Affetmenin gücünü kullanmak, zihnimizi kaygı ve endişelerden uzak tutmak, sade ve basit yaşamak, daha çok verip, daha az beklemek. Zamandan önceye saklanan o gizemli mutluluğun farkında olup; onu sahiplenmek.

İşte yapacaklarımız sadece bu kadar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.09.2016

Kaynak: Kahraman Arslan’dan ‘Her Şeye Sahip Olmak Senin Elinde.’ 




9 Ekim 2016 Pazar

TAM 75 YIL SÜREN DENEY

İnsanoğlu dur durak bilmeden çalışıyor. Kafasındaki sorulara çözüm bulmak adına, deney üstüne deney yapıyor. Ama dünya genelinde hiçbir deney bu kadar uzun yıllar almadı.

Dile kolay tam tamına 75 yıl süren bir deney karşımızdaki.

Deneyin süresi kadar amaç da çok önemliydi. Çünkü deneyi yürütenler ve denekler hep beraber MUTLULUK üzerine yoğunlaştı. Mutlu bir yaşamın sırrını çözmeye çalıştı.

Peki bunca yıllık emeğin sonucunda neler oldu dersiniz?

Gelin beraberce deneyin aşamalarına bakalım. Yıllar arasında gezinelim. Bu arada dünyaca meşhur deneklerle tanışalım.

Bakalım sonuçta mutluluk neymiş?

Amerika Harvard Üniversitesi bu fikrin babası. 1938 yılında üniversitede okuyan; ruh ve beden sağlığı tamamen yerinde olan; 268 erkek öğrenci ile ilk adım atılır. Deneyin ismi ‘The Grant Study’ dir.

1940 yılında ise buna paralel bir başka deney daha başlar. Beş yıl içinde; Boston’un gelir seviyesi hayli düşük kesiminden seçilen 456 erkek denekle ikinci adım atılır. İsmi ‘The Glueck Study’ dir.

Böylece toplamda tam 724 erkek denek; tam 75 yıl süren araştırmanın baş kahramanları olur. Hayatları boyunca attıkları adımlar, iş ve özel yaşamları, evlilikteki başarıları, sosyal yaşam ve iş hayatları, kazançları hep mercek altındadır. Her iki yılda bir değişik sorularla hayat hakkındaki görüşleri alınır. Her beş yılda bir hem bedenen hem ruhen tam bir kontrolden geçirilirler. Aralarda da sürekli irtibat halinde kalıp, yakaladıkları mutluluk nedenleri ve yakalandıkları mutsuzluk anları incelenir.

Düzenli olarak uygulanan bu testlerde; bedensel, ruhsal ve antropolojik olarak elde edilen her veri kayıt altına alınır. Bu araştırmalar sırasında; IQ testinden, aile ilişkilerine, yaşadıkları zorluklara verdikleri tepkilere kadar; her detay tek tek gözlenir.

75 yıl önce ilk adımı atarken, hedefleri tek bir formüle ulaşmak olan araştırmacılara; gönüllü olarak yardım eden bu denekler arasında çok değerli isimler var.

Harvard Üniversitesindeki o gencecik gönüllü öğrencilerden dört kişi senatörlüğe, bir kişi de başkanlığa kadar yükselmiş. ABD’nin otuz beşinci başkanı John F. Kennedy’den söz ediyorum. Aynı zamanda Amerikan tarihinde Pulitzer Ödülü kazanmış tek başkan kendisi. Mutlu bir yaşamın sırrını ararken, elim bir suikastle yaşamına veda etmiş olması ne vahim bir ironi. Öyle değil mi?

Bu uzun deneyin yapılandırılmasında 35 yıldan fazla emek harcayan isim George Vaillant olur. Deney bir yandan devam ederken; Vaiillant, ‘Triumphs of Experience’ isimli bir kitap yayınlayarak; o ana değin elde edilen bilgileri, test sonuçlarını tüm verilerle harmanlar.

Sonunda beş ana konuya özellikle dikkatimizi çeker.

*ALKOLİZM.

İnsan hayatına büyük bir darbe vuruyor. Ruhsal anlamda depresyonla başlıyor, akabinde boşanmalar yaşanıyor. Özellikle keyif için yanına eklenen nikotin tüketimi ile erken yaşta hastalık ve ölüm kapıyı çalıyor. Dolayısıyla mutsuzlukta bir numara.

*FİNANSAL BAŞARI.

İnsan ilişkilerinin samimiyeti oranında artıyor. Belli bir noktadan sonra akıl ve zeka ile çok yakın ilgisi yok.
Denekler arasında insan ilişkileri çok daha iyi olanlar; diğerlerine kıyasla çok daha başarılı oluyor. IQ’ları normal olanlar ile 150 üstü olanlar arasında ise bariz bir fark görülmüyor.

*POLİTİK GÖRÜŞÜN CİNSEL HAYATA ETKİSİ.

Çok daha muhafazakar olanlar, 68 yaş civarında cinselliği terk ederken; liberaller 80 yaşına kadar aktif kalabiliyor. Bu da mutluluklarına artılar katıyor.

*ANNE İLE İLİŞKİLER.

Çocukluk zamanlarında anneleri ile sağlam, sevgi dolu ilişkisi olanlar, ileriki yıllarda her anlamda çok mutlu ve başarılı oluyor. Daha fazla kazanç, hayata daha güzel bakabilme, sorunlarla daha kolay baş etme eğilimi, daha pozitif kalma, gibi.
Tam tersi, anneleri ile sıcak ilişkisi olmayanlar hayattan tat alamazken, yaşlılıklarında bunamanın pençesine daha çabuk ve kolay yakalandıkları görülüyor.
Çocukken ve gençken annelerinin sevgi dolu dünyalarını koklayan tüm denekler, 75 yaşına geldiklerinde hayattan memnun, tatmin olmuş bir portre çiziyor. İş ve özel yaşamlarının; babadan ziyade anne profili ve yansıması ile direkt etkili olduğu ortaya çıkıyor.

*BABA İLE İLİŞKİLER.

Babaları ile çocukken sevgi dolu ve iyi bir ilişki içinde büyüyen denekler, hayatta korku ve endişelerden daha az etkileniyor. Tatillerden daha fazla zevk alıyorlar. Aynı denekler 75 yaşına geldiklerinde, hayattan tatmin olma oranları hayli yüksek kalıyor.
İşte ana etkenler ve yaşamdaki o çok aranan mutluluk olgusuna yaptığı etkiler.

Sonuçta; mutlu olmanın, yaşamdan memnuniyet duymanın en önemli etkeni; çocukluktan itibaren yaşanan İYİ İLİŞKİLER ve SICACIK SEVGİ dolu dokunuşlar olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.

Kısacası mutlu yaşamın sırrı; SEVGİ ve AŞKta kesişiyor.

Tıpkı deneye yıllarını harcayan ve kitapta tüm detayları özetleyen Vaillant’ın dediği gibi.

“Happiness is love. Full stop.”

Dünyamızın sevgi ve aşkla sarıp sarmalanması ve tüm canlıların bundan nasibini gani gani alması dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.08.2016



2 Ekim 2016 Pazar

BEYNİMİN ESNEKLİĞİNİ SEVİYORUM (2/2)

Gelin şimdi kapalı zırhın içindeki bu değişime mercek tutalım.

Doğduğumuz andan itibaren beynimiz hızla gelişiyor. Yeni sinir hücreleri, aralarındaki milyonlarca sinir ağı ile giderek devleşiyor yapısı.

İki yaşındayken beyin hücrelerindeki bağlantı sayısı; yetişkinlerden 2 kat fazla.

Üç yaşında, devreye giren konuşma becerisi ile beynin her iki yarısı eşit gelişimine devam ediyor.

Ancak dört yaşında sol yarı küre konuşmada uzmanlaşıyor. Beş yaşında boyut olarak büyümesini tamamlıyor. Ama değişime devam ediyor elbette.

On bir yaş kritik. Neden mi? Çünkü ağların oluşum hızı düşmeye başlıyor. 
Alışkanlıkların, becerilerin öne çıktığı bu dönemde, kullanılmayanlar siliniyor. Bu sebeple çocuklara sosyal beceri ve hobi kazandırmak için bu yaşın sınır olduğunu unutmamak gerektiğini belirtiyor uzmanlar.

Giderek ergenliğe geçiş yapan çocukta, beynin ön bölümündeki gelişim daha hızlı. Dolayısıyla odaklanma ve öğrenme kolaylaşıyor.

Ancak öte yandan hormonlarla mücadele zirvede.  Aşırı tepkisel ve duygusal bu dönem, gençleri her anlamda zorlamaya başlıyor.

Peki ne zamana kadar?

Ta ki 25 yaşına değin.

25 yaşında beyin doğruyu yanlışı ayıracak akla, zekaya ve bilince sahip oluyor.  O fırtınalı dönem son buluyor. Ortalık sakinleşirken, aileler de rahat bir nefes alıyor.

Ancak beynin değişimi hiç bitmiyor.
Her yeni yaş ve dönemle beraber arı gibi çalışıyor.
Hiç durmuyor. Ve ölene değin hücrelerini yeniliyor. Gerek duyarsa değiştiriyor.
Esnekliğini koruyarak bize yoldaşlık ediyor.

Her deneyim, her tecrübe, öğrendiğimiz her yeni bilgi onda yeni bağlantılar yaratıyor.

Bu konuda yapılan deneyler hayli ilgi çekici. Örneğin Jonesboro'da en saygın üniversitelerden biri olan Arkansas Üniversitesi’nde, yaş aralıkları 19 ile 76 olan yetmiş erkekle yapılan araştırma.

Yaş ilerledikçe, nöronlarımızı kaybettiğimiz bir gerçek. Beyin yapısal olarak, her on yılda bir %2 olarak küçülüyor. Ancak uzmanların ‘beyaz beyin tabakası’ diye tabi ettiği bölümdeki hücre uzantıları artıyor.   

Yani beynimiz yaşlanmıyor. Esnekliğini koruyor ve bizler doyurdukça verdiğimiz bilgileri adeta kapıyor. Böylece fonksiyonel olarak büyüyor.

Öğrenilen her yeni bilgi ve tekrar; beynimizde nöronlar arası yolları kuvvetlendiriyor.

Ayrıca ön beynimizde yer alan çok kıymetli kök hücreler ikiye bölünerek; beynimizin acil ihtiyacı olan kısımlarına gönderiliyor. Böylece beynin hücrelerimiz tazelenmiş de oluyor. Buna ek olarak; normal yolların arasına alternatif yollar döşeyerek destek sağlıyor. Dahası her iki yarı küreği devreye sokarak bize muhteşemliği yaşatıyor.

Yapılan deneyler bunu açıkça göstermiş. Genç ve düşük performanslı beyinlere göre; ileri yaşta ama yüksek performans gösteren beyinlerin çok daha kuvvetli olduğu saptanmış.

Bu nedenle ben diyorum ki; ileri yaşlarda da her şeyi yapmak mümkün.

Sonuç olarak; ruhumuzu ve bedenimizi ne kadar sağlıklı tutarsak, beynimiz de bundan nasibini alacak elbette. Hele hele okumayı, öğrenmeyi ve başkalarına faydalı olabilmeyi AMAÇ haline getirmişsek.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.08.2016



BEYNİMİN ESNEKLİĞİNİ SEVİYORUM (1/2)

Sanırım bedenimizin bu parçasına olan hayranlığım ve açlığım hiç bitmeyecek.

Kim bilir belki bu denli gizemli olması beni çekiyor. Ama beni ilgilendiren; sebebinden ziyade onun muhteşemliği.

Yılları su gibi tüketirken her yönümüzle değişiyoruz. Ve bu değişime birebir tanık oluyoruz. Ancak beynimiz kapalı bir kutu misali.

İçeride neler oluyor?

Acı çekerken, aşıkken, kederliyken, sevdiklerimizi kucaklarken, ağlarken, öfkeyle tepkiler verirken; yaşadığımız yığınla tecrübenin ona etkisi nasıl?

Kazandığımız deneyimler ona neler katıyor?

Ruhumuzun zorlandığı gibi zorlanıyor mu? Yoksa bildiğini mi okuyor?

Bu değerli parçamız adeta kemik bir zırhın içinde. O denli sıkı korunuyor. Çünkü çok kıymetli. Ancak bir o kadar da esnek. Bizim değişimlerimize anında cevap veriyor.

Bu şahane değil mi?

Çünkü belirli bir zamana kadar beyin hücrelerinin yenilenme özelliği olmadığı tezi söz konusuydu.

Oysa şimdilerde beynin esnekliği (brain plasticity), uyum yeteneği, yoğrulabilirliği gündemde.

Yaşamımız süresince; aldığımız tüm çevresel faktör ve farklılıklara tepki olarak; beynimizin yapısını ve işlevini değiştirme kapasitesi var.

Bence bu MUHTEŞEM bir gelişme.

Bir şeyler öğrenirken beynimiz esniyor.

Bir şeyleri hafızada tuttuğumuzda beynimiz esniyor.

Türlü davranışlarda bulunurken beynimiz esniyor ve değişiyor.

Buraya kadar anlaşılabilir geliyor.

Peki ya unuttuğumuzda?

İşte o zamanda; hafızamızda farklı bölgeler oluşturmak adına beynimizin tüm hücreleri, bağlantı ağlarıyla beraber değişime katılıyor.

Nasıl ki yaş aldıkça ve aslında ondan çok kullanmadıkça beden esnekliğimiz kayboluyorsa; beynimiz de öyle.

Yaş aldıkça esnekliği azalıyor bunu hepimiz biliyoruz. Beynimizin şu anki esnekliği haliyle bir bebeğin beyni kadar değil.

Ama olsun. Mademki hücreler yok olmuyor, yeni hücre yapımına ve üstelik değişime müsait; o halde karalar bağlamak niye?

Bunama ve Alzheimer gibi giderek ağırlaşan hastalıklardan korkmayalım artık. (devamı 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.08.2016


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...