24 Mayıs 2013 Cuma

TERAPİDE SEVGİ DOKUNUŞLARI (3/3)


Denizin gülen yüzleri yunuslar ve sıcacık sevgileriyle köpeklerden sonra sırada ATLARLA TERAPİ (Hipoterapi) var.

Hipoterapi, atların  terapist olarak kullanıldığı bir tedavi yöntemi. Engellilerle beraber çok geniş bir kesime hitap ediyor. Başta bedensel ve zihinsel (mongolizm, zeka geriliği gibi) engellilerin rehabilitasyonu olmak üzere; downsendromu, otizm, felç, konsantrasyon eksikliği, hiperaktivite, omurga rahatsızlıkları, kas iskelet sistemi hastalıkları, enfarktüs ve beyin kanaması sonrası, beyin yorgunluğu, ameliyat sonrası tedavi amaçlı, sosyalleşme amaçlı, işitme ve görme bozuklukları, kronik prostat, MS( Multipl skleroz), bazı  jinekolojik hastalıklar, obezite gibi pek çok rahatsızlığın giderilmesinde başvurulabilecek sıcacık sevgi dolu bir metod.

Gelin bu kadar hastalığa derman olan Hipoterapi’ye daha yakından bakalım. Burada esas amaç, atların çok boyutlu hareketleri ve davranışlarıyla hastaların kendilerini daha özgür hissetmelerini sağlamak. Elbette bu verilirken, aynı zamanda hayatlarının normal seyri için gerekli pek çok şey de veriliyor. Yapılan araştırmalar Hippoterapi’nin uygulandığı hastalarda gözle görülür iyileşmeler sağlandığını göstermiş.

Öncelikle hasta ya da engelli atla yakın temasta olduğu için bir canlıya güvenmeyi ve onu yönetmeyi, atla giderken hakimiyetin tamamen kendisinde olduğunu öğreniyor ki bu normal şartlarda kolay elde edilebilecek bir durum değil. Atla baş başayken doğal ritmi içinde fark etmeden kazanıyor bu güven duygusunu. Bununla beraber beden kontrolü, denge ve koordinasyon duygusu da alabildiğine gelişiyor. Ani tepki vermemeyi öğreniyor. Atla beraber uyum içinde hayata yeniden katılıyor; bir anlamda içindeki umutla yaşama azmini katlayarak artırıyor.

Atlarla terapinin ilk olarak 460′lı yıllarda Romalılar ve Yunanlılar tarafından uygulandığı biliniyor. Ancak esas olarak 1940′lı yıllarda Avrupa ve Batı Almanya’nın bir bölümünde ve İsviçre’de uygulanmaya başlamış. 1950’lerde İngiliz terapistler hipoterapinin her türlü engelli için uygulanabileceğini ileri sürmüşler. 1960′lardan itibaren ise Kanada ve Amerika’da hipoterapi merkezleri yaygınlaşmış. Bugün sadece Amerika’da 600`ün üzerinde "atla tedavi merkezi" var.

Bu yöntemin birçok kazanımı vardır. Atla tedavi, çevreye ait duyuların gelişmesi, gözle koordinasyonun sağlanması, ayırt edebilme yeteneğinin kazanılması açısından en ideal yöntem. Bütün kasları dengeli bir şekilde çalıştırdığı için özellikle bedensel engellilerin zayıf adalelerinin gelişmesine yardımcı oluyor. İnsanları psikolojik açıdan rahatlatıyor. Bu yönteme başvuranlar, kendilerini daha iyi hissediyor, özgüvenleri artıyor, dış dünyayla sağlıklı bir iletişim kuruyorlar.

Bu tedavinin dikkati çeken başka bir yönü de sabrın gelişmesi, duyuların kontrol edilmesi, öz disiplinin geliştirilmesi. Arkadaşlıkları artırarak kişinin sosyal yaşamına olumlu etkiler yaptığı gibi, engelli insanların tek başına yapamadıkları pek çok şeyi de at yardımıyla yapabilmelerini sağlıyor.

Ata binmek, uzmanlar tarafından aynı anda 4 farklı şekil çizilmesine benzetiliyor. Çünkü binici ata binerken iki el ve iki ayak ile farklı hareketler yapmak zorunda. Bu nedenle de diğer hareketli tedavi yöntemlerinden daha etkili.

Atın sıcaklığı insan sıcaklığına nazaran 1,5-2C° daha yüksek. Ve bu yüzden at adeta ısıtmalı bir masaj aleti gibi görev yapıyor. Ayak kaslarına masaj yapıyor, kan basıncını artıyor, özellikle kalça bölgesinde ısınma yaratıyor. Uzmanlar bu ısınmanın prostat tedavisi de  dâhil olmak üzere pek çok alanda etkili olduğunu savunuyor. Mide ve barsak sistemin, kalp ve damar hastalıklarının düzelmesi, hatta felç sonrası tedavi atlarla terapi sayesinde yapılabiliyor.

Ata binmenin insanlar üzerindeki pozitif etkileri çok büyük, özellikle çocuklar üzerinde. Çünkü onlar tıpkı bir oyun oynar gibi çevrelerinde olan biteni algılıyor, yani fark etmeden öğreniyor. At üzerinde komut vermeye çalışırken konuşma gelişimleri destekleniyor.

Atlarla terapi alanlar daha kolay sosyal iletişime geçer ve arkadaşlık kuruyor. İçlerindeki hayvan sevgisi gelişiyor. Tecrübeleri artıyor. Sıkıcı ortamların gerginliğinden bir süre de olsa kurtulmaları onlara özgürlüklerini hissettiriyor. Yalnız olarak yapamadıkları pek çok şeyi ata binerek yapmanın keyfine varıyorlar. Bu durum öz güveni önemli ölçüde artıyor, dış dünyaya karşı ilgi artıyor çünkü hayata bağlanıyor; kendisini ve hayatı daha çok seviyor. Öz disiplini artıyor, risk almayı, korkmamayı ve bir canlıya hakim olmayı öğreniyor. Sabrını geliştiriyor, öz disiplin sağlıyor,  duygularının kontrolünü elinde tutabiliyor.

Atlar son derece hassas hayvanlar. Çevrelerindeki her şeye dikkat edip bunu hareketleriyle de belli ediyorlar. İşte bu özellik, engellilerin çevrelerindeki kuvvetli uyaranlarla az kuvvetli uyaranları birbirinden ayırt etmelerini kolaylaştırıyor. Görsel algılama becerileri artıyor.

Sonuç olarak hipoterapi, fiziksel, sosyal ve psikolojik gelisimi doğal ortamlarda, dogal ve keyifli bir sekilde oluşturduğu için etkileri çok daha kuvvetli oluyor.

Tüm bu güzel desteklerine karşın ülkemizde atla terapi uygulayan fazla tesis yok. Olanlardan ise çoğu kişi maddi olanaksızlıklardan dolayı yararlanamıyor. Bu da bir başka ülkemiz gerçeği maalesef.

Hayvan terapisinin yararlarını destekleyen araştırma verileri belki biraz yetersiz. Ancak terapi görenler tarafından aktarılan öyküler önemli olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Tıp otoriterleri tarafından pek kabul görmese de en azından hastalara pozitif enerji kazandırmak, neşelendirmek, rahatsızlıklarından uzaklaştırmak ve yaşama daha sıkı sarılmalarını sağlamak için denenecek bir yol diye düşünüyorum. Çünkü karşılıksız sevginin sımsıcak ve güzel dokunuşları hayvanlardan bizlere, engellilere, hastalara çok güzel bir şekilde yansıyor. Diliyorum ki, bu güzel dokunuştan daha pek çok kişi nasibini alsın ve bu amaçla hayvanlarla terapi ülkemiz genelinde yaygınlaşsın. 
Karşılıklı iletişimin güzelliğini yaşayanlar artsın; engellerden ve her türlü hastalıktan doğal yöntemlerle uzaklaşmanın keyfini yaşasınlar. Sosyalleşme adına atacakları destekleyici basamaklarla bizlerin arasına kolayca katılsınlar. Hayata umutla ve sevgiyle bağlansınlar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.05.2013


TERAPİDE SEVGİ DOKUNUŞLARI (2/3)


Şimdi denizlerden karaya geçme vakti; sırada TERAPİ KÖPEKLERİ var.

Aslında bu işe en uygun hayvanlar sıralamasında ilk sıradalar. Köpeklerin engellilere yardımcı olarak kullanılmaları ilk defa görme engellilerle başlamış. Ancak günümüzde  pek çok engelli insan için köpekler yardımcı olarak kullanılıyor. Özellikle son derece uyumlu ve sevecen olduğu için Rottweiler cinsi köpekler bu işte tercih ediliyor. Görme engelliler için ‘rehber köpekleri’; işitme engelliler için ‘duyan köpekler’ ve bedensel engelliler için ‘hizmet köpekleri’ olarak sınıflandırıp, yetiştiriliyorlar. Tümüne ‘yardım köpekleri’ deniyor. Hizmet köpeği engelli sahibi ile onun girdiği her yerde onunla 24 saat beraber yaşıyor, her anında yanında bulunuyor; yani bir yaşamı beraberce paylaşıyor.

‘Terapi köpekleri’ olarak adlandırılan köpekler ise sadece engelliler için değil; hastanelerde, huzur evlerinde, psikiyatri kliniklerinde, okul ve benzeri yerlerde kalan herkes için görev yapıyor. Terapi köpekleri bu yerleri sahipleri ile düzenli olarak ziyaret ederek buradaki insanlarla birebir temasa geçiyor. Bu sıcacık temasın onları rahatlattığı, tansiyonlarını belli ölçüde düşürdüğü, kalp atışlarını düzene koyduğu, onları meşgul ederek hoşça vakit geçirmelerini sağladığı, hastaların iyileşmelerini hızlandırdığı artık bilimsel olarak ispatlanmış.

Yardım amaçlı eğitilen köpekler, bu güzel ve sıcak sevgi dokunuşları ile insanların hayatlarını öyle kolaylaştırıyor ki. Örneğin tekerlekli sandalyede yaşayan birisi için yere düşen eşyaları alıp vermek, kapıları açmak, ışıkları yakıp söndürmek, çamaşır makinesini doldurup boşaltmak gibi pek çok işe yarıyorlar.

Yurt dışında hizmet köpeği yetiştirip eğiten ülkelerde bu işleri sivil toplum örgütleri yapıyor. Kar amaçları olmadığı için; eğittikleri köpekleri engelli insanlara herhangi bir ücret talep etmeden veriyorlar. Türkiye’de ise henüz bu anlayışta sivil toplum örgütü yok. Üstelik ülkemizde bu tarz köpeklerin kullanımında sakıncalar da var maalesef.

Hizmet köpekleri üzerlerinde uyarıcı "lütfen sevmeyin hizmet köpeğidir" gibi ibareler taşıyan yelekler ile görev yapmak zorundalar. Ve bunları gören insanlar da köpeklerin dikkatini çekmemeye, sahibinin iznini almadan dokunmamaya, sevmemeye özen göstermek durumundalar. Hizmet köpeğinin konsantrasyonunu bozmamak adına elbette. Bu özelliklere sahip köpekler; pek çok ülkede sahibinin girdiği yerlere (lokantalar, oteller, yüzme havuzları, spor salonları, sinema, tiyatro, cafe, toplu taşıma araçları gibi) girebiliyorlar. Çünkü geçerli izinler o ülkelerde kanunlarla sağlanmış. Ancak Türkiye'de böyle bir uygulama için sanırım hala çok erken. Sokak köpek ve kedilerin varlığı bile hizmet köpeklerinin dikkatini dağıtmaya yetebilir. Keza konudan uzak bizlerin bile.

İsterseniz gelin şöyle bir düşünelim beraberce. Türkiye'de hizmet köpekleri engelli sahipleri ile nerelere gidebilir? Öncelikle toplu taşıma araçlarını kullanamayacaklar. Hadi bir şekilde  istedikleri yere vardılar diyelim; beraberce sosyal yaşam alanlarının (otel, lokanta, spor salonu, cafe, sinema, tiyatro, … gibi) çoğuna, belki de tamamına alınmayacaklar. Bu yerlerden bazılarının girmelerine izin verdiğini düşünelim. Bu sefer orada bulunan diğer müşteriler tarafından; belki korktukları belki de varlıklarından rahatsızlık duydukları için istenmeyecekler. Bu konuda maalesef koruyucu kanunlar yok bildiğim kadarıyla. Elbette olumsuz düşünmekten yana değilim ama bunlar ülkemizin gerçekleri. Ve tüm bu olumsuzluklar Türkiye'de hizmet köpeklerinin kullanımını engelliyor maalesef. Yine de bu kadar olumsuzluk karşısında bile Türkiye'de engellilerin de köpek sahibi olma, hizmet köpeklerinden yararlanma hakları var. 

Tüm bunların ötesinde  engelli bir insanın bir köpekle yaşamasının, onun karşılıksız sevgisini almasının ruhuna çok iyi geleceği de göz ardı edilemeyecek bir gerçek. Bu anlamda daha duyarlı olmak, daha olumlu bakmak ve daha fazla beklemeden adım atmak hepimizin görevi diye düşünüyorum. (devamı 3/3 ‘de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.05.2013

TERAPİDE SEVGİ DOKUNUŞLARI (1/3)


Engellilerin hayatlarını kolaylaştırmak adına pek çok yöntem geliştiriliyor, yeniliklerin peşinden koşuluyor. Ancak yüzyıllar öncesinden gelen bir terapi yöntemi var ki sadece engelliler için değil; aynı zamanda hastalar, yaşlılar ve normal insanlar için de sakinleştirici, iyileştirici dokunuşları ile pek çok ilaçtan ve yöntemden çok daha etkili. Hayvanlar karşılıksız ve koşulsuz sevginin en sıcak isimleri. Hayatımıza kattıkları renkler tartışmasız hepimiz için çok önemli. Vefalılar. Sadıklar. Üstelik bazen ruhları bazen bedenleri yaralı insanlarımıza kazandırdıkları ile de tartışmasız çok ÖZELLER.

Gelin bu tedavinin ilk çıktığı yıllara gidelim. Yapılan araştırmalar ilk terapi amaçlı  kullanımın Belçika’nın Gheel şehrinde, 9. yüzyılda başladığını gösteriyor. Bu amaçla çiftlik hayvanlarına engelli insanlar için tasarlanmış yardım bakıcılığı öğretilmiş. Hayvan yardımlı iyileşmenin Amerika’daki ilk kullanımı ise psikiyatrik hastalar için olmuş. Terapi hayvanları böylelikle ortaya çıkmış ve hem çocuklarda hem de yetişkinlerde, akıl sağlığı konusunda faydalı etkiler yaratmış. Hayvan terapisinin okullar, hapishaneler, hastaneler, huzur evleri ve ayakta hasta bakım programlarına kadar geniş kapsamlı kullanımı ve uygulanması ise yalnızca son birkaç on yıla dayanıyor.

Çalışmalar bir evcil hayvanla fiziksel temasın yüksek tansiyonu düşürdüğünü ve kalp krizi geçirmiş kişilerin hayatta kalma oranlarını artırdığını göstermiş. Aynı zamanda bir hayvanı okşamanın, ağrı tepkisini baskılayan endorfin hormonu salgılanmasına neden olduğuna dair kanıtlar da var.

Söz konusu faydalar; evcil hayvan sahipliğinden elde edilebileceği gibi, tedavi edici hayvanların ziyaret etmesiyle de sağlanabiliyor. Hayvanlar insanların yaşlılıklarını ya da sağlık durumlarını yargılamadan oldukları gibi kabul ediyorlar. Bu naif durum ise sundukları karşılıksız sevgi dokunuşlarının etkisini kat be kat artırıyor.

Terapi hayvanlarının genel olarak sağladıkları faydaları bakın uzmanlar nasıl açıklıyor?

*Terapi hayvanlarının yardımıyla pek çok beceri kazanılıyor.

*Hastanın rehabilitasyonu, birlikte yürümek, koşmak gibi aktivitelerle teşvik ediliyor.

*Hayvanı okşama, tımarlama ya da besleme ile uygun motor becerileri geliştiriliyor.

*Terapi hayvanları ile yakın temasa girmek kan basıncını azaltıyor. Hastalar hayvanları okşarken aynı zamanda egzersiz de yapmış oluyorlar.

*Hayvanın sözlü ya da fiziksel komutlara cevap vermesiyle hastanın iletişimi destekleniyor, yaşama katılım yüzdesi artıyor.

*kendilerini hayat bağlayan ve yaşama azmi veren hayvanlar üzerine yazı yazmak ya da konuşmak; insanlar arasındaki iletişimi geliştiriyor, birbirlerine yakınlaştırıyor.

*Hastanın gelişiminde, iyileşmesinde, hayata tutunmasında gözle görülür değişiklikler meydana getiriyor.

*İnsanların içinde bulundukları yalnızlık ve depresyon hissini büyük ölçüde azaltıyor; umutlarını her daim sıcak tutmalarına destek veriyor.

Şimdi gelin terapi amaçlı kullanılan hayvanlardan örneklemeler yapalım.

İlk sırada insanlara en yakın canlı olarak bilinen, denizlerin gülen yüzleri YUNUSLAR  var. Yunuslarla terapi yöntemi sayesinde sorunu olan insanlar başta şefkat duygusunu öğreniyor. Farkındalıkları artıyor ve bu durum onların dış dünyayla olan ilişkilerinin artmasını sağlıyor. Yapılan araştırmalar, yunusların yaydığı ses dalgalarının insanlar üzerinde iyileştirici bir etki bıraktığını belirtiyor. Bu nedenle sağlıklı kişiler için de son derece yararlı ve şifalı yunuslar. Son yıllarda küçük büyük hemen herkeste görülen depresyon için olumlu artıları var. Mutluluk hormonu salgılanmasını artırdığı için de doğal yolla huzur ve mutluluk veriyor.

Engel türü ve yaş sınırlaması yok bu tedavide. İki yaşın üstündeki bütün zihinsel ve fiziksel engelli kişiler için rahatlıkla denebiliyor. Yunuslarla terapi için özel dernekler var. Üstelik bu derneklerde maddi durumu yetersiz aileler unutulmamış. Yunuslarla terapiden sadece engelli kişilerde değil sağlıklı olan kişiler de arınmak ve rahatlamak adına faydalanabiliyor. Yapılan deneylerde konuşamayan çocukların terapi sonunda konuşmaya başladığı, insanlarla ilişki kurmakta zorlananların ise çevresi ile çok rahat iletişim kurmaya başladığı görülmüş. Üstelik bu faydaları elde etmek için sadece 5 ila 10 gün arası bir terapi almak yeterli.

Yunuslar çok özel hayvanlar. Aynı anda birden fazla frekansta ses üretebiliyorlar. Duydukları seslerin frekans aralığı 20-150 kHz arasında değişiyor ki; bunlar insan kulağının algılayabileceği frekanslar değil.

Bilim adamları yunuslarla iletişime geçmek ve çıkardıkları sesleri çözmek adına dünyanın pek çok bölgesinde çalışmalar yapıyor. Bunlardan bir tanesi Tokyo Üniversitesi’ne ait.  Buradaki araştırmacılar bir nevi ‘yunus hoparlörü’ üretmişler ve yunus dilini anlayabilmek adına denemelerine aralıksız devam ediyorlar.

Öte yandan İngiliz ses bilimci John Reid, yaklaşık 10 yıldır yunusların diini çözmek için uğraşıyor. Su altına yerleştirilen bir kamera ve mikrofon sayesinde yunusların seslerini kaydeden Reid, geliştirdiği cihaz sayesinde artık onların her çıkardığı sesi özel metodu ile kağıda aktarıyor. Şekiller halinde beliren yunus konuşmalarının temel yapısını da çözen Reid asıl hedefinin onları anlamak ve yunuslarla onların dilinden konuşabilmek olduğunu söylüyor.

Peru’nun başkenti Lima’da araştırma yapan doğum uzmanları ise; yunusların çıkardığı seslerin, anne karnındaki bebekler tarafından algılandığını ve beyinlerini faaliyete geçirmeye teşvik ettiğini belirtiyor. Hatta bebeklerin bu sese yönelik duyularını geliştirdiğini iddia ediyor. Bu olumlu etki henüz kanıtlanmasa da Lima `daki klinikte çok sayıda anne adayı, eğitimli yunuslarla düzenlenen terapilere katılıyor. Bu amaçla yunusların olduğu bir havuza getirilen anneler; yunuslara yaklaşarak, eğitmenleri eşliğinde onları besliyor ve yunus ile yakın temasta bulunuyor. Bu tecrübeyi yaşayan anne adayları durumlarından hayli memnun, çünkü bebeklerinin yunusların yanında harekete geçtiğini söylüyorlar. (devamı 2/3’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.05.2013

20 Mayıs 2013 Pazartesi

İKİZİNİN FARKINDA MISIN?


Kimiz biz?

Gerçekten olduğumuz kişi mi?

Yoksa kafamızda yarattığımız, olduğumuzu düşündüğümüz kişi mi?

Kafamızda yarattığımız kişiyle, içeriye kilitleyip yok etmeye çalıştığımız gerçek kişi yani ikizimizle bir arada yaşıyoruz çoğumuz. Ama farkında değiliz.

Farkında olabilmek ne kadar önemli, her defasında bir başka yönden önemini kavrıyor insan. Hayat kocaman bir tiyatro sahnesi ve bizler o sahnedeki oyuncularız. Ancak çoğumuz oynadığımız rollerin farkında değiliz. Hayatın o hızlı koşturmacası içinde üstlendiğimizi düşündüğümüz rolleri sorgulamadan, üzerimize uyup uymadığına bakmadan öylesine yaşıyor gibiyiz. Sanki dışardan bir el bizi yönetiyormuşçasına. İşte bu nedenle de mutsuz, hayal kurmaya bile çekinen, cesaretten yoksun bireyler haline geliyoruz. Mutlu olmak için gerçekten nelere ihtiyacımız olduğunu ya bilmiyoruz ya da biliyor ama görmezden geliyoruz ki; bu daha da kötü. Çünkü o sahneye hepimiz sadece bir defa çıkma hakkına sahibiz. Bizi mutlu edecek, hayallerimizle süslenecek, kendi seçtiğimiz rolü oynamak da en doğal hakkımız. Bunun için de kendimizi çok iyi tanımalı, neler hissettiğimizi çok iyi bilmeli, duygularımız da dahil kendimizin FARKINDA OLMALIYIZ.

Kendimizle ilgili gerçekleri bulmanın ilk yolu için, ‘’zaten kendimi tanıyorum’’ demeyi bırakmamız lazım. Ardından açık yüreklilikle, kendimizle yüzleşecek kadar cesur bir şekilde düşüncelerimizi yönlendirmemiz gerekiyor. Belki önümüzde kocaman engeller vardır. Belki de  olduğumuzu düşündüğümüz kişi bizi esir alıp, tüm sahneyi ele geçirmiştir. Eğer böyleyse ikizimiz adeta bize hiç söz hakkı tanımaz. İster ki her şeyi kendisi yapsın. Aslında olduğumuzu düşündüğümüz kişi gerçek kimliğimizden yani gerçek bizden korkar. Esas korkusu ise diğer insanların hakkında kötü şeyler düşünmesidir. Ve bu nedenle güvende kalmayı tercih ederek gerçek kimliğimizi saklar, onu gömmeye çalışır. Böylece biz giderek gerçek kimliğimizden uzaklaşırız. Ta ki fark edene değin.

Pekiyi ne zaman iki kişi olarak yaşamaya başlarız? Bu bazen çocukluk yaşlarına kadar inebilir diyor konuyla ilgilenenler.

Pek çoğunuz bunu zaten bildiğinizi, tüm bu satırların anlamsız olduğunu düşünebilirsiniz. Uzmanlar ‘’eğer böyle düşünüyorsanız, olduğunuzu düşündüğünüz kişi çoktan sizi ele geçirmiş demektir.’’ diyor.

Gerçekten de çoğu zaman hemen hepimiz bunu yapıyoruz yine farkında olmadan. Önümüze öyle setler çekiyoruz ki, kendi içimizdeki yalnızlığımızla bir başımıza kalıyoruz. Başkaları hakkımızda neler düşünür diye korktuğumuz için de bu engelleri yıkmaya cesaret gösteremiyoruz bir türlü. Ama unutmayalım ki o engellerin, o sınırların ardında zaman içinde yok olup gitmek an meselesi. Umutsuz, mutsuz, hayalsiz kalmak da cabası…

İçimizdeki kişinin kim olduğunu bilmek, asıl kimliğimizi yakalamak, daha mutlu ve huzurlu yaşamak adına davranış tarzımızı; karşılığında gelen tepkileri ve bizim o tepkilere olan hislerimizi iyi özümsemek gerekiyor her şeyden önce.  
İşte bunu başarmak için gelin beraberce kendini keşfetme terapisi nedir, nasıl yapabiliriz ona bakalım. Belki bir iki ipucu yakalarız, ne dersiniz?

Bu yöntemi John Verdon’un ‘Aklından Bir Sayı Tut’ romanının sayfaları arasında gördüm. Romanın akıcılığı içinde sadece bir paragraftı gözüme çarpan; ama ilgimi çektiği için  paylaşmak istedim. Uygulanabilirliği var gibi görünüyor, takdir sizlerin olsun…

KENDİNİ KEŞFETME TERAPİSİ için size verilen değişik rolleri oynamanız gerekiyor. 
Her kişi belirli bir dönem boyunca yaklaşık on farklı rol oynuyor. Her gün yepyeni bir rol. İstememek, kabul etmemek yok. Önerilen her rolün hakkını vererek, o rolün gerektirdiği şekilde davranmanız önemli. Örneğin, bir gün hata yapan birisi oluyorsunuz, gün boyu düşünmeden adım atan, aceleci bir role bürünüyorsunuz. Elbette karşıdan gelecek tepkileri de kabulleniyorsunuz, karakteriniz buna aykırı dursa da. Bir başka gün yardımsever birisi oluyorsunuz. Herkese yardım ediyor, karşıdan aldığınız tepkilerle yardımseverliğin size neler getirdiğini birebir yaşıyorsunuz. Ertesi gün her şeye muhalefet ediyorsunuz, bir başka gün ise her şeye olumlu çerçeveden bakıyorsunuz, hiç kızmıyor, olaylar karşısında sabırla beklemeyi tercih ediyorsunuz.

Tüm bu rolleri yaşamak, tepkileri görmek, kendi içinizdeki sesi dinlemek size geniş ve farklı bir bakış açısı kazandırıyor. Kısacası bu yöntemin anlamı; insanların hayatları boyunca üstlendikleri rolleri net olarak görmelerini sağlamak oluyor. Rollerin içerikleri, senaryoları o rolü üstlenen kişi tarafından seçilmemiş gibi görünse de; tutarlı ve tahmin edilebilir bir etki bırakıyor. Çünkü her yeni gün sergilenen yeni davranış tarzlarını öğreniyorlar. Aslında her tarzın bir seçim olduğunu anlıyorlar. Ve sonrasında zararlı hareketlerini yararlı olanlarla değiştirebilecekleri bir davranış programı uygulanıyor.  Yani TARZ, SEÇİM, DEĞİŞİM yaşanıyor. Basit ama oldukça etkili bir yol gibi değil mi sizce de?

Hayatın getirdiklerini ve sahne üzerinde oynadığımız ana rolün hakkını vermek, sonunda farkındalığı güçlü, her şeye rağmen tebessüm eden kişiler olmak için  çabalamak gerekiyor. İçimizdeki mücadele gücünü, hep pozitif enerjiyle destekleyecek motivasyonu  ise yine kendi içimizde buluyoruz. Bunun için kendimizi çok iyi tanımamız, varsa engeller ya da sınırlar onları bir bir yıkmamız gerekiyor. Hayat bizim hayatımız, doğrusuyla yanlışıyla her şeyden sorumlu olan da biziz. O halde gelin; sahne üzerindeki bu tek perdelik rolümüzün hakkını vererek oynayalım. Bir başka kimliğin ardına saklanmadan gerçek kimliklerimizle yaşamı tebessümle kucaklayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

09.04.2013


16 Mayıs 2013 Perşembe

HAYAT DİREKSİYONU BENİM ELİMDE ( 2/2 )


Zihni organize etmek, zihnimizin direksiyonunu kendi elimizde sımsıkı tutmak ve olabildiğince verimli kullanmak çok önemli. Böylelikle kendi verimliliğimizi artırıyoruz ki bu da özlediğimiz KALİTELİ YAŞAMIN en güzel anahtarı. Olaylar karşısında hızlı düşünmenin, doğru algılarla doğru karara varmanın da yolu. Elbette doğru ve hızlı düşünmek kadar sistemli düşünmenin de önemi büyük. Çünkü bu sayede düşüncelerimizin farkında oluyoruz. Kaçıp gitmelerine, biz fark etmeden olumsuz yönlere kaymasına izin vermiyoruz.

Yapmamız gereken en önemli şey, gerek küçük gerekse büyük olaylar karşısında zihnimizin doğru tepkiler vermesini amaçlıyor olmak. ‘Zihnimizi düzenlemek bizim hedeflerimize daha kolay ulaşmamızı sağlıyor’ diyor uzmanlar. Tıpkı masamızı, odamızı düzenlemek gibi. Bu düzen elimizi her attığımıza kolayca ulaşmamızı nasıl sağlarsa; düşüncelerimizi düzenli tutmak da aynı işlevi yapıyor. Karmaşa, çözümsüzlük yok bu düzende. Aksine çözümleme odaklı bakıyoruz. İstediğimiz de bu değil mi aslında? Elbette aklımıza hiçbir zaman imkansız kelimesini getirmiyoruz.

Ve böylece kendimize olan güvenimizle, düzenli zihin yapımız ve olumlu düşüncelerimizle belirlediğimiz rotada hızla ilerlemenin keyfini yaşamaya başlıyoruz. 
Hayat direksiyonumuzu kendi elimizde tuttukça yaşamla ve zorluklarıyla daha kolay mücadele ediyoruz. Hedef ve hayallerimize daha çabuk ve doğru kanallarla ulaşıyoruz. Mutlu anlarımızın keyfini çıkarıyor, enerji ve tebessümlerimizi kalıcı hale getiriyoruz. İşte kaliteli yaşamı kucakladık bile. Daha ne olsun?

Hayatta yapmak istediklerimiz ve hedeflerimizin yanında bir de her zaman yapmak zorunda olduklarımız var. Bugünün işini yarına ertelediğimizde, bitirmediğimiz her iş zihnimizde bir birikime yol açıyor. Sonlandırmamış olduğumuz işlerin yarattığı karmaşıklık, bizim net düşünmemize de engel oluyor. Çünkü sonraki işlerimizi daha kolay planlamak, daha hızlı çözüme ulaşmak  için zihnin sadeleşmesi çok önemli. Zihnimizin aşırı dolu olması, mevcut stres ve problemler kapasitemizden tam olarak  yararlanmamıza engel oluyor. Yani verimlilikten uzaklaştırıyor.

Bu nedenle zihni dinç ve sağlıklı tutmamız çok önemli. Geçmişteki kötü yaşanmışlıkların sisli puslu havasını yok etmek; gelecekle ilgi endişe ve kaygıları olabildiğince aza indirmek yapabileceğimiz ilk adımlar. Her zaman dediğimiz gibi dünü dünde bırakıp, bugünü yaşamak ve geleceğe sadece umut ve tebessümle bakabilmek asıl olan. Bizi gergin ve öfkeli yapacak her türlü kişi ve ortamdan, stresten olabildiğince uzak kalmak, huzurla düşünmemizin temel basamakları. Tıpkı bedenimiz gibi ruh ve zihin sağlığımız da enerjiyle dolu ve dinç olacak ki içimizden yapma isteği gelsin. Böylelikle kendimize, etrafımızdakilere hatta dünyaya verimli olalım.

Verimlilik, sahip olduğumuz fiziksel ve zihinsel kaynaklarımızı en etkin biçimde kullanmamız demek. Konunun uzmanları zihinsel verimliliği; ‘bireyin zihinsel kaynaklarını geliştirmesi ve etkili biçimde kullanılmasıdır’ şeklinde tarif ediyor. Pekiyi geliştirmemiz gerekli zihinsel kaynaklarımız neler?  Sahip olduğumuz bilgiler, zihinsel becerilerimiz (düşünme, anlama, sorgulama, karar verme, sorun çözme) ve hızımız.  Bunları ne kadar geliştirir ve etkin kullanmasını öğrenirsek başarımız o ölçüde artıyor. Çünkü zihinsel verimliliğimizin artması; bizim geniş düşünmemizin ve farklı bilgilere kolayca ulaşmamızın, yeri geldiğinde kullanmamızın yollarını açıyor. Bu sayede yeni bilgiler üretmememiz, toplum yaşantısına daha rahat katılmamız, daha aktif  ve cesur olmamız, kendi kapasitemizi geliştirmemiz mümkün. Tüm bunlar ise bizim hayata daha sıkı sarılmamız, hedeflerimize daha kolay koşmamız için altın birer anahtar adeta.

Özetle hayat direksiyonumuzu elimize aldığımızda; dinç ve huzur dolu bir ruhla, net ve düzenli düşüncelerimizle; zihnimizi organize etmemiz ve verimli kullanmamız mümkün. Herkesin imrenerek baktığı, belki de gıpta ettiği kaliteli bir yaşamın gölgesinde mutlulukla gülümsemek için tüm bunlara değer bence. Siz ne dersiniz?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.05.2013

HAYAT DİREKSİYONU BENİM ELİMDE ( 1/2 )

Kapımızdaki en güvenilir bekçimiz olan BİLİNCİMİZİ doğru kullanmanın bizleri daha pozitif bir dünyaya taşıdığını artık hepimiz biliyoruz. Bunun yanında ZİHNİMİZİ düzene sokmak da bir o kadar önemli. Hayatla ve hayatın tüm zorluklarıyla başa çıkmamız için her ikisine de ihtiyacımız var.

Olumlu düşünceler bizim yolumuzu ışığı ile aydınlatan meşaleler gibi adeta. Kendimizi daha iyi hissetmemizi, huzurla dolmamızı sağlamanın yanında; hedeflerimizi daha rahat yakalamamızda da rol oynuyorlar. Geceleri uykuya dalmadan önce yaşadığımız güne, acı tatlı gördüğümüz her olaya şükredip; yarının bugünden çok daha güzel olacağı, daha renkli geçeceği, mutluluk ışıltıları yayacağı umuduyla gözlerimizi kapatmamız öyle güzel bir ön hazırlık ki yarın adına. Çünkü bu düşüncelerle uyuyup uyandığımızda; ertesi sabah gözlerimizi zinde ve mutlu açacağımız kesin. Üstelik bir de henüz başlayan yeni gün için dolu dolu yaşadığımızı düşünerek şükretmek, geceki olumlu düşüncelerimizi kuvvetlendiren tatlı dokunuşlar olmaz mı sizce de?

Ve işte artık hayata ve olaylara daha olumlu bakmaya hazırız. Tebessümler eşliğinde baktığımız her olayı olumlu algılamamız ve olumlu düşünmemiz; olumlu enerji yaymamızı sağlıyor. Bu ise elektromanyetik alanımızı yani auramızı ışıltılarla dolduruyor. Tüm bunları yaparken belki biraz yoruluyoruz ama etrafımızdaki güzellikleri toplamayı da hak ediyoruz. Düşüncelerimizin kalitesine ve gücüne bağlı olarak, çevremizdeki  tüm olumlu ve güzel enerjilerin bize doğru gelmemesi için artık hiçbir sebep yok.

Böylesi güzel başlanan bir sabahtan sonra günümüzün kötü geçmesi mümkün değildir ki? Arada olumsuzluklar olsa bile, bizim enerjimizin karşısında yok olup giderler çok kısa sürede. Çünkü mücadele gücümüz her zorluğu yenecek derecededir. Pozitif kalkanımız ise bir zırh gibi koruyacaktır bizi.

Hayallerimizi gözlerimizin önünden sevgiyle geçirmek, adeta sahip olmuşçasına tebessüm ederek, kalben desteklemek ise günün en güzel itici motivasyonu aslında. Elbette hedef ve hayallerimize engel koyan hiçbir düşünceye izin vermemek gerek. Ve kendimize, cesaretimize, istersek her şeyi başarabileceğimize sonuna değin güvenmek gerek. Kaç kez başarısızlığa uğramış olursak olalım, önemli olan pes etmemek ve yeniden deneme cesaretine sımsıkı sarılmak, öyle değil mi? Pek çok bilim adamı buluşları bu sayede gerçekleştirmedi mi? Sadece bir kez deneyip bir şeyler bulmak, yenilikler yapmak mümkün mü? Değil elbette. Denemek, denemek ve pes etmemek en önemli koşul.

Bakın Hintli ünlü düşünür ve filozof Osho ne der; ‘’ Değiştirmeniz gereken bilinç halinizdir. Davranışlar bundan sonra değişir. Sorun ne yaptığınız değil, ne olduğunuzdur. ‘’ Ne kadar doğru değil mi? O halde gelin kapımızdaki o en güvenilir bilincimize ihtimamla bakalım ve direksiyon hakimiyetimizi elimizden hiç bırakmayalım.

Elbette kendimizi her zaman iyi hissetmemiz mümkün olmayabiliyor. Gün geliyor hepimiz yaşadıklarımızdan ya da etrafımızdaki olaylardan etkileniyoruz. Ancak üzgünken ya da öfkeliyken yapacağımız bir iki basit hareket bizi o anın olumsuz düşüncelerinden tamamen kurtaracak. Nasıl mı? Gelin bu konuda uzmanların önerilerine kulak verelim.

Metod gayet basit aslında, tüm yapacağımız o anlarda ZİHNİMİZİ ŞAŞIRTMAK. Bizden her zaman beklediği hareketlerin dışında farklı bir tavır sergilemek o kadar. Ancak dikkat edeceğimiz tek bir nokta var, o da yaptığımız değişikliklerin alışkanlığa çevrilmesine izin vermemek. Her defasında farklı yollar denemek. Çünkü insan beyni alışkanlığa çok meyilli. Sık tekrarlar zihnimizin onu alışkanlığa çevirmesi için yeterli olabiliyor. Bu nedenle de yeni düşünce ve tavırlarımız kısa süre içinde alışkanlık haline dönüşüyor. Olumsuz ve bağımlılık yapacak her şeye  çok kolay alışıyoruz olmamız da bu sebepten. Elbette bu özelliğimizi olumlu yönde kullanmak; bize başarı yollarını açacak güzel bir basamak aslında ama, zihnimizi şaşırtırken bunu yapmıyoruz. Dikkat edeceğimiz nokta sadece bu.

Biliyor musunuz zihnimizi şaşırtırken her yolu deneyebiliriz. Yeter ki yepyeni şeyler bulup deneyelim ve zihnimiz kendi kendine söylensin ‘’bu değişiklik de nereden çıktı? ‘’ diye. Örneğin üzgün anlarımızda hep yaptığımız gibi, buzdolabının kapısını açıp bir şeyler atıştırmak yerine, elimizde imkan varsa ılık duş alalım. Ya da dışarıda kısacık bir yürüyüşe çıkalım. Çok öfkelendiğimiz de, kızmak, söylenmek yerine; pencereyi açıp temiz hava almayı deneyelim ya da içimizden sayalım. Ancak bu yaptıklarımızı bir daha ki sefere tekrar etmeyelim. Yine üzgün bir anımızdaysak bu kez duş almak yerine, bir müziğe yüksek sesle eşlik edelim. Öfkeliyken içimizden saymak ya da temiz havaya çıkmak yerine sevdiğimiz bir kitaptan sadece bir iki satır okuyalım. İşte zihnimiz yine şaşırdı ve tüm bunlara bir anlam veremedi. Zihnimiz bizim ne yaptığımızı anlamaya çalışırken,  biz kendimizi daha iyi ve mutlu hissetmeye başlıyoruz yavaş yavaş.

Hayatımıza bir esneklik kazandırmak için de değişiklik yapmakta her zaman fayda var. Bu bize yeni bir bakış açısı, yeni bir görüş kazandıracağı gibi hayattan alacağımız keyfi de artırır. Ben oldum olası değişikliği severim. Çünkü her bir değişiklik pek çok yeni ve bilinmeyeni de önünüze çıkarır. Hele bir de araştırmayı, merakla öğrenmeyi seviyorsanız bilgi hanenize her gün yeni güzel bilgiler eklenmesi içten bile değildir. Kendimizi geliştirmenin en kolay yoludur bu aslında. Değişik yollar, değişik mekanlar, değişik ortamlar ve insanlar gibi…

Konunun uzmanları; her gün aynı şeyleri yaptığımızda beynimizin hep aynı bölümü kullanıldığı ve diğer bölümler atıl kaldığı için zaman içinde körelmeye başladığını savunuyor. Bu nedenle farklılık ve değişiklik beyin kapasitemizin artarak kullanımına da yol açıyor. Ve bu durum bize pek çok artı sağlıyor. İstemediğimiz kötü alışkanlıklardan daha kolay kurtuluyor, zorluklarla daha kolay mücadele ediyoruz. (devamı 2/2 ‘ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.05.2013


15 Mayıs 2013 Çarşamba

BİR GARİP HALDEYİM…


İnsanın kendisiyle baş başa kalıp yaptıklarını sorguladığı zamanlar vardır hani…

Hayatını, yaşadıklarını, yaşamak istediklerini sorguladığı…

Hayatının gidişatına bir dur dediği, kendi iç sesini dinlediği …

Ne yapmak istediğini düşünür o ANlarda insan. Nereye gitmek istediğini, hayatının bundan sonrasına nasıl şekil vermek istediğini, kimleri hayatından çıkarıp kimlerle yoluna devam etmek istediğini, yaşadığı yerin önemini, başka yerlere duyduğu özlemi, nerede yaşarsa kendi dünyasının orada güzelleşeceğini ve daha neler neler…

Kendini keşfetmenin tadına varacağı, belki yıllardır içinde sakladığı hayallerini gerçeğe dönüştüreceği, belki de yepyeni hayaller kuracağı bir hayat. Belki yalnız, belki değil.
Düşünür ve bilir ki bir karar aşamasındadır. Kendisi için neyin iyi ve doğru olduğunu tam olarak kestiremese de mutlaka bir karar vermelidir, bunu hisseder en çok da. 
Pekiyi sonuna hazır mıdır? İşte bunu bilemez, mutluluk varsa ne ala, ama ya üzüntü ve keder olacaksa verdiği kararda? O zamanlara da hazır mıdır? Kendini yeterince güçlü hissedemez böyle çelişkiler düğümüne dolandığında. Ama bir karar vermelidir bunu bilir, sonu hüsran olsa da…

Terazinin bir kefesine yaşanmışlıklarını koyar ve anılarıyla süsler onları. Diğer kefesine ise gelecekle ilgili düşlerini; umutlarını konfeti gibi üstlerine dökerken… Sonra geçer karşıya. Sanki kendi kimliğinden çıkmış gibi bakar kendisine, dışardan bir yabancı edasıyla. Bakar ve ‘işte der benim vereceğim karar bu.’

Kolay mı bu kararı vermek?  Değil elbette . Ne çok sancılar çekersiniz geceler boyu, ne çok gözyaşınız eşlik eder gecenin koyu karanlığında size; sayamazsınız bile. Ama vereceğiniz karardan da öte, o kararın arkasında durabilmek, ona sahip çıkabilmek daha önemlidir bir yerde. Bunu bilirsiniz ya, işte verilecek kararın ağırlığı o noktada başlar zaten.

Aslında o ağırlığı biraz olsun hafifletmenin yolları da var mutlaka. Bunlardan bir tanesi de kendimize güzel sorular sormayı alışkanlık haline getirmek. Çünkü güzel sorular güzel cevapları getirir. Aksine kendimizi kötü ve güçsüz hissettirecek sorularla ne hedeflerimize ne de hayallerimize kolay kolay ulaşamayız. Çünkü olumsuzluk içeren sorular ya bizi olduğumuz yerde oyalar ya da net olmamıza mani olur.

Artık hepimiz biliyoruz ki; düşüncelerimizin farkında olmak, aynı zamanda kendi iç sesimizin farkında olmak demek. Buradan hareketle sorduğumuz soruların farkında olmak, yapacağımız her ne ise ona bir adım önde başlamak demek. Pozitif enerjimizi kaybetmeden, gücümüzü koruyarak hareket etmek demek. Bizi daha ileriye taşıyacak basamakları korumak, hatta sağlamlaştırmak demek.

Yaşadığımız problemlerle mücadeleden zaferle çıkabilmek için arada sırada nefes alma ihtiyacı hisseder insan. Her yeni günse yepyeni kararlar verebilmek ve problemlerle daha sıkı mücadele edecek gücü toplamak için en güzel şanstır. Bu nedenle elimizde, sırtımızda, omzumuzda ne kadar yükümüz varsa her gece bırakıp kendimizi dinginliğe bırakmamız önemli. Böylece ertesi sabahı dinç, azimli, güçlü karşılar, hatta yeni fikirlerle  sorunlarımızın birkaç tanesini çözebiliriz bile.

Hayatımızda değişiklik yapmak istediğimizde, yeniliklerin yaşantımızı ışıklandırmasına izin verdiğimizde, bunu unutmayalım diyorum ben. İnanın sadece sorduğumuz sorularla bile kendimizi iyi hissetmemiz mümkün. Önemli olan her yeni günü pozitif enerjimizle kucaklamak ve yaşanan olaylar karşısında bu enerjiyi kaybetmeden ANları ve güzellikleri yakalamak olsun…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.11.2012

14 Mayıs 2013 Salı

PENTİMENTO SADECE RESİMLERDE KALSIN


İçinde başka anlamlar taşıyan, girift ve değişik kelimeleri seviyorum ben. Anlamlarını öğrenmeyi ve üzerlerinde düşünmeyi de…

İşte PENTİMENTO’ da böylesi kelimelerden bir tanesi benim için.

Ben bu ilginç kelimeyle ilk defa  Ayşe Kulin’in ‘Füreya’ isimli romanında tanışıp not almıştım. Çok sevdiğim İtalyanca kelimelerden bir tanesi ve resim sanatıyla ilgili. Aslında resimle çok ilgili olmadığım için, bana hem telaffuz hem de anlam bakımından ilginç gelmişti. Elbette beni ilgilendiren kısmı anlamıydı.

Resimle haşır neşir olanlar Pentimentoyu yakinen bilirler. Şöyle tarif ediliyor konuya hakim olanlar tarafından; ‘’Resimdeki boyanın yıllar sonra uçup gittiğinde onun altındaki ilk eskizlerin görülmesi olayı.’’ Yani bir yağlı boya tablo kazındığında, kimi kez altından çıkabilen, ikinci hatta üçüncü kat resim. Bir anlamda ressam resmini yaparken bir bölümden pişman olabiliyor ve üzerini başka renklerle ya da desenlerle örtüyor. İşte yağlıboya resimde ressamın üstünü örterek yok ettiği bu bölüm veya ayrıntının sonraki yıllarda yeniden belirmesi hali de bu kelimeyle hayat buluyor. Aradan yıllar belki de asırlar geçmiş ve çoktan unutulmuş bir detay, adeta saklandığı yerden gün yüzüne çıkıyor. Orijinal resme aşina olanları şaşırtıyor ve düşündürüyor elbette.

Uzmanlar, özellikle  Flemenk resimlerinde bu duruma daha sık rastlandığını; çünkü onların ince boyalar kullandığını ve zamanla bu boyaların saydamlaşarak altta kapatılan bölümleri ortaya çıkardığını belirtiyor.

Kendi duygu ve düşüncelerinizi bastırıp, karakterinizi adeta hapsedip kendi kişiliğinize bunu yaptığınızı düşünsenize. Ne büyük yanılgılara iter insanı. Ve öyle bir hale gelir ki zaman içinde siz bile unutursunuz gerçek kişiliğinizi. Kırk kat örtüler ardındaki gerçek kimliğiniz acı içinde haykırırken içinizde, siz iç sesinizi bastırıp ‘mış’ gibi yaparsınız adeta. Yani hayatı ‘mış’ gibi oynarsınız. Neden mi? Çünkü başkaları hakkınızda hep iyi ve güzel düşünsün istersiniz. Her anlamda mükemmel olmayı hedeflersiniz. Yani  kendiniz için değil, başkaları için yaşarsınız. Elinizdeki o en kıymetli hazineyi çar çur edersiniz tabiri yerindeyse.

Ya da gözlerinize pentimento çeker, karşınızdaki kişiyi gözünüzde kendi istediğiniz gibi görürsünüz, sevgisini de. Beklentileriniz haliyle o ölçüde fazlalaşır. Pekiyi bu durum hem size hem de sevdiklerinize hayatı çekilmez hale getirmez mi? Elbette getirir. Bir süre sonra ilişki ilişki olmaktan çıkar. O sımsıcak sevgi yerini nefret ve kin gibi olumsuz duygulara bırakır.

Pentimento bir anlamda pişmanlık da kokar. Yaptığından pişmanlık duyup, üstünü örtme yani yok sayma çabası. Son pişmanlığın kimseye faydası yol elbette, gün gelip su yüzüne çıktığında pişmanlığa sebep olan her ne ise kabul etmekten yüzleşmekten öte. Hayat akıp giderken geçmişin izlerinde saklanıp kalmaktan ve detaylarda boğulup ana hatları kaçırmaktansa, bütüne odaklanmak asıl olanı.

Amerikalı ünlü kadın yazarlardan Lillian Hellman bakın pentimentoyu nasıl anlatıyor bizlere. 1973 de yazdığı anı kitabından ve karakterlerden bahsederken yer vermiş satırlarında;

"Tual üzerinde yıllanmış boya, eskidikçe bazen saydamlaşır. Böyle olunca, özgün çizgileri görmek olasıdır. Bir kadın giysisi ardında bir ağaç görülür; bir çocuk yiter, bir köpek gözlenir; koca bir tekne artık açık denizde yüzmez. Buna pentimento denir, ressam pişmanlık duymuştur, caymıştır ya da şöyle diyelim, eski kavram, yerini yeni bir düşün aldı mı, görmenin ve de bir daha görmenin bir yolu oluverir. Bu kitaptaki kişiler için söylemek istediğim de budur. Boya artık eskimiş; ben de, bir zamanlar bencileyin ne vardı, şimdi ne var, onu görmek istedim."

Hayat her türlü rengiyle, güzellikleri ve arasındaki tezatlıklarıyla ÇEKİCİ aslında. Sevmediğimiz, gözümüze batan birkaç detay varsa da bırakalım onlar yerli yerinde kalsın. Ve gelin pentimentoyu sadece resimlerde bulalım. Ardındaki ikinci ya da üçüncü katı gördüğümüzde yaşayacağımız şaşkınlık sadece o resim tuvalinde, ressamın duygularında saklı kalsın. Bunu hayata taşımak, önce kendimize sonra da sevdiklerimize yapacağımız en büyük kötülük olur bence. Ne dersiniz haksız mıyım? Yaptıklarımızın arkasında cesurca durup sahiplenmek yaşamın gereği. Hayat bizim hayatımız sevabıyla günahıyla. Pişmanlıklarımızın vebalini başkalarına yükleyip, sızlanacağımıza; geçmişi geçmişte bırakıp bugüne bakmak en güzeli. Üstelik yaşamın hakkını verebilmek için her zaman net ve belirgin olmakta fayda var. Nasılsak öyle görünelim, öyle davranalım, sadece kendimiz olalım. Sevgimizi, davranışlarımızı, duygu ve düşüncelerimizi açıkça ifade etmek bize her zaman artı bir kazandırır, lütfen unutmayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.04.2013




3 Mayıs 2013 Cuma

ACIYI MUTLULUĞA ÇEVİREN İSİM


Mutluluk… Hemen hepimizin hayattan en çok istediği şey belki de, öyle değil mi? Tüm yaşantımızı ona endeksliyoruz ve bir gün gelip mutlu olmayı bekliyoruz. Oysa ki mutluluğun sadece ANlarda saklı olduğunu ve bizim bakış açımızla şekillendiğini hep göz ardı ediyoruz. Üstelik sahip olduklarımıza şükretmeyi hep unutuyor, asıl mutluluğun elimizdekilerin kıymetini bilince ortaya çıkacağını bilmezden geliyoruz.

İşte bugün size öyle bir kişiden bahsedeceğim ki, yaşadığı o en zor şartlarda bile kendisini mutlu etmeyi başarmış. İçinizde bilenleriniz mutlaka vardır ya da benim gibi aşina olanlarınız… Ancak hayat hikayesi ve başardıkları bize mutluluk adına yol gösterecek nitelikte. Geçenlerde okuduğum bir kitabın sayfaları arasında ismiyle yeniden karşılaştığımda; hayatını ve başarılarını sizlerle de paylaşmak istedim.

Çünkü açlık, soğuk, her türlü bedensel işkence ve onur kırıcı ortama rağmen 
‘MUTLULUĞU’ yakalayan önemli bir isim kendisi.

Yıl…        1943-1946 (2. Dünya Savaşı dönemi)

Yer…       Polonya’daki ölüm kampları

Dönem… Hitler Almanya' sı

İsim…      VİCTOR EMIL FRANKL

Hitlerin Yahudiler için hazırladığı toplama kampına eşi, annesi, babası ve kız kardeşi ile birlikte tutuklanarak gönderilen bir nöropsikiyatrist. Kız kardeşi dışında bütün aile üyeleri gaz odasında öldürülmüş. Kendisi ise düşünce farkındalığı sayesinde kamptan sağ olarak kurtulmayı başarmış. Üstelik ‘özellikle acı çeken ve sürekli hayatın anlamını sorgulayan kişilerde oldukça etkili bir yöntem olan’ yeni bir terapinin öncülüğünü yaparak.

Bir gün; ölüm kampının o insanın sabrını adeta zorlayan şartlarıyla mücadele ederken, kendinde olan BİLİNCİN alınamayacağını fark etmesiyle başlar her şey. Kendi temel özelliği bu bilinçtir. Eğer isterse en zor şartlar altındayken bile kendini, düşüncelerini gözleyebileceğini anlar. Yani dış uyarıcılar ne kadar ağır olursa olsun, etkilerinden kurtulmayı başarıp, olaylara kendisi ANLAM vermeye başlar.

FRANKL, ölüm kampındayken kendisine yapılanları ve yaşadığı olayları değiştiremeyeceğinin farkındadır. Ancak, yakaladığı farkındalıkla artık olaylara nasıl yaklaşacağını ve nasıl yorumlayacağını bilir. Böylece dış olayların  ESİRİ olmaktan kurtulmayı başarır. Üstelik bu düşüncesinin  değişik ortamlarda da yararlı olarak kullanabileceğini görür.

Ölüm kampında kaldığı süre boyunca, belki de hemen her gün gaz odasına gitme ihtimaline rağmen dimdik ayakta kalmayı başaran nadir insanlardan biridir. O zor şartlarında; içindeki İNANCA ve UMUDA dört elle sarılmış, düşüncelerinin farkındalığı sayesinde o dönemdeki hayat sınavını başarıyla atlatmıştır.

Hayatla ve insanlarla bağ kurabilmek, sevgiyle bunu korumak çok önemli. Çünkü bizlere uğruna yaşanmaya değer bir şeyler olduğunu gösterir. Bizler de bu bakış açısına sımsıkı bağlanırsak; hayatın olumsuzluklarıyla mücadeleden hep başarıyla çıkabiliriz diye düşünüyorum; tıpkı Frankl’in yaptığı gibi.

Acıyı, sabrı ve düşünceleriyle yoğurup mutluluğu yakalayan bu önemli nöroloji ve psikoloji profesörünün  hayat öyküsüne kısaca yer verme zamanı şimdi.

Victor Emil Frankl, 26 Mart 1905'de Viyana'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası yaşadığı geçim zorlukları nedeniyle Viyana'da sürdürdüğü tıp öğretimine son vermek zorunda kaldığı için; en büyük hedefi babasının gerçekleşmeyen arzusunu hayata geçirmek olur. Çocukluk yıllarından itibaren hayata bakış açısı ve düşünceleri diğer çocuklardan oldukça farklıdır. Dört yaşlarında küçük bir çocukken farklı bir bakış açısına ve düşünceye sahip olduğunun ilk sinyallerini verir. Bir akşam uyumak üzere hazırlanırken, birden herkes gibi bir gün kendisinin de öleceğini düşündüğünden ve ansızın irkildiğinden bahseder.

Özellikle okul sırasında karşılaştığı iki olay ise onun geleceğini derinden etkiler. Bir gün Tabiat Bilgisi dersinde hocası, hayatın bir yanma mekanizmasından ibaret olduğunu dile getirdiğinde Frankl, hayatın anlamıyla ilgili endişesini dışa vurur. Yine günün birinde intihar eden arkadaşının elinde Neitsche'ye ait bir kitap bulur. Ve henüz o yaşlarındayken dünya görüşü ile hayatın oluşumu arasında varoluşsal bir bağın olması gerektiği düşünür. Yani ilerde bulacağı yeni terapinin temellerini henüz küçük bir çocukken farkında olmadan atar. Ancak hayatındaki en önemli tecrübesini dört ayrı  toplama kampında geçirdiği deneyimlerle kazanır.

Ölüm kampından kurtulup Viyana’ya dönüşünden sonra; önce gerçek mutluluğu nasıl bulduğunu anlattığı ‘Man’s Search for Meaning’ isimli kitabını yazar. Ardından kamptaki deneyimlerine dayanarak kurduğu Logoterapi’nin ayrıntılarını anlattığı ‘The Will to Meaning’ isimli kitabını kaleme alır. Her ikisi de bu alanda rehber niteliği taşır. Ve kendisi dünyanın hemen her ülkesinde pek çok panele, konferans ve seminere katılarak duygu ve düşüncelerini ilgilenenlerle paylaşır. Kitapları dışında pek çok makalesi de vardır. 72 yaşında yaşadığı kalp sorunlarını yenemez ve hayatına veda eder.

Şimdi gelin isterseniz kısaca Victor Frankl’in bulduğu terapi olan  LOGOTERAPİ’den söz edelim. Kökeni Yunanca bir kelime olan ‘Logos’ (Anlam) dan gelir. Yani Logoterapi ‘Anlam yoluyla terapi’ demek. Bu haliyle "Terapi yoluyla anlam" düşüncesini esas alan geleneksel psikoterapinin  tam tersi bir anlayış içerir. Ele aldığı ana kavram ANLAM’dır. Ana özelliği ise insanın hayatına anlam kazandırabileceği amaç ve hedefler bulmasını sağlamaktır.

Kendi sözleriyle bu tanımı kuvvetlendirelim mi?

"Kişi hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir." diyor Frankl. Ve yaşamın anlamını bulabilmek için öncelikle bir amacımızın olması gerektiğini vurguluyor. Eğer hayatımızın bir döneminde acının vazgeçilmez olduğu durumlarla karşılaşırsak acının da bir anlamı olabileceğini unutmamamız gerektiği üzerinde duruyor. Yaşanan en zor şartların bile bir sebeple bizim karşımıza çıktığını, gelip geçeceğine olan güvenimizi asla kaybetmemiz gerektiğini özetliyor bir anlamda.

Normalde uzmanlar dışardan gelen UYARICIlar ile bizim gösterdiğimiz DAVRANIŞlar arasında kendimize özgü iç psikolojik süreçler olduğunu dile getiriyor. İşte Frankl, uyarıcılar ile davranışlar arasında seçme özgürlüğümüz olduğunu savunanlardan. Ve bu özgürlüğün bilinçlenme derecesine bağlı olarak değiştiğine dikkat çekiyor.  Kimi insan bu özgürlüğü kendi lehine kullanırken, kimi insan çekimser kalabiliyor. Aslında bu bakış açısı o kadar önemli ki bizim hayatımızda.

Bilinç düzeyi gelişmiş, vicdanının sesine kulak verebilen, iradesinin gücüne inanan ve hayal gücüne sınır tanımayan bir insan ise en doğru davranışı sergiliyor. Olaylara geniş bir açıdan bakabildiği için doğru algılıyor, doğru yorumluyor, doğru değerlendiriyor, doğru karar veriyor, doğru bir seçim yapıyor ve sonuçta kendisi lehine en doğru davranışla ÖZÜNDEKİ MUTLULUĞU hep yakalıyor.

İzninizle yazımı kitaplarını hayranlıkla okuduğum Brezilya doğumlu, ünlü yazar, gazeteci ve aynı zamanda söz yazarı olan Paulo Coelho’nun sözleriyle sonlandırmak istiyorum. Adeta benim hayat felsefimi özetlemiş satırlarıyla. Şöyle diyor ünlü yazar;

‘’Kaçırma  gözlerini hayattan. Hep hayatın içinde olsun bakışların. Hep kendi içinde. Baktığın kadar varsın bu hayatta. Hatta sadece bakmakla da yetinme. Görmen de lazım. Görüp de bilmen, bilip de sevmen lazım. Hayatı kendi içinde, kendini hayatın içinde. Bir nefeslik molaları çok görme kendine. Arada bir karanlıkta kalsa da bir yanın. SAKIN PES ETME! Çekil kendi kabuğuna bir süre. Sadece içine bak. Kendi aydınlığın senin içinde. Ara ve bul, içine bak! Özünü fark et! SEN bir MUCİZESİN… AŞKla yaşa ki, HAYAT AŞK olsun. ‘’

Sevgiyle AŞKla kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.04.2013

NOT: Tüm yayınlarında hayata bakış açımızı biraz daha geliştirdiğimiz, değerli yazar Doğan CÜCELOĞLU’nun ‘İyi Düşün Doğru Karar Ver’ isimli kitabı rehber alınmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...