22 Ekim 2014 Çarşamba

GÜLÜMSEYİN! MELEKLER FOTOĞRAFIMIZI ÇEKİYOR (2/2)

Son öykümüz ise oldukça manidar. Çok eski zamanlardan bizlere ulaşmış.

Tarihteki en kanlı savaşlardan bir tanesi yaşanmaktadır.  Hem de iki kan kardeş arasında. Moğol kabilelerini buyruğu altında birleştirerek, Moğol İmparatorluğu'nu kuran Cengiz Han ile Camuka karşı karşıyadır.

Cengiz Han’ın kan kardeşi olan Camuka; aynı zamanda Cacirat kabilesinin de şefidir. Bu amansız çarpışma sırasında aniden hava bozar. Gök adeta yarılır, şimşekler ardı ardına çakmaya başlar.

Tatarlar ise şimşekten korkmaları ile ünlüdür. İşte her iki ordu içinde de yer alan Tatar askerleri bu şimşek bombardımanı altında o kadar korkarlar ki; savaşı bırakırlar. Kendi canlarının derdine düşüp, kalkanlarının altına saklanırlar. Kaçacak güvenli bir yer bulma telaşına düşerler.

İşte o anda Cengiz Han; çakan şimşeklerin arasında atının üzerinde dimdik belirir. Bunu gören Tatar askerleri Cengiz Han’ın yanında saf tutmaya başlar. Camuka'nın ordusu dağılır, kendisi de esir düşer.

Savaş sonrası Camuka, eski dostunun otağına getirilir. İlk sorusu ise bütün Moğollar şimşekten korktuğu halde; kendisinin neden korkmadığı üzerine olur. Cengiz Han; insanın saklanacak yeri kalmadığında korkmaktan da vazgeçtiğini söylerken, bir yandan da gülümser.’’

Gerçekten de; hayat bazen insanı öyle çaresiz bırakır ki.


Kendimizi en diplerde hissederiz.

Yaşadıklarımızı algılamaya çalışırken de; korkularımızla yüzleşmek zorunda kalırız.

Çoğunlukla da yeneriz.

Öyle değil mi? 

O zaman ben diyorum ki; hayatın bizi zorlamasına gerek kalmasın. Gelin korkularımız her neyse üstesinden gelelim. Çünkü hepimiz korkularımızla başa çıkacak kadar cesuruz aslında. Yeter ki fark edelim, bir başka açıdan bakmaya çalışalım olmaz mı?

Tüm adımlarımız; dingin bir ruhla, huzurlu bir hayatı kucaklamak adına olsun.

Anları ıskalamamak için.

Melekler fotoğrafımızı çeker belki diyerek, en zor şartlarda bile gülümsemeyi unutmamak için.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.08.2014



GÜLÜMSEYİN! MELEKLER FOTOĞRAFIMIZI ÇEKİYOR (1/2)

"Neşeli bir ruh, hayatın en kara bulutunun bile kenarlarını yaldızlar."  diyor Amerikalı folk müzik sanatçısı Woody Guthrie.

Okuyunca bile insana kendini iyi hissettiriyor. Enerjisi yüksek bir cümle çünkü.
Düşünsenize kapkara bulutlar var etrafımızda. Negatif yüklerle dolu. Yolunda gitmeyen işler, bozulan ilişkiler ve hatta gülümsemeyi unutan yüzler. Ancak neşenin o muhteşem etkisi ile hepsine sihirli dokunuşlar yapabiliyoruz istersek. Hayata, olaylara ve kişilere bakış açımızı değiştirmek adına.  

Peki, bunu korkularımız üzerinde neden denemeyelim? Nereden çıktı şimdi demeyin lütfen. Paylaştığım öykülerle korkularımıza değişik bir açıdan bakmamızı istiyorum. 
Sonunda sizler de kendinizi iyi hissedeceksiniz. Buna eminim.

Hepimiz bir şeylerden korkuyoruz. Çoğunun sebebini bilmiyoruz ya da çocukluktan gelen etkilerinin farkında değiliz. Bildiğimiz tek şey var, o da korktuğumuz.  

Yaşamımızı etkilemediği sürece önemli değil elbette ama, neden korkalım ki? Tıpkı giriş cümlesinde olduğu gibi; bakış açımızı değiştirebilmenin peşindeyim aslında ben.

Doktorlar tarafından doğal kabul edilen; şimşek ve gök gürültüsünden korkmak da işte bu korkulardan bir tanesi. Gökyüzünün bu uğultulu sesini ve aniden parlayan ışıklarını görünce; kalp atışları aniden hızlanan çok sayıda insan var. İsmine ‘hava fobisi’ deniyormuş.

Amerika Iowa Üniversitesi’nde bu konuda yapılan araştırmalarda; şimşek ve gök gürültüsü korkusunun; dördüncü sıraya yerleştiği görülmüş. Hatta sıkı durun; sırf bu sebeple yer ve bölge değiştiren insanlar bile varmış. Üstelik çok fazla sayıda insanın bu durumdan rahatsızlık duyduğu halde; bir kısmının utandıkları için durumlarını sakladıkları da belirtilmiş.

Oysa tamamen bir tabiat olayı yaşadığımız.

Gökyüzü ile yeryüzünün buluşması gibi düşünebiliriz bir anlamda.

Katmanlı bulutlar rahatlamak istiyor ve içlerindeki elektriği bu şekilde boşaltıyor. Bulutla yeryüzü arasında olabiliyor, iki bulut arasında veya tek bir bulutun içinde. Ve minicik bir dipnot; dünya genelinde saniyede 50-100 şimşek çakıyor.

İşte o anlarda dünya genelinde birileri korkuyor, kalp atışı hızlanıyor; yanındakine sığınma ihtiyacı hissediyor.

Peki, bu doğa olayını sevenler yok mu? Var elbette.

Tıpkı öykümüzdeki minicik kız çocuğu gibi.

‘’Günlerden bir gün; genç bir anne okulunun dağılma saatinde kızını almak için evden çıkar. O sırada gökyüzü kararır. Yağmur damlaları iri iri düşmeye başlar. Arabasıyla okul yoluna doğru ilerleyen anne; okul sokağının köşesinde arabasını park edip, kızını beklemeye başlar.

O sırada hava iyiden iyice bozmuş; gök gürlemeye, yağmur hızını artırmaya başlamıştır. Derken öykümüzün kahramanı sevimli kız, sırtında çantasıyla okul kapısında belirir. Etrafına bakınırken; annesinin arabasını görür ve koşmaya başlar. 

Tam o sırada kararmış gökyüzünde çakan bir şimşek ortalığı aydınlatır. Annesi kızı ıslanmadan bir an önce arabaya binsin isterken; küçük kız aniden durur. Yüzünü gökyüzüne çevirir ve gülümser. Ardından annesinin arabasına koşmaya devam eder.

Ancak bir başka şimşek daha çakar aniden. Küçük kız yağan yağmura aldırmadan yine durur. Yüzünü gökyüzüne çevirir. Ve yine kocaman gülümsedikten sonra koşmaya devam eder. Bu durum peş peşe çakan şimşekler devam ettiği sürece yol boyu tekrarlanır. Sonunda annesinin arabasına ulaşır. Kapıyı açıp oturur.

Annesi ise bu duruma bir anlam veremez. Yağmurda ıslanan; ama son derece sevinçli olan kızına; sürekli durarak neden gökyüzüne gülümsediğini sorar.  Kız ise; öyle yapması gerektiğini,  çünkü GÖKYÜZÜNDEKİ MELEKLERİN FOTOĞRAFINI çektiklerini söyler. Bu güzel cevap karşısında annesi ne mi yapar? Sadece kocaman gülümser.’’

Bundan böyle ne zaman hava bozsa, gök gürültüsü ve şimşek olsa hep bu şirin öyküyü hatırlayalım istedim ben de.

Neden mi?

Fırtınanın ortasında bile gökkuşağı yaratabiliriz de ondan. Tıpkı Alman profesör Armin Grün’un dediği gibi;

‘’Gülmek, fırtınalı gökte doğan bir gökkuşağına benzer.’’

Böylece belki de korktuğumuz bir tabiat olayını tebessümlerle izleyebiliriz bizler de.
Ne dersiniz? Ben deneyeceğim; ilk şimşekte hem de. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.08.2014

14 Ekim 2014 Salı

ABRAKADABRA

Bundan yıllar yıllar önce kullanılan hayli ilginç bir kelimeyle buluşmaya ne dersiniz?  

Ne sihirdir ne keramet işte ‘’ABRAKADABRA’’ karşınızda.

Hepimiz biliyoruz aslında. Çocukluğumuzdan bu yana pek çok kez duyduk bir şekilde. İzlediğimiz filmlerde sık tekrarlanan bir replikti. Ya da izlediğimiz illüzyon gösterilerinde. Ama anlamı üzerinde pek de kafa yormadık açıkçası.

Bu öyle bir kelime ki; her dilde aynı anlama geliyor. Çevirmeye gerek kalmadan kullanılabiliyor.

‘Abrakadabra’ Aramice (Aramca) bir kelime. Yani Suriye’nin çok eskilerde kullandığı bir dilden geliyor.

Anlamı için kelimeyi ikiye bölmemiz gerekiyor. Hatta üçe.

Abra-ka-dabra  
                                                            
Abra……..’yaratacağım’;                                            
ka ………..’gibi’ anlamında bir bağlaç;                
dabra ……‘söyledim’ demek.                                    

Sonuçta  ‘’Abrakadabra’’; ‘Söylediğim gibi yaratacağım.’ anlamına geliyor. Teorilerden bir tanesi bu yönde.

Bu nedenle de sihirbazların replikleri haline gelmiş. Söylüyorlar ve yaratıyorlar. El çabukluğu marifet hesabından. Ellerini öyle ustalıkla ve hızlı kullanıyorlar ki; gözümüzle takip ettiğimizi sandığımız halde, yanılsamalar eşliğinde aldanıyoruz. Sonuçta şaşkınlık dolu gözlerle alkışlıyoruz o kadar.

Diğer teoriye göre ise; 'Bu dünya gibi yok ol.' anlamında kullanılmış yıllarca. Özellikle de hastalıkların iyileştirilmesinde. Şifa amaçlı olarak.

Günümüzde sadece sahne illüzyoncuları tarafından kullanılan bu kelimenin tarihi geçmişi çok eskilere dayanıyor.          

Bu gizemli sözcük ilk kez bir şiirde kullanılmış. Hem de bir doktor tarafından. M.S. 2. yüzyılda Roma’da. İmparatora şifa amacıyla yazılmış. Bir tür muska olarak. Ve Roma İmparatoru o dönemde, bu yazıyı içeren muskayı; boynundaki rahatsızlık nedeniyle sürekli üzerinde taşımış. 

Yazılış şekline dikkat ettiyseniz harfler giderek kayboluyor. Böylece hastalığın geçeceğine, kötü etkiler varsa hepsine karşı nazar olacağına inanılıyormuş; o devirlerde.

Hepimiz yapıyoruz bunu aslında. Ve bu anlamda hepimiz yaşantımıza sihirli değneklerle dokunan birer sihirbazız belki de. Sadece bu gücümüzün farkında değiliz o kadar.

Şimdi gelin yine yıllar yıllar öncesine, Türk’lerin Yaradılış Destanı’na gidelim. İçinde öyle çarpıcı cümleler var ki; okuyunca bana hak vereceksiniz eminim.

 ‘’Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen, bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu. Göklerden gelen bir ses, Tanrı Ülgen’e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen; artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi; ‘Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım. Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım. Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım?’

Su içinde yaşayan Ak Ana, su yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen’e şöyle dedi : ‘YARATMAK İSTİYORSAN Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren. YAPTIM OLDU. Başka bir şey söyleme. Hele yaratırken, Yaptım olmadı deme.’

Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı Ülgen’in kulağından bu buyruk hiç gitmedi. İnsana da bu öğüdü iletmekten bıkmadı: ‘Dinleyin ey insanlar, VARI YOK DEMEYİN. Varlığa yok deyip de, yok olup da gitmeyiniz.’

Tanrı Ülgen yere bakarak : ‘Yaratılsın yer!’ Göğe bakarak ‘Yaratılsın Gök!’ der. Bu buyruklar verilince yer ve gök yaratılır. ‘’

Şimdilerde hepimiz benzer cümlelerin peşinde değil miyiz?

‘’Söylediğimi yaratırım.’’ yani ‘’I create what I speak.’’ diyor; duygu ve düşüncelerimize dikkat çekmeye çalışıyoruz.

Çünkü ağzımızdan istemli istemsiz çıkan sözcüklerimiz de dahil olmak üzere; hepsinin kullandığımız şekliyle bizlere geri döndüğünü artık biliyoruz. Yani bir anlamda söylediklerimizi yaratıyoruz. ‘’Yaptım, oldu.’’ diyoruz. Hayatımıza böylelikle yön ve şekil veriyoruz.

Duygu, düşünce ve sözcüklerimizin farkında olduğumuz sürece problem yok elbette. Böylece yarınımızı inşa ederken olumsuz senaryolar yaratmıyor; hayatımıza sevgiyi ve aşkla bakan gözlerimizi ekleyerek huzura doyuyoruz.

Ama ya öfkeyle, kinle, kıskançlıkla söylediklerimiz? Gönülden isteklerimizin, hayallerimizin arasına kattığımız cesaret kırıcı nidalarımız, haykırışlarımız, düşüncelerimiz?

Bilmeden VAR olanı da YOK ediyoruz. Bu nedenle hayat karşısında çok dikkatli olmamız şart.

Söylediklerimizi yaratırken, bir anlamda ‘’Abrakadabra’’ yaparken; sevgiye, huzura, saygıya dayalı kalalım hep. Zarafetin o naif çizgisinde iken; kalp sesimize aşkın tınılarını yükleyelim. Umutlarımızı heyecanlarımızla besleyelim. Biraz gayretle, yürek yüreğe verirsek hiç de zor değil ki bunları başarmak. Ben inanıyorum hepimize iyi gelecek.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.08.2014





8 Ekim 2014 Çarşamba

AKLIMIZI SEVİYOR MUYUZ? (2/2)


Son derece ilginç ve güzel bir kelimeyle başlıyoruz bu bölüme. Geçmişte biriktirdiğimiz anılara ne deniyor biliyor musunuz?

SAMSKARA.

Sanskritçe bir kelime. Hindistan’ da yaşayan Hinduların klasik edebiyat dilinden gelme.

Anlamı birlikte akmak. Bir nevi oluk gibi. Düşüncelerimizin aynı yönde akmasını sağlıyor.

İşte kritik nokta da tam burada zaten. Çünkü bu durum bizi sürekli SINIRLI bir şekilde davranmaya zorluyor. Serbest seçimlerimizi elimizden alıyor.

Pek çoğumuz neden böyle yapmayı seçtiğimizi bilmeksizin, samskaraya dayalı bir kimlik geliştiriyoruz.  Uzmanlar böyle diyor.

Özellikle kin, öfke, hiddet gibi negatif duygularla baş edemeyenler buna en güzel örnek olarak gösteriliyor. Çünkü öfke tutkunları için seçim şansı yok. Birine, birilerine bir şeyleri bahane edip patlamadan rahat edemiyorlar. Geçmiş yaşamlarında bir şekilde öfkeyle tanışanlar; maalesef isteklerinin öfkeyle kabul ettirilmesine alışmış. Başka türlüsünü bilmiyorlar ki. Ailede şiddet görerek yetişenlerin, ilerde kendi ailelerinde de şiddete yöneldiğinin en açık cevabı bu aslında.

İşte bu örnek bir çeşit samskara. Öfke yerine her şeyi koyabiliriz. Depresyon; bağımlılık; kaygı, korku ve kuruntu biçiminde ortaya çıkan derin iç sıkıntısı serbest seçim şansımızı elinden alıyor.

Anılarımızdan kaçamayınca zihnimizdeki sesler artıyor haliyle. Düzensiz korolar halinde her kafadan bir ses çıkıyor. Zamanla bu seslerle yaşamaya da alışıyoruz. Ve tüm bunlar, çocukluğumuzdan itibaren katman katman içimizde birikiyor. Eski samskaralarımıza yenilerini ekliyoruz. Eskiler daha da güçleniyor bu arada. Üstelik aynı tepkileri verdikçe ‘samskara çarkı’ denen  döngüde tutsak kalıyoruz. Yaşamdan tat alamıyoruz.

Yazarımız; ‘’Saklanmış anılar, hep ayını mesajı vermek üzere programlanmış mikroçipler gibidir.’’ diyor kitabında. Ve bizler hile, denetleme ya da inkar yoluyla bu mesaja tepki veriyoruz.

Her seçim bizi biraz değiştiriyor yaşam içinde. Doğumdan başlayarak yaşamımız boyunca da hep seçim yapmamız gerektiğini düşünüyoruz.

İçimizde seçimi yapan kimdi peki?

Geçmişimizin kalıntıları, birikmiş eski kararlarımız. Bizi tutsak eden samskaralarımız. Biz değiliz yani.

Kurtuluşumuz ise ÖZGÜR (seçimsiz) FARKINDALIK.

Yani içimizde bizim için seçim yapanı özgür bırakmak.  Sınırlar olmaksızın yaşama hakkımızı talep etmek.

Serbest bırakma becerisini öğrenebileceğimizi belirtiyor konunun uzmanları. Ve bir kez öğrendiğimizde, o akışı yakaladığımızda artık kendiliğinden olmaya başlayacak. 
Seçimimiz akışta kalabilmek. Böylece her serbest bırakmada diğerlerine yer açıyoruz. Ve yaşam daha zevli hale gelmeye başlıyor bu minicik adımla.

Öyleyse hadi gelin, içsel dönüşüm yolculuğumuzdaki iç seslerimize kulak verelim beraberce. Bakalım ne diyecekler?

Hepimiz bir şekilde farkındalığımızı artırmaya çalışıyoruz. Bu anlamda okuyor, yazıyor ve paylaşıyoruz. Ancak bizim yapmaya çalıştığımız sıradan bir farkındalık durumuymuş. Üstelik onu da ne derece başardığımız tartışılır elbette.

Farkındalıkta ÖZGÜR olabilmek bambaşka diyor uzmanlar. Akışa uyum sağlarken özgür seçimler de yapıyor olmamız çok önemli. Bu nedenle bu beceriyi öğrenmeden olmuyor.

O halde şimdi adım adım  ilerleme zamanı.

Öncelikle cesur olmalıyız.

Kendimizi ve algılarımızı korkumuz yüzünden kapatmadan; her deneyimden alacağımızı almaya çalışmalıyız.

Verdiğimiz kararların doğru mu yanlış mı olduğuna takılmak yok ama.

Kendimizi BEN  imgemizden kurtarmak da önemli. Yıllar boyu zihnimizde görmek istediğimiz, özlenen bir BEN yarattık. İşte onu  bırakmak gerekiyor. İyileştirmeye çalışmak da işe yaramıyor çünkü.

Elbette risk alacağız, hayat başlı başına risk değil mi zaten? Ama  dikkat etmemiz gerekli nokta; alacağımız risk faktörlerinin bir adım ötesine geçmek. Yani endişeye, şüpheye pirim vermemek.

Önümüzdeki yol ayırımlarındaki olasılıkları görmek ki algılarımız açıksa bu çok daha kolay.

Son olarak pozitif enerjimizi her daim korumaya çalışmak. Etrafımızdaki neşe kaynaklarını bulmak.

İşte bunları yapabilmek bizi sınırlarımızdan, tutsaklığımızdan kurtarıyor. Böylece ÖZGÜR FARKINLIĞI kucaklıyoruz. Yaptığımız işlerde, attığımız adımlarda ve verdiğimiz kararlarda mutlu olmak bu kadar basit.

Sonuçta sevdiğimiz bir aklımız olmalı hepimizin. Olmalı çünkü ona ihtiyacımız var. Tıpkı ayrılmaz arkadaşı kalbimiz gibi. İşin içine bir de gönül gözümüzü katabilirsek yaşamın HER ANI RENGARENK olacak bizim nazarımızda.

Farkındalığımız özgür olsun her birimizin.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ





AKLIMIZI SEVİYOR MUYUZ? (1/2)

Deepak Chopra’nın kitabını okurken rastladığım bu soruyu çok sevdim. Ve daha o anda bunun üzerinde düşünmemiz, paylaşmamız gerektiğine karar verdim.

İlk cevabı ben vereyim mi?

Evet aklımı seviyorum. Aklımı kullanmak bana göre beyin hücrelerimi hep canlı tutmak gibi. Elbette beslemek kaydıyla. Okuyarak, yeni bilgilerin o engin denizinde kaybolarak.

Kelime olarak bize Arapça’dan gelmiş. Düşünme, anlama ve kavrama gücü demek. 
Yani aklımız sayesinde; kavramların ve kelimelerin anlamlarını biliyor, kıyaslıyor, inceliyor, anlıyor ve aralarında bağlantı kuruyoruz.

Aklın felsefik tanımları ise hayli karışık. Çünkü her düşünce adamı kendince yorumlamış.

Bunlardan bir tanesi, her satırı ile yüreğimize damla damla düşen Mevlana.
Bakış açısı ve bütünde geldiği nokta öyle güzel ki.

Aklımızı  kalpten, sevgiden ve aşktan ayrı düşünmemiş hiç. Satırlarında aşk daha ön planda gibi görünse de, akla gereken önemi vermiş. Onun bir rehber, hepimizin başvurduğu bir kaynak olduğunu savunmuş. Bizleri aşka hazırlayan sınırları belirleyen, o alanda hareket etmemizi sağlayan bir aşama olarak vurgulamış. Akılla aşk arasında güçlü bir köprü kurabildiğimiz ölçüde; yaşamın hakkını vereceğimizi belirtmiş. Hayata bakışı ve yaşam şekliyle de bunu birebir uygulamış. Öyle değil mi?

Onun torunları olarak bizlere düşen de bunu kendi yaşantımızda uyarlamaya çalışmak. Kendimizi geliştirmenin, hayata zarafetle ışıltılar katabilmenin yollarını bulmak.

BİRden BÜTÜNe üzerimize düşeni yapmak.

Pek çok yazı okuduk bu konuda. Pek çok yazı yazıp, paylaştık beraberce. Gerçekten de aklımız, kalbimiz, gönül gözümüzün beslediği ruhumuzla öyle güzel bir bütünüz ki hepimiz.

Her birine ayrı itina göstermemiz, kendimizi her yönümüzle sevmemiz ve duygularımızla barışık olmamız gerekiyor.

Böylece hayatın anlamı anlam kazanıyor.

ANLAR güzelleşiyor.

Şükürlerimiz katlanarak artıyor.  

Aklımız bizleri diğer canlılardan ayıran özelliğimiz ayrıca. Ama o içindeki korkular, endişeler olmasa. Her adımımızda bizi daha mantıklı hareket etmemiz için uyarıp durmasa. Tüm bunlar elbette özgürlüğümüzü kısıtlayan etkenler. Yeri geliyor hayallerimize sekte vuruyor. Yine de attığımız adımlarda aklımıza danışmadan edemiyoruz.

Yapılacak en değerli hareket ise; aklımızı gönül gözümüzle ve ruhumuzla beslememiz gerçeğini unutmamak. Bir anlamda kalbimizden yayılan o güzel ışıltıyla aklımızı parlatmak. O zaman kendi yolumuzda özgür ve doğru adımlarla yürümenin keyfine varıyoruz.  

Deepak Chopra kitabında; çoğu kişinin aklını sevmediğini belirtmiş. Nedeni ise aklımızın içinde kendimizi tutsak gibi hissetmemiz. Korkularımız, öfke ve kızgınlıklarımız, bozulan ruh halimiz, negatif düşüncelerimiz yüzünden. Hepsi aklımızın bir ucunu çekiştiriyor adeta. Serbestçe hareket etmek istiyoruz ama zorlanıyoruz. Dolayısıyla huzuru ararken ondan uzaklaştıkça uzaklaşıyoruz

Peki şimdi soralım kendimize.

Aklımızı neden serbest bırakamıyoruz?

Tek bir cevabı var aslında.

Unutamadığımız geçmişimiz.

Farkında bile değiliz belki de; geçmişin anılarıyla kendimizi nasıl tutsak ettiğimizin. Uzmanlar, öncelikle bunu anlamamız gerektiğini belirtiyor. Çünkü tüm o içsel tepkilerimiz, endişe, kaygı, korku ve negatif hallerimiz bundan kaynaklı birikimler.

Mutlaka bir yerlerde göz ardı ettiğimiz, yok saydığımız ya da ertelediğimiz izler çıkacak. Ve her geçen günle beraber kendimize kurduğumuz kapanı sağlamlaştırdığımızı göreceğiz. Aklımız da işte onların arasında tutsak. (devamı çok ilginç notlarla 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.07.2014


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...