26 Ağustos 2017 Cumartesi

TEK BİR ÇİZGİ İLE FELSEFE

Başlık hayli iddialı oldu farkındayım ama; ne zamandır yazmak istediğim bu kısacık öyküyü okuyunca; bana hak vereceksiniz eminim ki.

Öğretmenlerimiz bazen tek bir kalbi dokunuşla bazen de tek bir kelime ile düşüncelerimizi yerle bir eder ve bize doğru yolu anında gösterir. Çünkü bizi yeri gelir ailelerimizden bile daha iyi tanır. İşte öykümüzdeki öğretmen de onlardan bir tanesi.

Günlerden bir gün; öğretmen, sınıfındaki zeki ama aynı zamanda hayli kıskanç olan öğrencisini karşısına alır. Arkadaşlarıyla neden geçinemediğini, sürekli kavga çıkardığını, onların yaptıklarını bozma eğiliminde olduğunu sorar.

Öğrenci evde anne babasından gördüğü şekliyle belki de onların baskısıyla hedefinin hep en iyi olmak olduğunu söyler. İşin acı yanı işte burada ortaya çıkar. Hiçbir arkadaşının kendisini geçmesine tahammül gösteremeyen çocuk; onları sadece engelleyerek birinci olmayı başarı zannedecek kadar bencil yetiştirilmiştir çünkü.

Bunu duyan öğretmen masasından kalkar. Eline aldığı tebeşir ile tahtaya uzun bir çizgi çeker. Sonra da öğrenciye, bu çizgiyi nasıl kısaltabileceğini sorar.

Öğrenci hemen eline silgiyi alır ve çizgiyi silerek kısaltmaya çalışır. Ancak öğretmen bunu kabul etmez. Öğrenciye biraz düşünmesini öğütler. Öğrenci bu sefer de eliyle çizginin kapatabildiği kısmını kapatıp kısaltmaya çalışır. Öğretmenden yine uyarı alır. Çünkü doğu cevap bu da değildir.

Sonunda öğrencisinden doğru cevabı alamayacağını anlayan öğretmen, tahtaya yanaşıp tebeşirle bir başka çizgi çizer. Bu çizgi ilk çizdiğinden daha uzundur. Ve arkasını dönerek öğrencisine şu anda ilk çizginin nasıl göründüğünü sorar. Öğrenci haliyle ilk çizginin daha kısa olduğunu söyler ve gerçeği anlar.

Bunun üzerine gülümseyen öğretmen, bilgi ve yetenekleri artırarak kendi çizgisini (yani hayat yolunu) uzatmanın en güzel yol olduğunu söyler. Diğer arkadaşlarının çizgilerine zarar vermeden bunu yapmanın ise en keyifli yol olduğunu vurgular.

Öykümüz böyle.

Tek bir çizgiyle felsefe değil de nedir bu?

Amaç bilgi ve donanım olarak zenginleşirken hep kendimizle yarışmak olmalı ve mutlaka başkalarının başarılarını da alkışlamadan geçmemeli diye düşünüyorum. Çünkü başkalarının başarılarını kıskanmak bizi kıskaca alır. O anda duygularımız negatife meyilli olduğu için düşünme yeteneğimizi zayıflatır.

Halbuki alkışlamak, takdir etmek; pozitif yönde olmamızı, rahat ve sakin düşünerek yol almamızı sağlar. O nedenle çocuklarımıza başkalarının mutluluğu ile mutlu olmayı öğretmemiz gerekiyor. Bunu sözle değil kendi yaşantımızla yapabilmek asıl olan elbette.

Çocuklar küçük olabilirler ancak beyinleri muhteşem çalışıyor. Doğru ve güzel bilgilerle doldurmak, yaşamı kendi üzerimizden güzel yansıtmak bizim ilk önceliğimiz olsun mu?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.07.2017


22 Ağustos 2017 Salı

Hem Serinleyin, Hem de Enerji Tasarrufu Yapın

Eğer bu sıcak havalarda vantilatör ile serinlemeye çalışıyorsanız baştan söyleyeyim: Boşuna uğraşıyorsunuz. Sıcak havayı bir noktadan diğerine taşımak, serinlemenizi sağlamıyor ve vantilatörler de tam olarak bu şekilde çalışıyor. Gelin gerçekçi olalım: Hava sıcaklığının zaman zaman 40 dereceyi aştığı bu aylarda, serinlemek için klima dışında bir seçeneğiniz yok. Ancak klima satın almak o kadar kolay bir iş değil: Hem enerji tasarruflu, hem uzun ömürlü ve hem de yaygın bir servis ağına sahip olmalı. Servis ağı özellikle önemli, yoksa hem montaj, hem de bakım için epey bir beklemek zorunda kalıyorsunuz! Piyasadaki klima modellerine bakın: Tüm bu özelliklere sahip olanların sayısının çok az olduğunu, onların da fiyatlarının neredeyse bir servet düzeyine yaklaştığını göreceksiniz. Neyse ki Uğur Soğutma’ya ait UIS 18 klima modeli, her bakımdan mükemmel bir seçenek olmayı başarıyor.



UIS 18’in bu denli iyi bir seçenek olmasının ilk nedeni, enerji tasarrufu. Hem A++ enerji sınıfına giren ve hem de inverter teknolojisini kullanan klima modellerinin sayısı oldukça azdır. UIS 18 ise, bu teknolojileri bütçeyi zorlamayacak fiyatlar ile sunuyor. Inverter teknolojisi sadece enerji tasarrufu değil, kullanım ömrünü de uzatıyor. Zira klima kompresörü, bu sayede yalnızca gerektiği zaman çalışıyor. Yenilikçi teknolojilerin kullanılması sayesinde, UIS 18 bekleme modundayken yalnızca 1W elektrik harcıyor. Bu inanılmaz bir oran, zira neredeyse %80 oranında bir enerji tasarrufu yaptığınız anlamına geliyor.



Yenilikçi teknolojiler sadece inverter sistemi ile sınırlı değil: Akıllı soğuk hava üfleme özelliği, ortam sıcaklığını yavaş ve doğal bir şekilde istenen dereceye getiriyor. Follow Me özelliği, kumandanın bulunduğu bölgeye göre ısıtma ve soğutma yapabilmesin sağlıyor. İyonizer ve bio-filtre özellikleri sayesinde de, sadece serin değil, temiz bir havaya sahip olabiliyorsunuz. Elektrik kesintilerini de dert etmeyin: UIS 18, enerji geldiğinde otomatik yeniden başlama özelliği sayesinde size iş düşmeden her şeyi otomatik olarak hallediyor. Farklı BTU seçenekleri mevcut olduğu için, size en uygun olan modeli Uğur Soğutma yetkili servisleri aracılığı ile tespit etmenizi tavsiye ederim. Daha sonra, https://satis.ugur.com.tr adresinden uygun fiyatlar ve 12 taksit avantajıyla siparişinizi hemen verebilirsiniz.

                                     
Bir boomads advertorial içeriğidir.


21 Ağustos 2017 Pazartesi

DUYGULARIMIZ NEREYE SAKLANMIŞ?

Bizi biz yapan yegane özellik duygularımız. Onlarla yaşamı en derininden hissediyoruz.

Olumlu ya da olumsuz tüm duygular bizim yaşam rengimizi belirliyor. Zaman zaman griler hatta siyahlar başrolü kapmaya çalışsa da; amacımız yeşilin, mavinin hatta pembenin o tatlı ve efsunlu kulvarlarında gezinmek.

Ancak duygularımız elimizden bir bir kaçıyor sanki. Tıpkı balon misali avuçlarımızın arasından sıyrılıp, gökyüzüne doğru yol alıp saklanıyor.

Belki de bu yüzden duyarsızlığımız. Gün geliyor içimizdeki çocuğun ne yapmak istediğini dahi anlayamıyoruz.

Bilim otoriterleri tarafından ‘Duygu körlüğü, duygu sağırlığı, duygusal renk körlüğü’ olarak da ifade edilen bu durumun bilimsel ismi ALEKSİTİMİ. Ben ‘Duygu yoksunluğu’ olarak tanımlamayı daha çok sevdim. Maalesef böylesi insanların sayısı azımsanmayacak kadar çok.  

Duyguların ne olduğunu tam olarak bilmedikleri, algılayıp tanımlayamadıkları için; o anda hangi duygusal durumda olduklarının farkında değil bu kişiler. Dolayısıyla kendilerini ifade ederken yetersiz kalıyorlar. Hal böyle olunca sosyal yaşamda bocalıyorlar. Çünkü ilişki kurmakta, bunu sürdürmekte zorlanıyorlar. Empati onlardan o kadar uzakta ki.

Bu İngilizce kelimenin kökeni eski Yunancaya dayanıyor. Duyguyu kovmak anlamına geliyor.

Aslında duygularımız bizim her şeyimiz. Tam merkezinde bedensel tepkilerimiz var. Heyecanlandığımızda kalbimizin çarpması, üzüldüğümüzde ağlamamız, öfkelendiğimizde yüzümüzün kızarması gibi. İşte bu minicik tepkiler beynimiz tarafından anlamlandırılıyor ve ortaya duygular çıkıyor. Keder, sevinç, neşe, kızgınlık, öfke, endişe, kırgınlık, mutluluk, nefret gibi.

Gelin görün ki bizim için doğal olan bu durum, aleksitimik kişiler için tam bir kaos. 

Çünkü hangi duyguyu yaşadıklarını bilemiyorlar. Dolayısıyla kendilerinden, duygularından bahsetmeyi sevmiyorlar. Hayal kuramıyorlar. Kelime dağarcıkları yetersiz. Yaratıcı değiller. İç dünyalarının derinlerine bir türlü inemiyorlar. İçlerindeki çocuk uzun zamandır susuz kalmış, içten içe ağlıyor.

Bilim adamları bu durumu; duyguları işleyen sinirlerin kısa devre yapması olarak açıklıyor.

Duyguların yok olma nedeni biraz genetik olmakla beraber; sevgisiz aile ortamlarının, özellikle çocuklukta yaşanan travmaların, şiddetin ve maalesef eğitimsizliğin bunda payı oldukça büyük.

İşte bu nedenle herhangi bir sebeple karşımıza çıkan kişileri yargılamadan önce bir kez daha düşünmemiz gerekiyor. Bize buz gibi soğuk, demir gibi katı hatta duyarsız gelmelerinin altında bu neden de olabilir. Bilemeyiz ki.

Geçenlerde okuduğum psikoloji ağırlıklı bir yazıda; bir insanın karşısındakine sadece bildiği ilişki modelini kullanarak davranabileceğini yazıyordu. Yani aslında kendisine nasıl davranıyorsa etrafındakilere de öyle davranıyor. Çünkü başka türlüsünü bilmiyor. Sevgisizse aslında kendisini sevmeyi bilmiyor, yalan söylüyorsa doğrularından sürekli kaçıyor, dürüst ise özüne de dürüst. Aslında her şey bu kadar açık ve net. Bu nedenle kendi duygu dünyalarının farkında olmayanlardan bizi anlamalarını beklemek; kendimizi üzmekten başka bir işe yaramıyor.

Bize düşen onları da oldukları gibi kabul etmeye ve hatta anlamaya çalışmak. Zorlu bir yol olsa da sonuçta bir kalbe dokunmak varsa bence değer diye düşünüyorum. Çünkü onların hayatları bizlerden çok daha zor. Stres düzeyleri daha yüksek. Duygularının farkında olmadıkları için yaşadıkları fiziksel tepkiler ve bedenlerine vereceği zararlar hayli fazla. Hiç bitmeyen bedensel ağrılar, panik atak, süregelen endişe bunlardan sadece bir kaçı.

Kadın erkek olarak ayrı gruplarda bakıldığında ise erkeklerde daha çok görüldüğünü belirtiyor uzmanlar. İyi haber ise tedavi edilebiliyor olması. Görecekleri bir takım terapilerle ve alacakları psikoterapik yardımlarla duygu farkındalığını kazanabileceklerinin altı çiziliyor.

Son söz olarak unutmamamız gereken nokta, hiç kimsenin özünde kötü olarak doğmadığı gerçeği. Her şeyin mutlaka bir sebebi var. Yollarımızın gün gelip onlarla kesişmesinin de sebebine inanıp; sevgi hamurumuza onları da katabiliriz belki. Ne dersiniz?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.06.2017





12 Ağustos 2017 Cumartesi

İÇİMDEKİ ÇOCUĞA ŞEFKAT (2/2)


İyi davranalım özümüze, nazik olalım elimizden geldiğince.

O zaman cesaretimiz artacak, öz güvenimiz yukarılara çıkacak. Zorluklara karşı vereceğimiz mücadeleler bizi korkutamayacak.  Hayata bakışımız güzelleşecek. Daha anlamlı bulacağız her bir detayı. Şükürlerimiz çoğalacak.

Ne zaman kendimize yeten olacağız; işte ondan sonra etrafımıza enerji veren, gülümseyen, yardım etmekten gocunmayan, karşımızdaki her insanın hatta her canlının değerli olduğunu hatırlatmaktan pes etmeyen kişilere dönüşeceğiz.

Tüm bu adımlardan sonra her şey bitecek mi?

Her şey güllük gülistanlık olacak mı?

Elbette hayır.


Yaşamın sürprizleri bitemeyecek ta ki son nefesimize kadar. Önemli olan o ana kadar güçlü kalmak.

Korku ya da endişe bulutları içimizi sardığında; kolayca başa çıkabilmenin yollarını bulmak.

Yok saymadan, bastırmadan, içimize atmadan kabul edip savuşturmak.

Aslında yapılan araştırmalar; etrafımıza gösterdiğimiz destek ve anlayışın küçük bir dilimini dahi kendimize göstermediğimizi ortaya koymuş. Bunun bir nedeni, tüm bu güzel olguların vurdumduymazlıkla karıştırılması belki de. Hani bazı insanları rahatına da çok düşkün olmakla etiketleriz ya onun gibi.

Peki ne yapacağız? Öncelikle kendimizin farkında olacağız. Kendimizi, özümüzü, içimizdeki çocuğu iyi tanımaya çalışacağız. Hata ve kusurlarımızla yüzleşeceğiz. Kendimizi kusurlarımızla seveceğiz. Hayatı ve yaşanan her ne varsa hepsini kabul edip; yolumuza cesaretle devam edeceğiz. 

Şimdi gelin bir mini deneyle bilgi birikimimizi pekiştirelim. 2007 yılında Amerika Wake Forest Üniversitesi’nde yapılan basit bir deney var karşımızda.

Üniversite öğrencisi 84 kadın denekten; ikram edilen tatlı çörekleri yemeleri istenir. İçlerinden sadece bir gruba; çöreği istisnasız herkesin yiyeceği ve kendilerini kötü hissetmemeleri konusunda uyarı yapılır. Ardından deneklerin hepsinden bir kaptaki şekerden tadım yapmaları istenir.

Sonuçta; uyarı yapılan ve öz şefkatleri tatmin edilen küçük gruptakiler az bir miktar şekerle yetinirken; diğerlerinin hissettikleri suçluluk duygusu ile abartarak daha çok şeker yediği gözlemlenir.

Bu minicik deneyde bile öz şefkatin, baştan kabul etmenin duygularımızı ve davranışlarımızı etki altına aldığını gösteriyor. Öyle değil mi?

O halde biz güne neden bu güzel desteklerle başlamayalım ki? Bizi tutan kim var kendimizden başka?

İşte ayna karşısındaki ilk repliğimiz ‘’Nasılsın CANIM?’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.07.2017





İÇİMDEKİ ÇOCUĞA ŞEFKAT (1/2)

En son ne zaman bir aynanın karşısına geçip ‘’Nasılsın CANIM?’’ diyerek kendi kendimize gülümsedik?  

İçimizdeki çocuğun ağlamaklı halini avutup ona şefkat gösterdik? 

Kendimizi şımartıp, gerçekten de özel olduğumuzu hissettirdik?

Biliyorum ki pek çoğumuz bırakın yapmayı, aklına bile getirmiyor bu önemli hayat ritüelini. Oysaki etrafımızdaki kişilerden ve hatta sevdiklerimizden önce kendimize özen göstermeliyiz. Kendimizi sevgimizle el üstünde tutmalıyız ki, yükselen pozitif enerjimiz ve daima gülümseyen yüzümüzle yaralara merhem olmanın keyfine varalım.

Ben ne zaman zor bir durumla karşılaşsam; hemen aklıma geliyor ve uyguluyorum. 

Faydasını hemen gördüğümü söylemeliyim. Çünkü içimdeki negatif enerjinin anında pozitif enerjiyle yer değiştirdiğine tanık oluyorum. Elbette amacım sizlere de hatırlatmak ve paylaşırken çoğalmak.

Duyarlı olmak, anlayışlı davranmak, merhametin tılsımını hissettirmek ve şefkat göstermek.

Tüm bu zarif davranış hallerinin ruh halimizle olan yakın ilgisini mercek altına alalım mı beraberce? Hatta içimizdeki çocuğun elini tutalım ve onu da davet edelim bu özel yolculuğumuza. Ne dersiniz?

Ben inanıyorum ki, yazının son cümlelerine geldiğimizde tebessümle bize teşekkür edecek, belki de o şen kahkahasıyla içimizi aydınlatacak.

Zorluklarla verdiğimiz mücadelede, yaşadığımız derin acılardan cesaretle kurtulmada; elimizdeki en güçlü savunma araçları şefkat ve duyarlılık. Yaptığımız ve hatta yapacağımız hatalar sırasında; kendimizi suçlamak, kurban rolüne bürünüp cezalandırmak ne kadar yanlış. Tam o anlarda içimizdeki çocuğun halini bir görebilsek, içli içli ağlamalarını bir duyabilsek; yapmayacağız elbette. Ama kendi özümüze bile duyarlı değiliz aslında.

İlk adım kabulle başlıyor. Hatamızı, içimizdeki acıyı, hissettiğimiz her ne varsa hepsini kabul etmek önemli. İkinci adımda duyarlılık asasını elimize alacağız. Merhamet ve şefkatin o büyüsünü koklayacağız. Kendimizi iyileştireceğiz kısacası. Sevgiyle, bir çocuğun yaralarını üfler gibi. En büyük destekçinin önce kendimiz olduğunu unutmadan.

İçten içe kızmak, kafamızda acı hatıraları sürekli kılmak, unutmayı redetmek, kendimizi acımasızca yargılamak; özümüze yapacağımız en büyük kötülük. Yaşam kalitemizi alt üst etmekten de öteye geçmiyor zaten.

Günlerimizi bu şekilde heba etmek ne büyük yanılgı bir düşünsenize. Saatler geçiyor, günler akıyor, haftalar ayları, yılları kovalıyor. Geçmiş hatalarımızla boğuşurken yaşam ellerimizin arasından kayıyor.

Halbuki kendimizi sevgiyle kucaklayıp, her sabah aynada gülümseyerek güne başladığımızda; yapacağımız hatalar bizim için birer basamak olacak.  Gün bitiminde tebessümlerimiz azalmadan yastığa başımızı koyacağız.

Bu öyle özel bir zenginlik ki aslında. Yeter ki fark eden tarafta olalım.

Kendimize acımak, içimizdeki çocuğu sürekli azarlamak, hata yapabileceğimizi kabul etmemek olmasın artık yaşantımızda.

Olumsuz olsa da tüm duygularımızla dengede kalmayı başaralım. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


02.07.2017

6 Ağustos 2017 Pazar

MUHTEŞEM BERABERLİK ‘TAO’

Evrenin başlangıcından bu yana, siyah YİN ile beyaz YANG el ele verip; aynı yolda uyumla yürürler. İşte yürüdükleri bu yolun, bu muhteşem beraberliğin ismidir TAO.

Birbirlerine tamamen zıt olduklarını bilirler. Ancak birbirlerine olan sevgileri öyle kuvvetlidir ki; beyaz içinde minicik bir siyah; siyah ise minicik bir beyazı baş tacı etmeden duramaz.

Bazen biri diğerinden baskın çıksa, uyum terazisinin dengesini bozsa da; sonuçta birbirlerinden hiç ayrılmazlar. Ayrılamazlar. Çünkü biri olmadan diğeri olamaz.

Denge ve ahengin en naif anlatım şekli olan bu sembol; bana ahenkle dans eden bir çifti ve uyumu anımsatır nedense.

Peki yaşam boyunca bu ahengi nasıl yakalayacak; hayatın renkleri ile nasıl dans edeceğiz dersiniz?

Cevabını İsviçreli psikiyatr ve analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’dan alalım mı?

‘’Kişi, aydınlık figürler imgeleyerek değil, karanlığın bilincine vararak aydınlanabilir. Ancak bahsi geçen ikinci yöntem tatsızdır ve bu nedenle tercih edilmez. ‘’
Anlamı oldukça derin bir cümle.

Peki bizi hayli zorlayacak olan, karanlığın bilincine varmak ne demek?

İşte bunun için Yin ve Yang sembolünü içimize sindirmemiz gerekiyor. Hepimizin artık aşina olduğu bu sembol bakın neler söylüyor bizlere?

Bu kelimelerin kökeni Çince. YİN tepenin kapalı, bulutlu tarafı demek. YANG ise güneşli tarafı.

O halde gelin bir tepe düşünelim. Kuzey yönü gölgede kalsın, güneşi hiç görmesin. Diğer yönü ise güneşle pırıl pırıl parlasın.

Tıpkı yin ve yang gibi.

Siyah renkli YİN karanlığı, geceyi, ayı, eksikliği, durgunluğu, alçalanı, negatif tarafı temsil ediyor. Su, hava ve biz kadınlar bu taraftayız.

Beyaz renkli YANG açıklığı, gündüzü, güneşi, genişlemeyi, yaşamı, yenilenmeyi, yükseleni, pozitif tarafı temsil ediyor. Ateş, toprak ve erkekler ise bu tarafta.

Bu iki kavramın muhteşem beraberliği olan TAO ise yol demek. Evrensel felsefenin kadim yolu. Yaşam içinde aldığımız yolu temsil ediyor bir anlamda. Gündüzü, geceyi, güneşi, ayı, durağanlığı, hareketliliği adım adım kokladığımız yaşamın her şeyi kapsadığını ifade ediyor.  

Enerji tam burada saklı.

Zıtlıklarda.

Denge ve ahenk de.

Şimdi TAO sembolüne bir defa daha bakalım. Birbirlerine sıkıca kenetlenmişler değil mi? Ayrılmaları mümkün değil gibi. Üstelik yang içinde bir parça yin; yin içinde de bir parça yang var. Kısacası her kutup kendi zıddını içinde saklıyor.

Eğer böyle olmasaydı, birbirlerinden kolayca kopar sonsuzlukta yok olurlardı bence. 
Öyle değil mi?

Oysaki şimdi beraberce varlıklarını kanıtlıyorlar.

Yapacağımız en önemli şey yürüdüğümüz yaşam yolunda bu dengeyi korumaya çalışmak olmalı.

Nasıl mı?

Yeri geldiğinde yumuşak YİN ile YANG’ın sertliğini almamız; dağılan YİNi odaklanan YANG ile tamamlamamız; daralmaya meyil eden YİNi zıt karakteri YANG ile genişletmemiz; yani zıtlıklarla birliği ve bütünlüğü sağlamamız şart.

Var olan zıtlıklar canımızı acıtıyor olsa da, onları kabul edip zıtları ile dengeyi bulduğumuz zaman; HER BOŞLUK ANLAMINI BULACAK. Korku yerini sevgiye, acımasızlık şefkate, kötülük ise iyiliğe bırakacak.

O halde gelin TAO yolunda yürürken yaşamın müziğine uyup ahenkle dans edelim BERABERCE.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.06.2017







Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...