26 Ocak 2016 Salı

YALNIZ DEĞİLİZ ki

Aslında tek başına kaldığımız anlarda bile yalnız değiliz. Sevgimiz yanımızda. Kalbimizle hissettiğimiz o muhteşem güç de arkamızda.

Okuduğumda çok keyif aldığım, umutlarımı tazeleyen bir şiir oldu bana bunları yeniden düşündüren. Paylaşalım istedim ki; ömür yolculuğumuzdaki tebessümlerimiz daha bir büyüsün. Kutlayarak yaşayalım her anımızı.

Aynı zamanda bir yazar olan Mary Stevenson’ın 1936 yılında, sadece 14 yaşındayken yazdığı bir şiir bu aslında.

Yıllar sonra keşfedilmiş. Ama her dem tazeliğini korumuş.

Zamansız yani.

Türkçeye çevrilmiş haliyle hiçbir kelimeyi değiştirmeden paylaşmak istedim. Şaire ve çevirenlere saygım adına.

İsmi ‘’ 'Footprints in the Sand’’ yani ‘’Kumdaki Ayak İzleri.’’

‘’Adamın biri bir gece bir rüya görmüş…

Upuzun bir kumsal boyunca yanında Tanrı ile yürüyormuş. Onlar yürürken, tam karşılarındaki gökyüzünden de bir film şeridi gibi adamın hayatından sahneler geçiyormuş.

Kumsal, adamın hayat yolu imiş sanki.

Adam kumda iki çift ayak izi kaldığında dikkat etmiş. Bir çifti kendisinin, bir çifti Tanrı’nın…

Hayatının son sahnesi de gökyüzünden geçtikten sonra adam, kumdaki ayak izlerine boydan boya bir daha bakmış ve birden bir şey dikkatini çekmiş!

Hayat yolunun pek çok bölümünde kumda sadece bir çift ayak izi görülüyormuş ve adam dehşet içinde fark etmiş ki, ayak izleri, hayatının en kötü, en acı anlarında teke iniyor. Bu keşfi onu fena halde rahatsız etmiş ve Tanrı’ya sormaya karar vermiş…

“Tanrım! Eğer sana inanırsam senin yolundan gidersem her zaman yanımda olacağını, her zaman yanı başımda yürüyeceğini söylemiştin…

Oysa, hayat yoluma bakıyorum. En zorlu, en kötü, en acılı anlarımda sadece bir çift ayak izi görüyorum kumda…”

“Anlayamıyorum Tanrım, anlayamıyorum…

Hayatın kolay günlerinde yanımda yürüyorsun da sana en muhtaç olduğum anlarda beni niye terk ediyorsun?”

Tanrı gülümseyerek cevap vermiş…

“Sevgili, çok sevgili evladım… Ben seni çok sevdim ve hiç terk etmedim. Hayat yolundaki o zorlu sınav günlerinde yani en acılı, en kötü anlarında kumda hep bir çift ayak izi gördün. Dikkat et! Ayak izleri teke indiğinde derinleşiyor. Çünkü o anlarda ben, seni kucağımda taşıyordum…”’’

O yıllarda sadece 14 yaşında olan bir kız çocuğunun seslenişi.

Ne kadar özel ve anlamlı değil mi?

Umutlarımız sırtımızda ve biz o muhteşem gücün koruması altındayız.

Yalnız değiliz özümüzde. Daha ne olsun.

Bize kalan sadece evrendeki her detayda bunu fark etmek. Kalbimizdeki sevgi ve aşk tınılarını olabildiğince çoğaltmak.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.01.2016



19 Ocak 2016 Salı

ÇÖZÜM MUTLAKA VARDIR (2/2)

Bunun cevabına Osho’nun JOY kitabında rastladım.

Tamamen egomuzla ilgili bir durum. Çünkü egomuz BASİT olanı sevmiyor. İstiyor ki kocaman olsun. Diğer türlü rahatı kaçıyor. Küçülüyor. Neredeyse yok olacak. Bu nedenle hep sorun olsun istiyor. Üstelik hepsi büyük olsun ki kurulduğu o gösterişli koltukta rahatça otursun.

Bu arada biz yoruluyoruz. Enerjimiz azalıyor. Keyfimiz kaçıyor. Hiçbirini umursamıyor. Tam tersine hep mücadelede olalım diye uğraşıyor. Çünkü işine gelmiyor.

Peki bizler ne yapıyoruz dersiniz?

Bizler de hiç düşünmeden ona boyun eğiyoruz. Üstelik haklı buluyoruz.  Yaptığımız işte bu.

Minicik bir problemi büyütüyoruz. Egomuzu kendi elimizle besliyoruz. Düşüncelerimizle, farkına varamadığımız negatif duygularımızla ve ağzımızdan kaçan sözcüklerle onun yolunu açıyoruz. Kendi çıkış yolumuzu taşlarla tıkadığımızı fark edemiyoruz.

Peki ne yapmamız gerekiyor?

Hep dediğimiz gibi, arada bir mola verip kendimize bir bakmalıyız.
Neredeyiz?
Ne yapıyoruz?
Hangi ruh hali içindeyiz?
Bedenimiz gibi ruhumuz da yorgun mu?

‘’Kalp sesimizi dinledikçe, içimize baktıkça; aslında sorunların dahi olmadığını göreceğiz.’’ diyor Osho.

‘’Asıl problem yaratanın kendi egomuz olduğunu anladığımız anda bitecek sorunlar. Ne problem olacak, ne de çözüm arayışlarımız. Hepsi bizimle alakalı.’’ diye de ekliyor.

Peki o zaman ne oluyor biliyor musunuz? Gerçek yaşamın ışıltıları tüm albenisi ile bizi kucaklıyor. Enerjimiz artıyor. Gerçekten yaşadığımızı hissediyoruz. Tıpkı aşık olmak gibi, yaşama olan aşkımızı hissediyoruz.

İşte bu nedenle FARKINDA olalım; sorunlar HENÜZ başlarken. Problemi minicikken fark edip, içine girmeden ve kocaman olmasına izin vermeden yok etmemiz şart.

Enerjimizi bugün kullanalım. Akıştayken yaşayalım.

Yarın mı? Yarın elbette çok daha iyi olacak. Ama içimizde kaygılar, endişeler varsa, bir yerlerde yanlış yapıyoruz demek. Çünkü gerçek yaşamda onlara da yer yok ki egomuz güç bulamasın.

Bırakalım çoşku sarsın ruhumuzu ve bedenimizi.

O içsel olgunluk çok önemli.

Dışarıdan gelenlerle değil; kendi içimizden gelenlerle yaratılan olağanüstü bir maneviyat.

YAŞAMIN ÇOŞKUSU.

Özgürlüğümüz.

İçimizdeki çocukla yaptığımız çılgınlığımız.

Özümüzün renklerini fark ettiğimiz en özel anlarımız.

Paylaştıkça büyüyen zenginliğimiz.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.11. 2015

Kaynaklar: http://edirnerotary.com; Osho – JOY (Çoşku-İçten Gelen Mutluluk) kitabı.

ÇÖZÜM MUTLAKA VARDIR (1/2)

Hayatın akışı içinde yaşadığımız öyle problemler oluyor ki bazen. Hani hiç çözümü yokmuş gibi çaresiz hissediyoruz kendimizi.

Öyle değil mi?

Oysaki her ne olursa olsun, yaşanan her zorluğun bir çözümü var. Üstelik çözümler genellikle en basit yaklaşımlarda. Aslında sorun bile yok. Sadece bizim bakış açımız ve biçtiğimiz bir paye var. Hepsi o kadar.

Bu satırları okur okumaz beyniniz hemen devreye girecek ve sorunlarınızı size bir kez daha hatırlatacak. Biliyorum.

İşte bunun için gelin; Tibet dağlarına mini bir yolculuk yapalım. Guruların, üstatların diyarında biraz gezinelim.

Günlerden bir gün; bir manastırda üstadın başdanışmanı hayata veda eder. Üstadın, kendisine bu görevde yardım edecek birini seçmesi gerekir.

Hemen bir toplantı yapar. Etrafını çeviren öğrencilerine durumu açıklar. Bir problem sorar. Ve ekler; çözen kişi kendi başdanışmanı olacaktır.

Öğrencileri heyecanla soruyu bekler.

Üstad sehpanın üzerine, içinde güzel bir gül bulunan antika bir vazo koyar.

‘İşte probleminiz.’ der ve susar. Gözlerini yumarak beklemeye başlar.

Herkes gülün zarifliğine, vazonun güzelliğine hayran olmuştur. İşte bu arada problemin gerçekten ne olduğunu gözden kaçırırlar. Derken içlerinden bir tanesi, birden ayağa kalkar. Elinin tersi ile vazoyu yere savurur.

Üstad gözlerini açar. Ve bu hareketi yapan talebesini başdanışmanı olarak atar.
Tüm bu olanlardan bir şey anlamayan öğrenciler şaşkındır. Bunun üzerine üstad açıklamasını yapar.  

Problemi çözen öğrencinin; kendileri gibi problemin detaylarında oyalanmadığını; sadece probleme odaklanarak; basitçe çözüme ulaştığını söyler.

Gerçekten de hepimizin yaptığı bu değil mi?

Hayatta karşımıza çıkan problemlerde; detaylara kendimizi kaptırıyor ve çözümden uzaklaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, mutlaka yapmak isteklerimiz gün geliyor hayatımızda sorunlar çıkarmaya başlıyor.

Ancak bizler soruna odaklanacağımıza oyalanıyoruz gereksiz yerlerde. Üstelik cesaretimiz de yok ki onları elimizin tersiyle savurup atmaya. Neden mi? Kim bilir belki kalbimizi okşadığı için, belki de düzenimizin bozulmasından korktuğumuz için.

Oysa çözüm her zaman en basitte. Belki de tek bir hamlede. Belki de sadece bizim bakış açımızda. İşte bu nedenle çözüme odaklanmamız şart. Cazibeler aklımızı çelse de; detaylar ilgimizi çekse de; çözüm en basitte.

Peki neden pireyi deve yapıyoruz dersiniz? Bir başka deyişle minicik problemleri devasa zannedip altında eziliyoruz? (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.11. 2015


11 Ocak 2016 Pazartesi

DOĞANIN GÜZELLİK ÖLÇÜSÜ

Yine bir gizem deryasının tam merkezindeyiz. Karşımızda öyle bir sayı var ki, etkilenmemek mümkün değil.

Estetiğin söz konusu olduğu her alanda bizimle aslında.

Doğadaki canlıların uzuvları bu sayıya uygunluk gösteriyor. Geçmişten günümüze uzanan antik mimari eserler bu orana göre tasarlanmış. Şimdiki bazı modern mimari eserler de bu orana uygun tasarlanıyor.

Neden mi? Çünkü uzmanlar, bu orana uygun ölçülerdeki nesnelerin ve canlıların daha estetik ve güzel göründüğü savunuyor.

Şimdi gelin bu güzel sayıya bakalım.

Ondalık sistemdeki yazılışı; 1,618 (1,618033988749894...)

Evet sayımız bu.

Evet sadece matematiksel bir kavram. Sadece irrasyonel bir sayı. Çoğumuzun bildiği sembolü ile Fi ( Φ ) sayısı.

Ancak gizemi muhteşem.

Her bir karesine hayran olduğumuz DOĞAnın GÜZELLİK ÖLÇÜSÜ aynı zamanda. İsmi de ALTIN ORAN.

Matematikte ve fizikte evrende, var oluştan bu yana bize göz kırpan yegane sayı.

Peki Altın Oran nedir?

Bir bütünün parçaları ile arasında gözlemlenen fevkalade bir uyum var. işte bu uyumun, geometrik ve sayısal oran bağıntısına ‘Altın Oran’ diyoruz.

Ünlü İtalyan matematikçi Leonardo Fibonacci tarafından 13. yüzyılda bulunmuş. Kendi adını alan sayı dizisinde çok basit bir kural var. İlk ikisi dışında; her sayı kendinden önceki iki sayının toplamı.

Ne var bunda diyeceksiniz şimdi biliyorum. Ancak bizim yüzümüz de dahil her şeyde mevcut bu oran.

Fibonacci sayıları; 0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, 2584, 4181, 6765, 10946... şeklinde devam ediyor. Ve dizideki ardışık iki sayının oranı, sayılar büyüdükçe Altın Oranına yaklaşıyor.

Doğa içinde şöyle bir gezinelim ve bakalım hangi örnekler takılacak gözümüze?  

Bitkilerin filotaksi denilen yaprak diziliminde; kar tanesi kristallerinde; günebakanlarda; o masum papatya çiçeğinde; çam kozalağının girift diziliminde 1,618 oranını görüyoruz.

Evrendeki pek çok galaksinin spiral yapısında da. Örnekler o kadar çok ki. Sadece farkındalıkla bakmamız yeterli galiba.

Peki ya biz insanoğlunda var mı? Elbette.

Başımızda, bedenimizde, kollarımızda, elimizdeki parmaklarda kısacası her uzvumuzda hep 1.618 oranı var. Hatta kalp atışlarımızda, DNA sarmallarının en ve boy oranında da.

Eski Mısırlılar ve Yunanlılar tarafından keşfedildikten sonra mimaride ve sanatta çokça kullanılmış.

Mısırın meşhur piramitlerinden; Rönesans dönemi sanatçılarının tablo ve heykellerine kadar pek çok şaheser eserde var. Örnek mi?   

Leonardo da Vinci eserlerindeki mükemmelliği hep bununla yakalamış. ‘Son Yemek’ ve Mona Lisa tabloları en belirgin örneklerden.

Güneş etrafındaki gezegen yörüngelerinin eliptik yapısını keşfeden Johannes 
Kepler; Altın Oranı, geometrinin iki büyük hazinesinden biri olarak kabul etmiş.

Osmanlı döneminin en usta mimarlarından Mimar Sinan’ın Süleymaniye ve Selimiye gibi daha pek çok eserinde de bu oranı görmek mümkün.

Kısacası mükemmel olarak kabul edilen her şeyde bizimle beraber.

Madem bu gizemli sayı bir mükemmellik ölçüsü; o halde onu yaşadığımız dünyaya uyarlayalım. Ve beraberce dünyanın Altın Oran merkezine gidelim.

Ne dersiniz?

Bu yer öyle bir yerde olmalı ki; belirli noktalara olan uzaklıkları hep altın oranı yani 1,618’ i vermeli. Öyle değil mi?

Peki böylesi bir yer var mı? Evet var.

Arap yarımadasının batısındayız şimdi. Suudi Arabistan’ın Hicaz bölgesinde. İşte dünyanın merkezi tam karşımızda.

İslam dünyasının en kutsal şehri olarak kabul edilen Mekke.

Şehrin kuzey kutup noktasına olan uzaklığı 7.631,68 km. Güney kutup noktasına olan uzaklığı ise 12.348,32 km. Bu iki uzaklığın oranı ise tam tamına 1,618.

Enlem boylam haritasına göre de, doğu uzaklığı ile batı uzaklığının birbirine oranı yine aynı sayı. Kısacası tüm hesaplama sistemleri minicik yanılma payları ile hep aynı noktayı işaret ediyor.

Ama henüz bitmedi. Hani merkezin de merkezi vardır ya. İşte orası da her yıl İslam dünyasının akınına uğrayan Kabe ve Arafat dağı.

Adına Ley hatları da denilen pozitif enerji akımlarının dünya üzerindeki kesişme noktası aynı zamanda. Yani dünya genelinde pozitif enerji titreşimlerini yoğun olarak hissedeceğimiz tek yer burası. Bilimsel veriler böyle söylüyor.  

Matematikteki bu üstün tasarım sayısı; dünyamız üzerindeki en minik canlıdan en büyüğüne ve bizlere kadar her canlıda var. Belki de bu yüzden canlıları incelerken, 
yapılarına her defasında hayran oluyor; olağanüstü detayları karşısında şaşırıyoruz. 

Ben bu sayıyı çok sevdim. Çünkü bir türlü çözemediğimiz evreni ve yaşamı anlamamıza yardım ettiğini düşünüyorum.

Altın Oranımız çokça olsun dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.11.2015




4 Ocak 2016 Pazartesi

KARL DETROIT’ ve DOKUNDUĞU HAYATLAR (3/3)

Mehmet Ali Paşa İstanbul’da evlenir. Bu evlilikten tam 4 kızı olur. Onlardan bir tanesi Leyla hanımdır. Leyla hanımın evliliğinden doğan kız çocuğu Celile hanımdır. Yani Paşanın görme şansı yakalayamadığı tek torunu.

Celile hanım, güzelliği ve ressamlığı ile dillere destan bir kadındır. Osmanlı'nın meşhur valilerinden Nazım Paşa'nın oğlu Hikmet Bey ile evlenir. Bu evliliğin meyvesi masmavi gözlü bir oğlandır.

Şimdi şaşırmaya hazır olun. Bu minik bebek büyüyünce kim olur dersiniz?

Türkçeye birbirinden güzel şiirler kazandıran NAZIM HİKMET.

İşte küçücük bir Alman çocuğunun hüzünlü yaşamı.  Dokunduğu hayatlardan ilki. Ünlü bir şair olarak karşımızda.  

Her birimiz hayatla dans ediyoruz. Ve bu arada kim bilir hangi kalplere dokunup, kimlerin şansına şans katıyoruz. Bu şahane döngü ancak yıllar içinde, nakış gibi ince ince işlenerek hazırlanıyor. Bu nedenle her birimiz önemliyiz. Ve hayatımıza kimin, nasıl, ne şekilde dokunacağını bilemeyiz.

Tıpkı Mehmet Ali Paşa’nın torunları ve torunlarının çocukları arasında yer alan ünlü edebiyatçılardan; Sabahattin Ali, Oktay Rıfat, Mehmet Ali Aybar ve Ali Fuat Cebesoy gibi.

Hayır burada bitmedi öykümüz. Şimdi sırada başka kişiler var. Emin olun ki, yazımın sonuna kadar şaşkınlığınız devam edecek.

Nazım Hikmet 1938 yılında, Atamız henüz hayattayken tutuklanıyor. Yazdığı şiirler yüzünden mi dersiniz? Hayır. Çünkü o yıllar Atatürk yılları. Ve Nazım Hikmet’in şiirleri ders kitaplarında okutuluyor.

Şimdi yelpazeye 3. kişi giriyor. ÖMER DENİZ.

Askeri bir öğrenci kendisi. Şiire de oldukça meraklı. Beyoğlu’nda bir sinema çıkışı, hayran olduğu Nazım Hikmet’e rastlıyor. Ünlü şairden şiirleri hakkında yorum alabilmek amacıyla, bir bayram günü evine ziyarete gidiyor.

İşte bu irtibatın sonucu olanlar oluyor. Her ikisi birden tutuklanıyor.

Nazım Hikmet orduyu isyana teşvik etmekle suçlanıyor. Tam 12 yıl hapis cezası alıyor.

Hapishaneden çıktığı ilk günün gecesi; yani büyükbabasının doğduğu yıldan tam 123 yıl sonra;  eşi ve arkadaşlarıyla beraber; Üsküdar’a gidiyor. Gecenin koyu karanlığında; dedesinin macera dolu çocukluk yaşamını düşlerken; o çok sevdiği Kız Kulesi’ni seyre dalıyor.

Bu arada Ömer Deniz’e ne oluyor dersiniz?

O da tam 7 yıl, 6 ay hapis yatıyor. Çıkınca askerlik mesleğine geri dönmek istese de yasalar gereği kabul edilmiyor.

Yaşadığı drama çok üzülen Ömer Deniz, o gün bir karar veriyor. Haksızlıklarla mücadele etmek, insanlara yardımcı olmak adına İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine yazılıyor. Ancak maddi imkanları yetersiz olduğu için bir yandan da çalışmanın yollarını arıyor.

İşte bu amaçla, İstanbul Fatih’te Hırka-i Şerif caddesinde bir oyuncakçı dükkanı açıyor. Dükkanın arkasındaki küçük atölyede yaptığı tahta oyuncakları satarak geçimini sağlarken okul masraflarını da karşılıyor.

Günlerden bir gün Ömer Deniz, atölyesinde çalışırken, küçük çelimsiz bir çocuk içeriye giriyor. Kendisine okuldan arta kalan zamanlarında yanında çalışmak istediğini söylüyor. O günden itibaren küçük çocukla beraber pek çok oyuncak yapıyor ve pek çok çocuğun kalbine seviyle dokunuyor.  

Bir sohbet sırasında; küçük çocuğun hiç oyuncağı olmadığını öğreniyor. O gece kolları sıvayan Ömer Deniz, sabaha kadar çalışıp çocuk için birbirinden güzel kuklalar hazırlıyor.

Ertesi sabah erkenden dükkana koşan çocuk, rengarenk oyuncaklarını sevinçle kucaklıyor. Koşar adım okuluna (Hırka-i Şerif ilkokulu) gidiyor. Ve bir araya topladığı arkadaşlarına hayatının ilk gösterisini yapıyor.

Yıllar içinde sanatla yoğrularak büyüyen ve seyirciler tarafından hala alkışlanan bu çocuk kim mi?

Ünlü tiyatro sanatçısı MÜJDAT GEZEN.

İşte yıllara dayanan ŞAHANE bir mozaik var karşımızda.

Her bir detay muhteşem değil mi sizce de?

12 yaşında Almanya’daki bir yetimhanenin penceresi önünde verilen bir karar ve yıllar içine yayılan sanat eseri tadında hayatlar.  

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.10.2015

NOT: Bu güzel öyküden haberdar olmamı sağlayan, sıcacık kalbini çok sevdiğim Sn. Tülay Aker Mutlu’ya ilk teşekkürüm. Sonrasında elbette bizlere bu şahane öyküyü usta diliyle ulaştıran Sn. Sunay Akın’a. Yazım onun video açılımıdır. Varlıklarına sonsuz saygımla.



KARL DETROIT ve DOKUNDUĞU HAYATLAR (2/3)

Aradan yıllar geçer. Mehmet Ali; Kırım Seferi’ne, Bosna, Karadağ savaşlarına katılır. 
Bu arada ‘Paşa’ ünvanını alır. 1878 yılında imzalanan tarihi Berlin Anlaşması ’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olur.

Yani Karl Detroit yıllar sonra doğduğu ülkeye geri döner. Ancak o artık bir Osmanlı Paşasıdır. Berlin’de kaldıkları otelin lobisinde arkadaşlarına duygularını şöyle ifade eder. ‘’Arkadaşlar hayata gözlerimi açtığım ülkedeyim. Bir daha buralara gelmem NASİP ve KISMET olmayabilirdi. Doğduğum kent buraya çok yakın. İzniniz olursa dünya gözüyle doğduğum yerleri son bir kez görmek isterim.’’

Brandenburg’da bu haber çabucak duyulur. Bir Osmanlı Paşasının yaşadığı yetimhaneyi ziyareti ise büyük yankı yapar. Yetimhane sabunlu sularla temizlenir. Herkes kapıda el pençe durur ve Mehmet Ali Paşayı karşılar. Apoletli, sırmalı, göğsü madalyalarla dolu Paşa; kendisini taşıyan at arabasından iner.

12 yaşında bir gece vakti kaçtığı yetimhaneden içeriye girer. İşte o anda eski hatırları bir bir gözünde canlanır. Dalında sallandığı salıncaklı ağaca, kurbağa yakaladıkları küçük havuza ve kaçtığı pencereye tekrar tekrar bakar. Adeta yeniden çocuk olmuş, o yıllarına dönmüştür.

Yetimhanede şeref defterine yazdığı şiir; daha sonra bir gazetede yayınlanır.  Kendisinden “Şiirlerini Alman, Fransız, Yunan, Fars ve Arap dillerinin tümünde aynı maharetle kaleme alabilen bir şair.” olarak söz edilir.

Daha sonra yatakhane katına çıkar. Kaçtığı pencerenin önüne gelir. Aşağıya eğildiğinde; çocukken korkarak indiği yerin aslında çok da yüksek olmadığını görüp gülümser.

Mehmet Ali paşa, Almaya’daki bu yarı nostaljik ziyaret sonrası İstanbul’a geri dönmek üzere yola çıkar. Ancak Kosova’nın Gjakova kasabasında linç edilerek öldürülür.

Ve bir daha o çok sevdiği Kız Kulesini hiç göremez.

İşte bu öykü, 12 yaşında Kız Kulesine yüzen bir çocuğun hüzünlü yaşam öyküsüdür.
Bizler de bundan böyle ne zaman Kız Kulesine bakarsak; sanırım tıpkı Sunay Akın gibi; kuleye atılan o azim dolu minik kulaçları göreceğiz. Bu çocuğun öyküsünü hiç unutmayacağız.

Ancak Karl Detroit’in hayatına dokunduğu öyle başka kişiler var ki… Okuyunca şaşıracaksınız. (devamı 3/3’te)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


10.10.2015

KARL DETROIT ve DOKUNDUĞU HAYATLAR (1/3)


Yıl 1827.

Yer Almanya-Brandenburg.

Bir erkek çocuk dünyaya ‘merhaba’ der. Çocuğa KARL DETROIT ismi verilir. Babası bir müzik öğretmenidir.

Ancak aile içinde süre gelen kavgalar ve huzursuzluk; Karl Detroit’in bir Fransız yetimhanesine verilmesine sebep olur.

Ne kadar acıdır ki, anne babası hayattadır. Her ikisi de sağlıklıdır. Ancak çocuklarına fayda yerine zarar verirler. İşte öykümüz bu küçük çocuğun yetimhanedeki zorlu günleriyle başlar. Ve bu gerçek hayat hikayesi acılarla, mücadele ile şekil alırken; pek çok kalbe dokunarak geçer.

Kahramanımız 12 yaşına geldiğinde, bir gece yarısı, arkadaşları uykudayken yetimhanenin 1. katında bulunan yatakhanenin penceresini açar. Birbirine düğümlemeye çalıştığı yatak çarşaflarını aşağıya sarkıtır. Minicik yüreğindeki korkusunu cesareti ile bastırarak; yetimhaneden kaçar.

Doğruca Hamburg şehrine gelir. O yıllarda Hamburg büyük bir liman kentidir. Dünyanın dört bir yanına giden büyük gemilerle doludur. Bizim küçük kahramanımız bir gemide miço olarak iş bulur ve doğduğu ülkeyi terk eder.

3-3,5 ay süren yolculuğu sırasında; neredeyse tüm Akdeniz limanlarını dolaşır. Ve bir bahar sabahı Marmara Denizinden İstanbul’a giriş yapar.

Gemi İstanbul’a gelince, Karl Detroit kimseye görünmeden gemiden atlar. Minicik kulaçları ile yüzmeye başlar. Nereye mi? Gemiden İstanbul’a bakarken gördüğü ve çok sevdiği KIZ KULESİ’ne.

Yetimhaneden İstanbul’a uzanan yolculukta son durak bu beyaz kule olur.

Minicik bir çocuk için, özellikle o yıllarda, o zor şartlar altında ne yaman bir yolculuk.
Öyle değil mi? Ne büyük bir karar ve cesaret.

Ancak İstanbul’un en güzel simgelerinden bir tanesi olan Kız Kulesi; o yıllarda yasaklı bir kuledir. Çünkü lepra (cüzzam) hastalarını toplumdan soyutlamak için kullanılır. Bulaşıcı ve tehlikeli olduğu bilinen bu hastalıkta; deri ve iskelet sistemi hayli yıpranır. Dolayısı ile bu hastalığa yakalananların görüntüleri herkesi korkutacak kadar kötü olduğundan böyle bir yol tercih edilir.

Düşünsenize, onca zorluk, onca tehlikeli yolculuk ve sonunda cüzzamhanede biten bir yolculuk.

12 yaşında o minicik kulaçlarına azminin son damlalarını inatla ekleyen çocuk; yorgun bir halde Kız Kulesinin kayalıklarına tutunur. Başını denizden çıkarır ve cüzzamlı hastalarla burun buruna gelir. Elbette çok korkar ancak, kulenin bekçisi tarafından kurtarılır.

Bu arada durumu fark eden Almanlar, Osmanlılardan çocuğu geri ister. İki ülke arasındaki bu minik diplomatik sorun, Sadrazam Ali Paşa tarafından ustaca çözülür. 6 dil bilen, şiirler yazan, son derece entelektüel, aydın bir paşadır kendisi. Gemiden kaçan, Kız Kulesi’ne kadar yüzen bu azimli çocuk ilgisini çeker. Mutlaka bir derdi olduğunu düşünerek onu huzuruna çağırır.

Karl Detroit başından geçenleri tek tek anlatır. Yetimhanede yediği dayaklardan, kaçış gününe, gemideki miçoluğundan Kız Kulesi’ne kadar. Çocuğu sessizce dinleyen Paşa, onca liman şehri arasında neden İstanbul’u seçtiğini sorar. Aldığı yanıt kısadır. Minicik parmaklarını pencereden ileriye doğru uzatır. O beyaz kuleyi çok sevdiğini söyler Karl Detroit.

Sunay Akın'ın tabiri ile; sanki bu kule onun denize düşen oyuncağıdır.

Sadrazam Ali Paşa çocuğun öyküsünden etkilenir. Oğlu olarak nüfusuna alır. Ona ‘Mehmet Ali’ ismini verir.

Askeri bir okula yollar. Çok iyi bir eğitim alması için elinden geleni yapar. (devamı 2/3’te)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.10.2015
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...