19 Ekim 2013 Cumartesi

ADALAR İÇİNDE BİR BURGAZADA VARMIŞ (2/2)

Burgazada’dan söz edip de Sait Faik Abasıyanık’tan söz etmemek olmaz elbette. 
Çağdaş Türk edebiyatının önemli yazarlarından kendisi. Adadaki yaşantısı ve sonradan müzeye dönüştürülen evi ile de adanın en önemlisi simgesi. Hikayelerinde, öykülerinde bolca adaları konu eden yazarımız; adayı ve ada yaşantısını çok sevmiş. 
Babasının vefatından sonra annesi Makbule Hanım, yaşamına Burgaz Adası'ndaki evlerinde devam etmeye karar verdiğinden; yazarımız da kışlarını Şişli'de, yazlarını ise adada annesinin yanında geçirmiş. Hastalığının ortaya çıkmasından sonraki ömrünün son on yılında ise neredeyse tamamen adadaki köşklerinde kalmış. Ölümünden sonra Burgaz Adası Çayır Sokak 15 numaradaki evleri; annesinin isteği ile ‘Sait Faik Müzesi’ adıyla müze haline getirilmiş. 22 Ağustos 1959 günü ziyarete açılmış. Bununla beraber hemen vapur iskelesi çıkışında yer alan meydana ismi verilerek ölümsüzleştirilmiş.

Sait Faik Abasıyanık, yaşamın şiirini yakalayan ve onu kendine has yorumuyla bizlere sunan bir duygu adamı olarak tanımlanıyor edebiyat çevrelerince. Hikâye, roman, şiir yazmanın yanında; çeviriler ve röportajlar da yapmış. Aşırı ilgili bir anneye karşın, aşırı ilgisiz bir babanın çocuğu olarak yetişmiş. Bu nedenle tavrına yansıyan çekingenliği ve kolay çözülemeyen  kişiliği hikayelerindeki karakterlerde bir bir ortaya çıkmış.

Sait Faik Müzesi; bahçe içinde, beyaz renkli, üç katlı harika bir köşk. Tam kapı girişinde sizi yazarımızın bronz bir heykeli karşılıyor ‘’hoşgeldiniz’’ dercesine. Gülümseyen, oturmuş ve kocaman elleriyle size ‘gel’ der gibi…

Yaşamına ait pek çok eşyası, siyah beyaz yarısı solmuş fotoğrafları, mektupları, kartpostalları, yazı takımları; ev eşyaları, bavulu, şapkası,…bakışlarınızı çevirdiğiniz her noktada sizinle buluşuyor. Ülkemizin en çok ziyaret edilen müze evlerinden bir tanesi olma gururunu bence hak etmiş. Çünkü yazarın dünyasını keşfetmek daha bir kolaylaşıyor tüm bu güzel donanım içinde.

S. Faik, denizi, balıkçıları, çocukları, yoksulları, işsizleri yalın bir diller anlatır hikayelerinde. Semaver, Sarnıç, Mahalle Kahvesi, Kumpanya, Havuz Başı, Son Kuşlar ve Bir takım İnsanlar, Kayıp Aranıyor, Şimdi Sevişme Vakti, Alemdağ’da Var bir Yılan okurlarıyla buluşan eserlerinden. ABD’deki Mark Twain Cemiyeti’nin şeref üyeliğini alan yazarın bu ödülünü de müzede birebir görmek mümkün.

Köşkün çatı katında ise ‘’Ah! Bu ilk mektup! Bir elime geçse… Onu bende size 
göndermek isterdim.’’ diyor  yazarımız mütevazi köşesinde.

Çağrısına uyanlar, gördükleri atmosferden etkilenip bir iki satır da olsa duygularını yazara iletmek isteyenler; bir mektup yazıp kutuya bırakıyor. Kimbilir kimler neler yazdı?

Ben mi? Elbette böyle bir fırsatı kaçırmak olmazdı. Buradaki manzara tek kelimeyle muhteşem. Böylesi bir tablo karşısında yazı yazmak ne büyük ayrıcalık. Keyifle yazdım o andaki duygularımı. Belli mi olur belki de gökyüzünden bir yerlerden beni izlemiş ve mavi gözleriyle tebessüm etmiştir diye de düşünmedim değil. Müzeden çıkarken,  yaptığınız bu mini tarihi yolculuğun, sözlerin, satırların ve mavi gözlerin anıları yüreklerinizi ısıtmaya devam edecek; buna emin olabilirsiniz.

‘’Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.’’ Son Kuşlar adlı eserindendi bu satırlar. Yazarın yazmayı ne kadar sevdiğini anlamak adına paylaşmak istedim son sözler olarak.

Masmavi denizi, küçük dar yokuşlu yolları, kıyıdaki plajları, yeşili ve tarihi dokusuyla bir ada ancak bu kadar işler insanın içine. Sessizliğin sesinde; bir gün yolunuz bu şirin adaya düşerse; başta Sait Faik olmak üzere taşına toprağına ve hatta martılarına benden selam olsun. Tebessümle ayak bastığınız iskeleden, kocaman tebessümlerle dingin bir ruh haliyle ayrılmanız ve en az benim kadar sevmeniz dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.09.2013









ADALAR İÇİNDE BİR BURGAZADA VARMIŞ (1/2)

Uçakla İstanbul semalarına yaklaştığınızda, özellikle gecenin koyu karanlığı içinde inci taneleri gibi parlayan adaların muhteşem görüntüsü karşılar sizi. O anda uçaktan atlayıp, ışıltısıyla göz kamaştıran adaları tek tek kucaklayasınız gelir adeta.

İşte bu yazımla, İstanbul'un güneyine Marmara Denizine doğru mavi bir yolculuk yapıp; Prens Adalarına doğru gidelim istiyorum. ‘İstanbul Adaları’ ya da ‘Kızıl Adalar’ da denen bu güzel adalar topluluğu toplam 9 ada ve 2 kayalıktan oluşuyor. Ancak sadece 5 tanesinde yerleşim var. Batıdan doğuya sırasıyla  Kınalıada, Burgaz Adası, Heybeliada, Büyükada ve Sedef Adası. Her biri bir diğerinden farklı ve güzel. Ama ben bu yazımda sizleri  diğer adalara göre, daha sessiz, daha sakin olan; huzuru buram buram koklayacağımız Burgazada’ya davet ediyorum. Neden mi Burgazada? Diğer adalara oranla daha az tercih edildiği bir gerçek olsa da; yazımı okuyunca bana hak vereceksiniz, inanın bana.

Maviliğin ortasında süzülen bir kuğu misali yol alırken vapur; çıkardığı beyaz köpüklerle, o turkuaza dönüşen rengine ve hemen yanında eşlik eden martılara bakınca… İnsan nasıl güzel bir ülkede yaşadığının daha da iyi farkına varıyor. Şükran duygusu tebessümlerine eşlik ediyor ve kucaklamak istiyor her bir karış toprağını sevgiyle. Şanslıyız böyle bir ülkede yaşadığımız için, hem de çok şanslı.

Bir saati aşan bir süre boyunca o doyumsuz yolculuğun keyfine varıyorsunuz; yudum yudum çay içer gibi. Derken uzaktan baktığınız adalarla buluşma vaktiniz geliyor. 
Denizi çok sevdiğimden mi bilmem; adalar bana hep çok çekici gelmiştir. Suyun ortasında kendi halinde bir yaşam. Araba yok, ses yok, doğa ile baş başa olmanın keyfi. Belki de tüm bunlara duyulan özlem insanları adalara sevdalı yapıyor bilemiyorum. Ama adanın keyfine varan, o tadı alan bir daha kolay kolay bırakamaz gibime geliyor. Sakin ve asude bir yaşam var buralarda. Kedi, köpek, kuş sesi duyuluyor yalnızca. Biraz da rüzgar, at nalı ve bisiklet tekerliği sesi. İnanması çok zor olsa da yürüyen insanların adım seslerini duyduklarını söylüyor adanın yaşayanları. İstanbul’un suç oranı en düşük bölgelerinin başında gelmesi ise öyle güzel ki.

Her mevsimin tadı ayrı adalar söz konusu olduğunda. İlkbaharda açan rengarenk çiçekler (erguvan, yasemin, mimoza, hanımeli) hem görüntüleri hem de kokularıyla başınızı döndürecek kadar cazibeli. Martıların kargalarla atışmaları, doğal ortamın bir göz kırpması gibi adeta. Ağustos ayının sonuna doğru, güneye göç eden leylekleri ve göçmen kuşları izlemek ise sonbaharın hüznünü serpiyor gibi kalplerinize. Belki ayrılığı, belki de vedayı anımsattıkları için.

Burgazada mavilerin içinde bir kale. Minicik endamı ile tarihin tozlu sayfalarından günümüze uzanan bir kum tanesi misali… Evet vapurdan iskeleye adım atar atmaz, o serin ada havası deniz kokusuyla burnunuzu şenlendirmeye başlar. ‘’O anda yapılacak en güzel hareket bir iki dakika için gözlerinizi kapatıp; dünyanın sesini ya da sessizliğini dinlemektir.’’ diyor adalılar. Gerçekten de doyumsuz bir huzur dalgasıyla sarılmaya başladınız bile. Sonra gözlerinizi açın ve hayata gülümseyerek bakın. 
Sevgiyle kucaklayacağınız pek çok güzellik işte karşınızda sizi bekliyor. İster yürüyün, ister bisiklete, isterseniz adanın en büyük keyfi olan faytonlara binin. Hiç fark etmez; artık adanın büyüsüne kapıldınız ve şimdi bunun tadını çıkarma vakti.

Her bir noktada manzaranın tarihe, tarihin manzaraya nasıl eşlik ettiğine birlikte şahit olabilmek için; benimle keyifli bir ada turu yapmaya hazır mısınız?

Eni boyu yaklaşık 2 km. civarında yuvarlak derli toplu bir ada Burgazada. İsminin anlamı ise kale ya da küçük kent demek. Yani ismiyle de tam bir uyum içinde. En yüksek tepesi 170 m yüksekliği ile Bayrak(Hristos) tepesi. Buradan masmavi deniz manzarası öyle güzel ki. Görmek lazım. Kelimeler yetersiz kalıyor o albeniyi anlatmak için. Ağaçlarla kaplı Heybeliada ile Kaşıkadasını buradan izlemenin keyfi bambaşka. Yenilenen çam ormanları ve kendine has sahili adanın doğal güzelliğine güzellik katıyor. Mezarlık (Kumbaros) Burnu, Hristos Manastırının ilerisindeki meşhur Kalpazankaya, adanın görülmesi gereken diğer güzellikleri arasında. Özellikle Kalpazankaya’da gün batımı muhteşem. Rivayete göre, Türkiye’de ilk kalp paranın basıldığı yer ve ismini de oradan alıyor.

Burgazada oldukça köklü bir de tarihe sahip. Tek tük kalmış eski kalıntıları, albenili yalıları, zarif ahşap köşkleri, daracık sokakları, dimdik yokuşları ve ibadet mekânlarıyla ‘ben buradayım ve yaşıyorum’ diyor adeta.

Tarihi bilgilerle 867 yılında inşa edildiği tahmin edilen, son şeklini 1896 yılında alan Aya Yani Kilisesi geçmişten günümüze gelen en önemli yapıtlardan bir tanesi. Özelliği tam altında bir zindanın olması. 11 basamakla inilen bu zindanda yedi yıl hapsedilen Methodius isimli bir papaz; burada tam yedi yıl hapsedilmiş. Ancak rivayetlere göre, yıllar sonra aynı kiliseye papaz olarak tayin edilmiş. Kaderin garip cilvesi olsa gerek, çünkü bazen bazı şeylerin neden olduğunu kestirmek öyle zor ki.

Diğer tarihi yapıları arasında Hristos Manastırı, Avusturya Saint Georges Hastanesi geliyor. Ayios Loanis isimli meşhur ayazmasını (pınarını) görmeden gitmek olmaz. Adanın tek camisi, İstanbul’un fethinin 500. yılı anısına, 1953 yılında yaptırılan Burgazada Cami.

Aynı zamanda bir İLKler adası adeta. 1928 yılında kurulan Burgazada Sanatoryumu İstanbul’un ilk senatoryumu olma özelliği taşırken; Türkiye’nin ilk özel hayvanat bahçesi yine burada kurulmuş. İşte ‘neden Burgazada’ sorusuna verilecek cevaplarım. Ama hepsi bu kadar değil. (devamı 2/2 ‘ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.09.2013

8 Ekim 2013 Salı

ENDİŞE ETMEKTEN YORULDUM – OSHO’nun DOĞRULAMA KURALI (3/3)

Gün içinde beynimizden geçen düşünce sayısı kaç dersiniz? Yapılan araştırmalara göre bu rakam yaklaşık 50.000′den fazlaymış. Düşünsenize ne kadar yoğun  bir düşünce bombardımanı içindeyiz. Bu durumda hangi birini kontrol edebilir ki insan? Birini tutsa diğeri kaçar misali. Üstelik bunların hepsini olumluya çevirmek imkansız zaten. Ama artık hepimizin bildiği bir şey var ki;  duygularımızın rotası elimizin altında olursa düşüncelerimizin farkındalığı daha kolaylaşıyor. Çünkü duygularımız düşüncelerimizi yaratıyor.

İsterseniz biraz açalım bu konuyu. Beraberce öğrenelim. Herhangi bir konu hakkında düşünürken aynı zamanda bir şeyler de hissediyoruz. Ve aslında neredeyse bu durumun %95  kadarlık bir kısmı bilinçaltımızda gerçekleşiyor. Yani bizim farkındalığımızın dışında.

Duygularımızı ne kadar bastırır ve yok sayarsak mutsuzluğa o kadar çok davetiye çıkarıyoruz aslında. Elimizi acıtan o kalem misali sımsıkı tutmaya devam ettikçe, artık varlığı bizden bir parça gibi oluyor zamanla. Ve biz farkına varamadan o acılardan, hayal kırıklıklarından kendimize bir duvar örüyoruz. Onlara tutunuyoruz. Başımızı kuma gömüp var olan duygulardan kaçmak da çözüm değil. Çünkü her kaçışta  daha çok sinyali bilinçaltımıza yolluyoruz. Sırf bu yüzden yaşadığı şehirden kaçan, seyahate çıkan ne çok kişi var, öyle değil mi? Hatta belki siz, belki biz onlardan bir tanesiyiz. Ama sonuç aynı kalıyor maalesef. Çünkü yer değiştirmek, o duyguyu yok saymak nafile.  Bir süre sonra o duvarın arkasındaki yoğun baskı demetinin altında hem ruhsal hem de fiziksel rahatsızlıklar kendini göstermeye başlıyor.

Bakın dünya genelinde yapılan araştırma örnekleri hayli çarpıcı. Bedendeki ağrıların, sürekli hissedilen yorgunluğun, mide düğümlenmelerinin ana sebebi bu bastırılan duygularımız. Depresyon, endişe ve psikolojik çöküntü gibi ruhsal hastalıkların ise baş tetikleyicisi.

İskoçya’da Aberdeen Üniversitesi’nde bu anlamda bir grup kadınla bir çalışma yapılmış. Ve hepsine duygu yüklü görüntülerden oluşan klipler izlettirilmiş.  Sonuç kızgınlıklarını bastıran kadınların daha da kızgın bir ruh haline bürünmeleri. Üstelik bastırılan her duygu beynimizde ciddi sonuçlar yaratıyor, hasarlar oluşturuyor. Ancak duyguları hissettiğimiz anda açığa çıkarmak da çözüm değil. Yani kızgınken bağırıp çağırmak, birisiyle paylaşmak, ortam değiştirmek, belki de ağlamak. Bunların bizi geçici olarak rahatlattığını asla unutmamak gerekiyor. Derindekiler yerinde durup kök saldıkça işimiz gerçekten zor.

Peki ne yapacağız? Tam bir kıskaçtayız sanki. Üstelik devasa duygu duvarımızın arkasında kaldık. Kendimizi daha çok yalnız hissediyoruz. Ve endişeler, kaygılar kapımızı çoktan aşındırmaya başladı. Hatta bizden izinsiz, tuğlalarımızı kırıp içeriye atlayanlar var. Yani önlem alma zamanı sinyallerini çoktan verdi. Her şey bize bağlı. Ya bu duvarın arkasında hayata küsüp yaşamayı seçeceğiz ya da her şeyi durdurma cesaretini gösterip özgürce yaşamın ışıltısını kucaklayacağız.  

Eğer Sedona Yöntemini kullanmaya karar verirsek, daha başladığımız ilk anlardan itibaren; farkında olduğumuz duyguları serbest bırakıyoruz. Dolayısıyla bilinçaltımız aşırı derecede dolmuyor. Farkındalık rotasını elimizde kolayca tutmayı öğrendikçe bizi baskılayan bu hantal yapıdan kurtuluyor ve hafifliyoruz. Kısacası özgürleşiyoruz.

Diğer yöntem ise; sözlerine hayran olduğumu her defasında dile getirdiğim ünlü Hintli düşünür Osho’nun Doğrulama Kuralı. Temelde aynı düşünce var. Nasıl çalıştığını ünlü düşünürün satırlarıyla paylaşmak istiyorum;

‘’İçinden bir şeyi derinlemesine bütün ve mutlak olarak doğruladığında o GERÇEK olmaya başlar. Bu amaçla; OLUMSUZ olanı doğrulamayı bırakıp, OLUMLU olanı doğrulamaya başlayın. Birkaç hafta içinde elinizde nasıl bir sihirli değnek tuttuğunuza şaşıracaksınız. Örneğin; kolay üzülen biriyseniz, gece uyumadan önce yirmi kere, kendi kendinize sessiz ve derinden, ancak kendinizin duyabilecek kadar yüksek bir sesle; ‘Mutlu olduğunuzu, bunun gerçekleşeceğini, artık son üzüntüyü yaşadığınızı’ tekrarlayarak uykuya dalın. Sabah uyandığınızda, daha gözlerinizi açmadan aynı sözcükleri yirmi kere daha tekrarlayın. Görün bakın, gününüz nasıl değişiyor. Yedi gün içinde bir şeyi doğrulayıp, onun sonucunu görmüş olacaksınız. Sonra yavaş yavaş olumsuz olan her şeyden sırayla kurtulun. Her hafta olumsuz bir şey seçip ondan kurtulun. Bir tane de olumlu bir şey seçip, onu özümseyin. Önce olumsuzlardan başlayın, sonra olumluya geçin. Ama sonunda olumluyu da bırakın. Çünkü olumlu düşünce de olsa hala bir düşüncedir. Sıfır düşünceye, düşüncesizliğe geçin; işte o zaman istedikleriniz kolayca gerçekleşecektir.‘’

İşte önümüzde değerli ve geçerli iki yöntem var. Hangi yöntemi kullanacağınız tamamen size kalmış. Ben  her ikisinin ışığından yararlanmaktan, kendi mantık süzgecimizden geçirmekten ve kendimize en uygun hali yaratmaktan yanayım. Çünkü önemli olan bunu kendi hayatımızda uygulamaya koyabilmek ve elbette endişelerden bir an önce kurtulmak. Evet başlarda zorlanacağız, koşar adım yürümek yerine; belki de bir bebek gibi emekleyeceğiz; ama olsun. Kendimize, azmimize güvenmemiz gerek. Haydi gelin ilk adımı beraberce atalım. Çünkü denemeden, çalışmadan yani o ilk adımı atmadan ne sonuç alacağımızı bilemeyiz.

''Üzüntülüyseniz, geçmişte yaşıyorsunuzdur. Endişeliyseniz, gelecekte yaşıyorsunuzdur. Huzur içindeyseniz 'ŞİMDİ'desiniz.'' der ünlü Çin filozofu Lao Tzu.

Sonuçta endişelerden arındıkça, ŞİMDİNİN VE ANLARIN farkına vardıkça; hayata ve birbirimize bakışımız daha da güzelleşecek. Yüreğimizde endişenin en ufak bir izi bile kalmayacak. Ve hepimiz var olan enerjimizi; aşkla baktığımız her yeni günde, sevgiyi huzuru hissettiğimiz her anımızda; dolu dolu hissedip paylaşacağız. BİRken BİN olacağız.  

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.09.2013

NOT: Yararlandığım kaynaklar: http://sedonayontemi.com/ ve "Sedona Yöntemiyle Serbest Bırakmanın Mucizesi" kitabı.

ENDİŞE ETMEKTEN YORULDUM – SEDONA YÖNTEMİ (2/3)

Sedona Yöntemine ön hazırlık yapma amacıyla; bilmemiz gereken Serbest Bırakma metodunun, zihnimizde daha kalıcı olmasını istiyorum. Bu amaçla, sizlere geçenlerde izlediğim bir video açılımından bahsetmem yerinde olacak diye düşünüyorum.   

Elimize bir kalem alıyor ve tutuyoruz. Bu kalem bizlerin istenmeyen duygularını, düşüncelerini, hislerini; kendimizle ilgili inançları, üstlendiğimiz rol ve kimlikleri temsil ediyor. Elimiz ise yüreğimizi, yani farkındalığımızı. Şimdi elimizdeki kalemi sımsıkı kavrıyoruz. Bunu yeterince uzun süre yaptığımızda rahatsız edici olduğunu hissediyoruz. Duygularımızda da aynı şeyi yapmıyor muyuz aslında? Şimdi kalemi elimizde ileri geri hareket ettirelim. Kolayca yapabiliyoruz. Çünkü kalem elimize yapışık değil. Ama iş kendi kimliğimize ve duygularımıza geldiğinde; hemen sıkıca sahiplenme duygumuz öne çıkıyor. Örneğin, sinirlendiğimizde ‘sinirliyim’; üzgün olduğumuzda ‘üzgünüm’ diyor; tamamen o duygu hali olduğumuza inanıyoruz. Yani bu duygu ya da rolleri sanki bize aitlermiş gibi üstleniyoruz. Ve bu arada hepsini  kendimizin seçtiğini unutuyoruz. Ve onlara sımsıkı tutunuyoruz, kaybetmekten korkar gibi.

Oysa ki yeni bir seçim yapabilir, pozitif rollere ve kimliklere de saplanıp kalabiliriz. Öyle değil mi? Ancak bizler bunu yapmak yerine, üzerimizde uzun süre kalmış olan negatif rol ve kimliklere, duygu ve inançlara bağlı kalmayı seçiyoruz. Bu halimizle zor hareket ediyor, yaşamdan tat almayı bırakıyor ve elimizdekileri kaybetmemek adına bir de gayret gösteriyoruz. Hiçbir yerlere kaçmasınlar diye koruyoruz. Adeta üstlerine kapanıyoruz. Kimselerin yaklaşmasına izin vermiyoruz. Elimizden almak isteyenlere hemen tepki gösteriyor; daha da içimize dönüyoruz. Acılarımız, kederlerimiz ve negatif duygularımızla bir başımıza kalmaktan mutluymuşuz gibi yapıyoruz. Şöyle bir düşününce ne kadar da doğru aslında ve ne kadar da gereksiz.

Şimdi elimizde hala tutmaya devam ettiğimiz kaleme dönelim. Sımsıkı tuttuğumuz ve artık bizim bir parçamız haline kalemi yeniden hatırlayalım. Ve elimizi aşağıya doğru çevirip, kalemin düşmesine izin verelim.

Ne kadar kolay bir hareket. Öyle değil mi? İşte bitti. Elimizi acıtan o duygudan bir hamlede kurtulduk. İşte kesinlikle kendimize ait olduğuna inandığımız inançları, kimlikleri ya da duyguları da serbest bırakarak kurtulmak bu kadar kolay aslında. Kendimizle ilgili inançlarımızdan, asla serbest bırakamayacağımızı düşündüğümüz duygularımızdan bu yolla kurtulabiliriz. Tek yapacağımız şey, bu duyguları serbest bırakmaya karar vermek ve bırakmak. Tıpkı elimizdeki kalem gibi.

Serbest bırakmanın bu kadar kolay olduğunu öğrendikten sonra; bence artık Sedona 
Yöntemini adım adım uygulama zamanıdır. Hazır mıyız?

Sedona Yöntemi basit bir yöntem, sadece soru cevap şeklinde ilerliyor. Sorulara kısaca “Evet” ya da ”Hayır” diyoruz. Ve o cevapların bizi ulaştırdığı noktalarda kendimizi daha yakından tanımaya başlıyoruz. Ancak önemli olan o anda içimizden gelen cevabı verebilmek. Ve bu çalışmayı yaparken serbest bırakma yöntemini, kalem örneğini hep aklımızda tutmak.

Sedona Yöntemi bizlerin tüm olumsuz duygularımızdan kurtulmamızı kolaylaştırıyor. Fark etmeden baskısı altına girdiğimiz tüm şartlandırmalardan özgür bırakıyor. Nasıl mı? Gelin adım adım yapalım beraberce. Ama hayal gücümüze ihtiyacımız olacak, onu da yanımıza almayı unutmayalım.

Duygularımız beynimizde beliriyor ama beden de yaşatıyoruz onları. İşte çıkış noktamız da burası. Bedenimizde her neredeyse olumsuz duyguyu bulup onu hayal gücümüzle yok etmemiz, kurtulmamız gerekiyor. Peki ‘ o olumsuz duygu bedenimizin neresinde?’ diye soracak olursanız onu bulmanın yöntemi de basit. Kendimizi rahat hissettiğimiz bir yerde belki gözlerimizi kapatarak; o ANA, ŞİMDİye ve nefesimize odaklanmak. İçimizi acıtan olumsuz duyguyu bedenimizin neresinde hissettiğimizi kendimize sormak.

Tabii ki öncelikle, bu duyguyu ve içimizin acıdığını kabul etmemiz şartıyla. Şimdi  içimizi acıtan o duyguyla yüz yüzeyiz. Hissediyoruz. Ve ilk kocaman adımı çoktan attık. Aslında kendimizden bile inkar edip, sakladığımız o duygu ile yüzleştik. Ve içimiz belki de eskisinden daha çok acıdı. Olsun, devam ediyoruz. Kendi iç sesimizle madem içimizi acıtan böylesi bir duygumuz var, o halde onu bırakmamız gerektiğini tekrar ediyoruz. Bunu tüm kalbimizle istiyoruz, çünkü ruhumuzun huzura, özgürlüğe, kanat çırpmaya ihtiyacı var. Şimdide olduğumuza göre ve duygumuzla yüzleştiğimize göre hiç vakit kaybetmeden salıveriyoruz. Zihnimizden uzaklaştırıyoruz. Daha güzel şeyler düşünerek, o karanlık kısmın yok olduğunu; yerine en güzel renklerin dolduğunu hayal ederek belki de. Ve bu ritüeli o olumsuz, iç acıtan duygumuzdan kurtulana değin yapıyoruz. 

Evet başlarda zorlanıyoruz. Olmuyor, olmuyor. Ama pes etmek yok. Bir süre sonra içimizin bir kuş kadara hafiflediğini fark edeceğiz. Ardından kendimizi dinginliğin, mavi sakin suların, huzurun kollarına bırakıyoruz. Ve kendimize, gücümüze hayran olarak ne kadar iyi hissettiğimizi fark ediyoruz. Her şey için şükrediyoruz kocaman tebessümlerle hem de. Ve benim sıklıkla yaptığım gibi kollarımızla kendimize sarılıp, derinden  sevgimizi hissediyoruz. (devamı Osho’nun Kuralı ile 3. Bölümde)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.09.2013


ENDİŞE ETMEKTEN YORULDUM (1/3)

Hangimizin hayatında endişeler yok ki. Tıpkı korkularımız gibi endişelerimiz de bizimle beraber yol alıyor yaşam sahnesinde. Hatta bazen replikleri o denli yüksek volümlerde çıkıyor ki, hayatımızı bir karabasana çevirmesi an meselesi.

Endişe nedir peki? Neden endişeleniriz durduk yerde? Mutluluğumuzu bile gölgelemesine izin veririz farkında olmasak da. Hani kahkaha atarken bile deriz ya ’’aman çok gülmeyeyim arkasından ağlarım’’ diye. Bu bile en basit endişe göstergemiz değil mi sizce de?

Endişe kelime anlamıyla tasa, kaygı olarak karşılığını buluyor. Zihnimizde dolaşan ve bizi huzursuz eden bir tür korku aslında. Bize hiçbir yararı olmadığının bilincinde olduğumuz halde; endişe bulutları içimizdeyken hayatla aramızdaki o pamuk ipliği iyice inceliyor. Uzmanlar aslında endişenin normal bir reaksiyon olduğunu; kendimizi  tehdit altında hissettiğimiz durumlarda ortaya çıktığını ve hatta bizleri koruyup motive ettiğini belirtiyor. Ama her şey gibi dozunda olursa elbette. Yoksa bir anda öyle büyüyor ki; hayata karşı duruşumuz bile farklılaşmaya başlıyor. Kendimizi yorgun, bezgin, bıkkın hissediyoruz. Uykularımız kaçıyor. Hayatın tadı tuzu kalmıyor kısacası.

Endişe deyip geçmemek gerek aslında. Çünkü uzmanlar endişe rahatsızlıklarının her 20 kişiden birini etkilediğini belirtiyor. Kadınlarda ortaya çıkma olasılığı erkeklere oranla daha fazla. Görünürde bir neden olmadan birdenbire ortaya çıkan endişe rahatsızlığı; eğer zamanında tedavi edilmezse yaşam kalitemizi düşürüyor. Pek çok sıkıntıya da neden olabiliyor. Bu nedenle bilgilenelim ve ‘nasıl uzak kalırız?’ bunun üzerine daha fazla kafa yoralım istiyorum.

Güzel bir yaşam için ANlar diyoruz, BUGÜN önemli diyoruz ya. Aslında bu o kadar doğru ki. Şu ANda attığımız adımdan sorumluyuz. Henüz yarın olmadı. Bizler şimdiden bir sonraki adımı düşünecek olursak; şu anda attığımız adımın keyfine ve farkına varamıyoruz. Neden? Çünkü henüz ayağımız daha adımını tamamlayamadan; düşüncelerimiz çoktan yarının negatifliği üzerine kuruldu bile. Ne bu andan keyif aldık, ne de yarına güzel bir yatırım yapabildik. Düşünsenize; sadece yarının endişesi yüzünden; belki de bugünkü adımda bile yanlışlar yaptık. Belki de hiç adım atamadık. Çünkü biz beden olarak bugünde iken  düşünce olarak yarına çoktan gittik bile. 

Bu arada negatif hayallerimiz endişelerimizi körüklüyor. Ve bir süre sonra buna öyle inanıyoruz ki; başımızı yaşam sahnesinden uzatıp etrafımıza bakmaya cesaret edemiyoruz kolay kolay. Oysa ki , uzmanlar böylesi kaygı ve endişe dolu anlarımızı öncelikle fark etmemizi ve kendimize şu soruyu sormamızı öneriyor.

“Bunun olma ihtimali ne?”

Eğer bu soruya gerçekçi cevap verebilirsek ve kendimize dışardan bakıp, objektif olarak gözlemleyebilirsek; endişelerle baş etmeyi öğrenebiliyoruz. Çünkü endişe denilen şey aslında gerçekleşmemiş bir düşünce. Ve belki de hiç gerçekleşmeyecek olan.

Peki endişelerimizin hepsi mi negatif, verimsiz ve bizim hayata karşı direncimizi kırar vaziyette? İlk başta bu soruya ben de hemen ‘evet’ diyenlerdendim; ama araştırınca endişelerimizin verimli de olabileceğini öğrendim. Üstelik bizim hayatta kalmamızı sağlayan endişeler bunlar. Neler mi? Sağlığımızla ilgili endişelerimiz varsa hayatımıza sporu sokmak, uyku ve yeme düzenimize dikkat etmek; varsa zararlı alışkanlıklarımızı bırakmak bu örneklerden sadece bir tanesi. Ancak burada bile aşırıya kaçmamak önemli. Sağlığımız için dahi olsa çok fazla endişelenmek, aklımızda olmayan negatif pek çok düşünceyi getirir ki bu da bizi giderek daha fazla yorar.

Bu aşamada ilk iş endişe anını fark edebilmek ve o anda endişelerimizin bizi nereye sürüklediğine dikkat etmek. Yani endişelerimizin verimli mi yoksa verimsiz mi olduğunu bulmak. Kendi içimizde endişemizi irdelemek. Bizi ne tarafa doğru sürüklediğini görmek. Bize yararlı mı zararlı mı olacağını kestirmek.

Bunun için yaşadıklarımız ve edindiğimiz tecrübeler bize yol gösterecek. Ve ilk adımı onların ışığında atacağız. Ancak verdiğimiz kararın ve o ilk adımın; önümüzde beliren olasılıklarla dengede kalmadığını gördüğümüz anda; endişe, şüphe kaygı kendini göstermeye başlıyor maalesef. Daha ilk adımda ayağımız titremeye başlıyor. İçimizi bir kararsızlık duygusu kaplıyor. Ve eyvah endişeler belirdi bile. Peki ne yapacağız?

İşte o anlarda düşüncelerimizi, kendimize bakış açımızı değiştirip daha farklı noktalardan proaktif düşünerek; yeni bir adım atmaya çalışacağız. Çünkü endişelerle kaplı ruhumuzla verdiğimiz kararın arkasında sağlam durmak bizi zorlayacak, zorlandıkça attığımız adımların rotaları şaşabilecek.

Şimdi tüm bu verimsiz endişelerden kurtulmak adına önerilen bir yöntemden bahsetme zamanı.

Ama önce ünlü Amerikalı fizikçi Melwin SCHAWARTZ’dan ‘’Kendinize İNANIN , güzel şeyler olmaya başlar.’’ sözünü içimize sindirelim.

Ve yöntemi biraz aralayalım, bakalım neler gösterecek bizlere.

Dünyanın bu en etkili kişisel gelişim metodunun ismi  ‘Sedona Yöntemi.’ Hızlı, kolay ve güçlü. Son 35 yıldır tüm dünyada kullanılıyor. Ve bu yöntemi bir yaşam biçimi haline getirdiğimizde, sorunlarımızdan kurtulmamız daha da kolaylaşıyor. Hayaller, hedefler daha ulaşılabilir oluyor. Bu yöntemi keşfeden kişi, aynı zamanda ‘Sedona Yöntemi ile Serbest Bırakmanın Gücü’ isimli kitabın da yazarı Hale Dwoskin.  

İnsanların daha sağlıklı, mutlu ve başarılı olmalarını sağlayan bu yöntem hakkında bilgilendikçe ilgimi daha çok çekti. Canımızı acıtan olumsuz duygulardan kurtulmayı hangimiz istemiyoruz ki? Bunun için denemek, çalışmak, paylaşmak ve gayret etmek gerek biliyorum. Başlayalım mı?

Sedona Yöntemi, serbest bırakmayla ilgili. Hepimizin doğasında bulunan ancak bilinçli olarak ve sürekli kullanmayı bilmediğimiz bir yöntem aslında. Ancak faydaları hem bedensel hem de ruhsal sağlığımız adına mucizevi etkiler yapıyor. Enerjimizi artırıyor. Kendimizi bir kuş kadar hafif ve özgür hissetmemizi, stresten tamamen kurtulmamızı sağlıyor. Tüm kötü alışkanlıklarımızı terk etmemize vesile oluyor. Kısacası var olan ve bizi çember kıskacında tutan davranış kalıplarımızı değiştirebilmemize olanak tanıyor. Korku ve endişelerden uzak tutuyor. Yaşama daha sıkı sarılmamızı, hayatı sevmemizi kolaylaştırıyor. Daha ne olsun?

Üstelik kuralları son derece basit. Ama önce serbest bırakabilmeyi beynimizin kıvrımlarına iyice nakşetmemiz lazım. Çünkü olumsuz duygularımızı serbest bırakmak, olumlu düşünmeye çalışmaktan çok daha etkili. Böyle söylüyor uzmanlar. Bizler ne kadar çok olumsuz duygudan kurtulup, olumluya odaklanırsak o kadar mutlu oluyoruz. Neden mi? Çünkü olumlu düşünceler hayatımıza daha çok olumlu düşünceyi çekiyor da ondan. Ancak bunun için bilinçaltımızın boş olması ve kontrolün tamamen bizim elimizde olması şart.  Ve bu yöntem sayesinde bir süre sonra, hayatın doğal akışında daha çok olumlu düşündüğümüzün farkına varıyoruz. Masal tadında adeta, ama gerçek. Bunu beraberce yapabiliriz. Ne dersiniz? Ancak yolumuz biraz uzun ve henüz ilk adımı atmadık bile. (devamı ve daha fazlası 2. Bölümde)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.09.2013

2 Ekim 2013 Çarşamba

HAYATIN DOĞRUSUNA YANLIŞINA ( 2 / 2 )

Filozofların ‘varlığın bilimi ve incelenmesi’ olarak isimlendirdiği ontolojide; hiçbir şeyi doğru ya da yanlış olarak sınıflandıramıyoruz. Elbette din, toplum, otorite gibi belirleyici etkenler var ancak; hepsinde  doğrular ve yanlışlar yapılan yorumlarla ortaya çıkıyor. Bu durum ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye ve aslında insandan insana farklılıklar gösterdiği için de net olarak doğru ve yanlış diye bir tanımlama yapmamız mümkün değil.

Uzmanlar yaşamın temel kuralının denge olduğunu savunuyor. Bu dinamik dengede birbirinin karşıtı olan pek çok düşünce ve değer var. Hepsi birbirini etkiliyor. Bu ise hayatın şekillenmesini sağlıyor. İşte doğru ve yanlış da bunlarda bir tanesi sadece. Tıpkı sevgi ile nefret, güzel ile çirkin, güçlü ile güçsüz gibi… Asıl olan hayatın bu dinamik çeşitliliği ve döngüsü içinde; kendi içimizdeki dengeyi koruyabilmek.

Pekiyi bu dengeyi korumak kolay mı? Değil. Çünkü böyle bir dengeden haberdar olmak başka, hayatın zıt değerlerinin dengesini kendi içimizdeki dengeyle korumak başka. Şöyle bir düşünelim kendi hayatımızda bile ne çok yanlış yaptığımızı. Çünkü yapımız gereği çoğumuz zıtlıkları yaşamadan, onlarla yeri gelip mücadele etmeden doğrusunu bulamıyoruz. Farkındalığımız yeterli olmadığı, gönül gözümüzle bakmayı yeterinde bilemediğimiz, empatiden yoksun olduğumuz için. Mutlaka kendimiz yaşayacak, ders alacak ve sonra doğrusu buymuş diyeceğiz. Yani tecrübe hanemize bir çentik daha atacağız.

Ünlü filozoflar yaşamın tanımını yaparken de bu dengeden bahsediyorlar. Şöyle ki;
 “Yaşam iç ilişkilerin dış ilişkilere, yani iç dünyamızın dış dünyamıza devamlı uyum sağlama çabası içinde geçen bir zaman sürecidir”.

Bir anlamda uçlarda değil, aşırı sınırlarda değil; bunların farkında olarak kendimizi mutlu edecek orta dengeyi uyumu yakalamak.

Satırlara sığdırıldığı kadar kolay değil biliyorum. Özellikle bazı insanlar için. Onların tüm hayatı hep aşırı uç noktalarda geçer. Aşık olduğunda gözü dünyada hiçbir şeyi görmez adeta her şeyi unutur. Çok da mutludur. Ancak iş ayrılığa geldiğinde o sınırlardaki hayatından vaz geçmeyi düşünecek kadar üzgün ve gözü karadır. Anlatmak istediğim aşırılıklar bunlar aslında.

Çok mükemmel olmaya çalışmanın, özellikle de kendimiz için değil başkaları için sürekli fedakarlık yapmanın bize bir faydası yok. Zaman içinde kendimizi yıpratmaktan başka bir işe yaramıyor. Kendi adımıza çizdiğimiz çizgilerde dahi birazcık esneklik payı olmalı diye düşünüyorum ben. Çok kuralcı, çok prensipli, belirli sınır çizgileri içinde yaşamak yoruyor insanı. Hayatı fark edemeden ömür tüketiyorsunuz sadece. Varsın arada yanlışlar da olsun. Varsın içinizdeki o çocuk heyecanına yenik düşüp; arada sırada da onun sesini dinleyin ve çılgınlıklar yapın. Göreceksiniz ki mutlu olduğunuz Anlar daha çoğalacak. Keşke’ leriniz azalacak.

Hepimiz doğru ve yanlış kurallarını kendi mantıksal çerçevemizde değerlendirip ona göre bir hayat tarzına yöneliyoruz. Ama gün geliyor ki bize yanlış gelen karşımızdakine doğru gelebiliyor. Ya da kuşak farkı nedeniyle sıkça rastlanan yanlışlar ve doğrular bir köprüdeki iki inatçı keçi misali kafa kafaya vuruşabiliyor. Eski zamanlardaki birçok görüşün şimdilerde daha farklı algılandığı ise bir gerçek. Burada önemli olan ‘mış’ gibi yapmadan yaşamak; ama bunu yaparken de toplumsal çizginin ana temalarından, naiflikten, edepten, zarafetten, saygıdan, kaliteden uzaklaşmamak.

Her yeni günle beraber yepyeni umutlar, heyecanlarla günü karşılıyoruz. Hayatımızı kendi mantığımızdan geçirdiğimiz doğrularla yaşarken çok büyük hasarlara meydan vermemek asıl olan. Hatalarımızla barışık olup, her hatamızdan ders almamız önemli ancak; o söz ettiğimiz uç noktalardan uzak kalmak şartıyla. Geri dönüşü çok zor kulvarlarda; sınırlarda bile bile dans edeceğimize; heyecanlarımızın da sesini dinleyerek en güzel hayat dansını zarafetle yapabiliriz. Böylece hem iç dünyamızı hem de dış dünyamızı uyumla daha ilerilere taşıyabiliriz. Her yeni yolculuktan keyifle dönebilmek, artılarımıza yeni artılar katmak adına öyle önemli ki bu durum.

Hep dediğimiz gibi yeri geldiğinde hayatın akışına uyabilmek gerek. SU GİBİ… O zaman mutluluk dolu anları çoğaltabilir ve keyfine daha çok varabiliriz. Sizler de benim gibi mi düşünüyorsunuz bilemiyorum; ama doğrular ve yanlışlar arasında akışta olmak en güzeli bence.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


10.09.2013

HAYATIN DOĞRUSUNA YANLIŞINA (1 / 2 )

Yaşamın o sihirli dünyası içinde hep daha güzele doğru adımlarımız. Hep daha çok sevgi ve aşk olsun istiyoruz yanımızda yöremizde. Hep daha çok mutluluk. Attığımız her adımda bizleri destekleyecek, pozitif enerjileri yüksek, ışıl ışıl yüreklerle kuşatılmayı arzu ediyoruz. Ve elbette tebessümlerimizin çoğalmasını.

‘’Bir kez içindeki göğe yerleştin mi, bir yuva buldun mu; eylemlerinde ve davranışlarında muhteşem bir olgunluk yükselir. O zaman yaptığın her şeyde bir zarafet vardır. O zaman yaptığın her şeyin ta kendisi bir şiirdir. Şiiri yaşarsın; yürümen dans olur; sessizliğin ise müziktir.’’

Felsefesine hayran olduğum ünlü Hintli düşünür Osho’nun bu sözleri hayata bakışım hakkında öyle çok şey anlatıyor ki, seviyorum sözlerini. Hayatı şiir gibi yaşayabilmek, engellerde bile dansla yürüyebilmek ve sessiz kaldığın noktalarda bile evrene anlamlı nüanslar bırakabilmek… Kaliteli bir yaşam tarzını, hayata karşı hepimizin özlediği naif duruşu dile getirir bu cümleler. MUHTEŞEM bir bakış açısı, öyle değil mi?

Ancak hayatı hep doğrularla yaşamak insanı bir yerden sonra bıktırıyor mu acaba? Böyle düşünmeme sebep olan geçen ay okuduğum bir kitap. İsmi ‘’Beni Hep Sev’’. Kusursuz hayatı içinde tek düze yaşayan bir gencin, kendisine göre yanlışlarla dolu yaşama imza atan bir kıza olan aşkı, hatta bağımlılığı.

Pekiyi sorarım size; kusursuz hayatın tek kusuru özlenir mi? Aranır mı? Deli gibi sevilir mi? İnsanı düşündüren noktaları var. Biraz daha geniş yelpazeden baktığınızda hak vermiyor da değilsiniz öte yandan. Ama bu durum zıt karakterlerin birbirini çekmesi yasası ile açıklanıp geçilmemeli bence. Evet doğrudur. Zıt kutuplar, zıt karakterler birbirini çeker. Ama buradaki durum biraz daha farklı. Yanlışların içinde olan kişi değil; tamamen doğruların içindeki kişi bağımlılık derecesinde bağlanıyor. Diğerinin umurunda değil o kadar. Elbette hayatındaki onca yanlışın arasında doğrularla yaşayan birisinin hayatına girmesi  ona artılar kazandırıyor; ama o kadar. Bir süre sonra sıkılmaya başlıyor. Çünkü hayatında hep yanlışlara yer var. Doğruları yapan, savunan birisi ona fazla geliyor. Daraltıyor.

Gelin dağınık çalışmayı seven ve masası  hep kağıtlarla, dosya yığınlarıyla kaplı birisinin durumunu ele alalım. Hayatını düzgün yaşayan, tertipli, düzenli birisi için kabul edilebilir bir manzara dahi değildir. Ama o kişi, o dağınıklıkta daha kolay konsantre olur ve rahatça çalışır. Hatta aradıklarını da kolayca bulur. Çünkü öyle çalışmaya alışmıştır, böyle çalışmak onun için bir anlamda özgürlüktür. Bir gün bir başkası sadece iyi niyetiyle de olsa masasını toparlasa.  Dosyalarını düzenlese, kağıtlarını uygun yerlere dizse kıyamet kopar. Rahatsız olur o düzenden. Ve işin ilginç yanı o düzen içinde aradıklarını bir türlü bulamaz. Öyle değil mi? Hayattaki karmaşık yaşama, yanlışlara  alışkan birisi için de hep doğru bir yaşam tarzında yaşamaya uymak zor  gelir. Adeta eli ayağına dolaşır. Kendisini bir türlü rahat hissedemez.

Pekiyi madalyonun diğer tarafındaki bay doğru için durum nedir  dersiniz? O kendini bildi bileli alışık olduğu düzeninden sıkılmış, hayatına renk mi katmak istemiştir? Yoksa hayatı hep doğrularla yaşadığında yakalayamadığı mutluluğu, yanlışların arasındaki kişide bulduğu için mi doğrularından sıkılmıştır?  

Yıllardır yapamadığı her şeyi yapmış olmasına, hayatı hep yanlışlarla dolu olmasına rağmen yine de hayatından mutlu bir insana rastlamak önce şaşırtır bay doğruyu. Ama sonra doğru hayatının tek yanlışı olmasını ister tüm benliğiyle. Kendisine, düşüncelerine, yaptıklarına uymadığını bildiği halde kabullenir. Ama karşı taraf yanlışlarla yaşamaya o denli alışmıştır ki bay doğrunun hayatından bir süre sonra sıkılır. İleride belki de pişman olacaktır ve olur da ama kendi yanlışlarla dolu dünyasında daha mutlu olacağını düşünür. İlginç değil mi? Bay doğruyu bir kurtarıcı olarak görmez. Hayatına çeki düzen verecek, onun da doğrularla daha kolay yaşamasına olanak tanıyacak renkli bir merdiveni elinin tersiyle iter, düşürür. Neden ?

Bu noktada doğru ve yanlışı biraz açmak gerekli diye düşünüyorum ben. Çünkü evet doğrular var ve yanlışlar… ama kime göre, neye göre, hangi zamana göre bu doğru ve yanlışlar? Bu yanlışları kim belirlemiş, ne zaman? (cevabı ve daha fazlası 2. Bölümde)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


10.09.2013
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...