28 Şubat 2016 Pazar

ORGAN BAĞIŞLAMAK EN ANLAMLI HEDİYE

Hediyeler güzeldir. Özeldir. Vereni de alanı da tebessüm ettirir. Yaşamı daha çok sevmemize vesile olur. Büyük ya da küçük olması hiç önemli değildir. Önemli olan düşünülmesidir. Size kendinizi özel hissettirir.

Bu hediyeler içinde bir tanesi var ki hepsinden özel. Hepsinden anlamlı. Defalarca yazdım. Yine yazıyorum. Yeri geldiğinde yine yeniden yazacağım bıkmadan. Çünkü arada sırada beraberce hatırlamamızın faydasına tüm kalbimle inanıyorum.

İçimiz sevgi dolu hepimizin biliyorum. Hissediyorum. Ve zaman zaman iyilik yapmanın yollarını arıyoruz. İşte fırsat. Hadi gelin bugün en özelini yapalım. Organ bağışlayalım.

Canlara can katalım. Canlara candan el uzatmanın keyfiyle yaşayalım. Bir değil pek çok kalbi mutlu ederek, gülümsetelim. Umut olalım. Hayat kurtaralım. Yaşatalım. El birliği ile. Duyarlı olmanın güzelliğini içimize sindirelim.

Yaşarken hep bizimle olan parçalarımız, bizlerden sonra da yaşasın. O en zorlu anları yaşayan çaresiz insanlara bir meleğin tılsımlı dokunuşları gibi değsin bağışımız. İyileştirsin. Hayata kazandırsın. Alamadığımız nefes, yaşayamadığımız günler olsun onların canlarıyla.

Hayattan ayrılırken ölüm meleğine göz kırpmak mı istiyorsunuz? Organ bağışlayın. Bedeniniz toprak altında yavaşça yok olurken, geride bıraktığınız parçalarınızla o hiç tanımadığınız canları tebessüm ettireceksiniz. Buna inanın. Hem de ömür boyu.

Tıpkı şimdi anlatacağım video açılımındaki öykü gibi.

Mütevazi bir evdeyiz. Yaşlıca bir adam sadık köpeği ile beraber yaşıyor burada. 
Sabah yataktan kalkarken ona ilk günaydın diyen ve hayattaki yalnızlığını paylaşan yegane dostu köpeği ile.

Günlerden bir gün, hayat yine her zamanki rutin sırasıyla başlıyor. gerçekte öyle mi göreceğiz sonun da.

Adam yataktan kalkıyor. Kendisine bir kahve hazırlarken, köpeğinin de karnını doyuruyor. Sonra beraberce dışarıya çıkıyorlar. Hava tam bir bahar havası. Bir süre yürüdükten sonra, adam arkadaşlarının yanına bir kafeye uğruyor. Beraberce hayatın getirdikleri üzerinde sohbet ederlerken; köpeği dışarda sabırla onu bekliyor. Camın ardından sahibini izliyor.

Derken adam arkadaşlarının yanından ayrılıyor. Köpeğiyle beraber günlük alış verişini yapıyor. Bu arada o çok sevdiği köpeğini sevindirmeyi de unutmuyor.
Ardından beraberce eve geliyorlar. Fakat rutin sandığımız o döngü birden değişiyor. Nasıl mı? Adam aniden rahatsızlanıyor. Durumunun ciddi olduğunu anlayınca zor da olsa ambulansı arıyor. Hemen hastaneye kaldırılıyor.

Peki giderken yalnız mı dersiniz?

Hayır. Çünkü sadık dostu onu takip ediyor. Hastane kapısında görevlilerce durduruluyor. Ve o andan itibaren acil kapısının önünde sahibinin çıkacağı anı beklemeye başlıyor sadık dost.

Tüm gece sahibi görünmüyor. Ardından gelen günde de ne yazık ki açılan kapılarda görünmüyor. Ama bizim sevgi dolu köpeğimiz vaz geçmiyor. Sahibinin er ya da geç o kapıdan çıkacağı umuduyla; gözü kapıda bekliyor usulca.

Uzunca bir süre sonra birden hareketleniyor. Kulaklarını dikleştiriyor. O anda hastane kapısından çıkarılmakta olan bir kadına dikkat kesiliyor. Sanki tanıyor gibi yüzüne bakıyor. Hemşire eşliğinde tekerlekli sandalyeyle kapıya kadar getirilen kadın belli ki yeni ameliyat olmuş. Halsiz ama sağlıklı.

Bir anda ikisinin gözleri buluşuyor. Köpeğimiz kadına doğru gidiyor ve patilerini uzatıyor. Köpeğin başını sevgiyle okşayan kadın kocaman gülümsüyor. Hiç beklemediği bir anda karşılaştığı bu köpeğin orada ne aradığını düşüne dursun; cevabı sadece o sadık dostta saklı kalıyor.

İşte hayata gözlerinizi yumsanız da, geride sevinen yürekler bırakmanın hafifliği bu kadar özel ve güzel.

Organlarımızı bağışlayalım ve bu güzel dokunuşlar bizlere de nasip olsun zamanı geldiğinde. Bu olağanüstü duyguyu yaşatanların önünde saygıyla eğiliyorum. İyi ki varlar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.01.2016



Beyaz ve Sağlıklı Dişlere Kavuşmanın En Pratik 5 yolu

Bugün hayalinizdeki beyaz ve sağlıklı dişlere en pratik şekilde kavuşma yollarını paylaşacağım. İşte dişlerimi korumamı sağlayan ve rahatça gülümseme nedenim 5 diş temizleme pratiğim :)

Beyaz ve Sağlıklı Dişlere Kavuşmanın En Pratik 5 yolu

1. Rutinlerinize Uyun
Hayatta en önemli şey sanırım sizin için iyi olan ne varsa alışkanlık haline getirmek. Spor yapmak, sağlıklı beslenmek gibi aslında kişinin kendisine bakması ve temizliğine dikkat etmesi de önemli. İşte bu yüzden diş temizliği rutinlerinizi belirleyin ve ona uyun.
Her sabah ve gece yatmadan önce dişlerinizi mutlaka fırçalayın! Bu alışkanlığınızı halen kazanamadıysanız bugün zaman kaybetmeden kendiniz ve diş sağlığınız için büyük karar verebilirsiniz.

2. Size Uyanı bulun!
Nasıl ki giydiğiniz kıyafetler tarzınızı yansımadığında kendinizi o kıyafetin içinde yabancı gibi hissediyorsunuz, aslında kişisel bakımlarınız da öyle. Diş ve diş ati yapınıza en uygun fırçayı bularak diş temizliğinizi daha verimli yapabilirsiniz.

3. Kendinize Zaman ayrın!
Bir şeyi yapıyor olmak kadar onu doğru sürede ve doğru şekilde yapmak da çok önemli. Özensiz bir biçimde yaptığınız hiçbir şey tam olmayacaktır. O yüzden dişlerinize ve kendinize zaman ayırın. Bu zamanı doğru fırçalama teknikleriyle yaparsanız emin olun kısa sürede farkı siz de fark edeceksiniz.

4. Bazı Ayrılıklar Çok Güzel!
Vedalar ve ayrılıklar hep can yakar ama aslında bazı ayrılıklar size çok iyi gelebilir :) Nasıl mı? 3 ayda bir diş fırçanızla vedalaşın ve hijyen açısından önemli bu değişikliği bir alışkanlık haline getirin.



5. Yol Arkadaşınızı İyi Seçin!
Geldik en önemli maddeye. Diş fırçanızı seçtiniz, kendinize zaman ayırdınız, her şeyi tam yaptınız ama diş temizliğinde istediğiniz verimi halen alamıyor musunuz? O zaman doğru diş macununu kullanmıyor olabilirsiniz. Bu konudan mustarip olanlara önerim; Procter and Gamble’ın dünyada pazara sunduğu en gelişmiş beyazlatıcı diş macunu olan 3 Boyutlu Beyazlık Luxe Perfection İpana olacak.
Yeni İpana 3D White PERFECTION diş macunu İpana’nın en hızlı ve en güçlü beyazlatıcı diş macunu. Perfection diş macunu 3 Boyutlu Beyazlık ailesinin en ileri ve etkili beyazlatıcı diş macunu teknolojisini içerir. Böylece diş minesine zarar vermeden sadece 3 günde diş yüzeyindeki lekelerin %100’e kadarlık kısmını etkin biçimde çıkarıyor. Ben bu ürünü çok sevdim, satın almak isterim derseniz tıklayınız.

Tüm bu maddeleri eksiksiz yerine getirenler olarak bol bol gülümsemeyi hak ettik sanırım :)



P.S. Bana bu bilgiler yetmedi, ağız ve diş sağlığı üzerine daha çok şey merak ediyorum diyenleri aşağıdaki siteye alalım.
http://www.agizbakimuzmani.com/

#ipanaperfection  #gülüşünügöster

İçerik Kaynak: http://www.e-gunlugum.com/
Video Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=RZ5ymuChrW0


Bir boomads advertorial içeriğidir.

23 Şubat 2016 Salı

KULAĞINDAN GİRENİ KALBİNDE SAKLA

Ben bu değere elimden geldiğince önem vermeye çalışanlardanım. 

Duyduklarımız, dostlarımızla, yakın çevremizle paylaştıklarımız; saygıyla korunmalı. Her ne olursa olsun dile gelip aktarılmamalı. Çünkü belirli özel konuların bir gizemi, bir ölçüsü olmalı diye düşünüyorum. Kulağımızdan naifçe ancak, meraklılar arasında dağılmaktan korkarak giriyorlar. O halde girdikten sonra da aynı naiflik ve titizlikle saklanmalı. Bizlere, zarif yaşantımıza da ancak böylesi yakışır.

Gelin şimdi asırlar öncesine bir yolculuk yapalım. Ve ünlü felsefeciler arasında gezinelim. Sokrates ile öğrencisi Platon (Eflatun) arasında geçen bir öykü var ki; kulağımıza küpe olacak cinsten.

Yıllardan 399.

Yunan Felsefesinin kurucularından Sokrates’in yaşlılık dönemindeyiz.

Artık ders veremeyen ünlü düşünür, günlerinin büyük kısmını evinde geçirir. 

Yaklaşan doğum günü sebebiyle öğrencisi Platon akıl hocasına bir sürpriz yapmayı planlar. Dönemin en ünlü heykeltraşından  üç altın heykel yapmasını ister. Ancak bu heykeller özel olmalı, kendi fikir ve düşüncelerini anlatırken; derin bir gizeme de sahip olmalıdır. Aradan iki hafta geçer. Heykelleri teslim alan Platon hediyesini hocasına gönderir.

Sokrates paketi merakla açar. Karşısında birbirinin tamamen benzeri, birer karış boyundaki heykelleri görünce şaşırır. Önce evdeki yakınlarına, ardından dostlarına heykellerin ne anlatmak istediğini sorar.

Heykeli görenler; tartarak, ölçüp biçerek pek çok tetkik yapar. Ancak hiçbiri Sokrates’i tatmin edecek bir cevap bulamaz. İşin ilginç yanı; bu minicik heykellerin ağırlıkları ve diğer tüm ölçüleri arasında en küçük bir fark bile yoktur. Heykeltraşlar, filozoflar, din adamları başta olmak üzere; bu işe dahil olan hiç kimse heykellerin gizemini çözememiştir.

Derken İyonya’dan zeki bir gencin şehirde olduğu haberi duyulur. Sokrates genci yanına çağırarak heykelleri gösterir. Aralarındaki fark her ne ise bulup bulamayacağını sorar.

Heykellere bakan henüz 15 yaşındaki bu genç; kendinden emin bir şekilde ince bir tel ister. Teli alır almaz heykellerden birinin kulağına sokar.  Herkes ne olacağını merakla beklerken; telin heykelin ağzından çıktığını görürler. Fısıltılar bir anda artar.
Ardından genç teli çıkarır ve ikinci heykelin kulağına sokar. Bu sefer de tel karşı kulaktan çıkar. Sıra üçüncü heykele gelir. Nefeslerini tutan tüm meraklılar heyecanla ne olacağını bekler. Teli üçüncü heykelin kulağına sokmaya çalışan genç zorlandığını hisseder. Çünkü incecik tel belirli bir mesafeden sonra kımıldamıyordur. Bunun üzerine teli çıkaran genç, kulaktan itibaren tıkanan yere kadar olan mesafeyi dışardan ölçer. Telin heykelin kalbine gidip orada kaldığını görür. İncelemeleri bitmiş sıra yorumuna gelmiştir.

“Düşünceme göre; bu heykelleri tasarlayan kişi size bir şeyler anlatmak istemiş Üstadım. Birinci heykelle her duyduğunu diline taşıyan, boşboğazları yermiş. İkinci heykelle öğüt dinlemeyen, bir kulağından girip diğerinden çıkan insanları anlatmış. Dolayısıyla bu iki heykel bir yana; üçüncüsü tam size layık. Çünkü ‘Kulağından gireni kalbinde saklayan insan makbul insandır.’ demek istemiş. ‘’

Duyduklarından hayli memnun olan Sokrates, öğrencisi Platon’dan böylesi anlamlı bir hediye almanın keyfini yaşarken; gence bir ödül vermek ister.

Gencin cevabı kısa ve nettir. Sadece Platon’un yaşadığı yerin adresini ister. Ve işte o anda verdiği bu kararla; filozofların derun dünyasına yapacağı yolculuğu başlamış olur.  

Kıssadan hisse hesabı; ne olur kulaktan girenler kalplerde kalsın. Ulu orta etrafa saçılmasın. Hele hele bir başkasının canını yakacak, onu çok zor durumlarla karşı karşıya getirecekse; sessizlik tercihimiz olsun. Azıcık dikkat etmek ve özen göstermek yeterli bunun için. Unutmayalım ki; saygı gösterdiğimiz ölçüde saygıyla karşılanırız.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23. 11. 2015






16 Şubat 2016 Salı

FEDAKALIK bir HAYALİ dahi PAYLAŞMAKTIR

Tam on sekiz kardeş. Dile kolay. Hele bir de fakirlikle mücadele ediyorsanız. Ama hayallere kim mani olabilir ki? İşte bu on sekiz kardeşten iki tanesi aynı hayali paylaştı yıllarca. Ama şans sadece bir tanesine güldü.

Nasıl mı?

Çarpıcı ve gerçek bir öykü var bu yazımda. Okuduğunuzda hislerinizi belki de gözleriniz ele verecek. Fedakarlık ve minnet duygusunun güzel bir tasviri sizleri bekliyor çünkü.

Önce yandaki çalışmaya dikkatlice bakmanızı öneriyorum. Tüm duygular burada saklanmış çünkü. Avuçları bitişik, parmakları yukarıya dua eder gibi açılan eller konuşuyor adeta. Bir kara kalem çalışması. Çok ünlü. Resim sanatı ile ilgilenenlerin bildiği bu resim; tüm bir yaşamı, azmi, sabrı, yapılan iyiliği anlatır gibi.

On beşinci yüzyıl başlarında Almanya’dayız. Nürnberg yakınlarında. Söz konusu on sekiz kardeşin yaşadığı aileye konuk oluyoruz. Babaları kuyumcu. Ailesini geçindirmek için gece gündüz hiç durmadan çalışıyor. Ancak sayıca  fazla oldukları için her şey biraz yarım kalıyor. Tıpkı hayaller gibi. Çocuklar istedikleri meslekle ilgili eğitim göremiyor. Çünkü pek çoğu çalışmak ve babalarına destek olmak zorunda.

Ama hayallere söz geçer mi?
Geçmiyor elbette.

Hele hele iki kardeş var ki; Albert ve Albrecht; onların hayali çok daha özel. Her ikisi de şehirdeki sanat akademisine gidip usta birer ressam olmak istiyor çünkü. Ama şartlar zorlayıcı. Bu nedenle hayallerini dile getirmeye çekiniyorlar. İmkansızı istediklerini biliyorlar. Ancak gelin görün ki; İçlerindeki o büyük arzuya söz geçiremiyorlar.

Bir çözüm bulmak adına aralarında geçen her sohbet, ne yazık ki tartışmayla sonlanıyor. Sonunda yazı tura atmaya karar veriyorlar. Anlaşmaları ise şöyle; kazanan eğitime başlayacak; kaybeden kardeş ise maden ocağında çalışıp diğerinin okul masraflarını karşılayacak. Dört yıllık eğitim sonrası yer değiştirecekler. Bu sefer eğitim alan maden de çalışarak diğer kardeşini okutacak. Her ikisinin de içine sinen son derece adil bir anlaşma gibi öyle değil mi?

Böylece bir sabah verdikleri kararı uygulamaya geçiriyorlar. Bu minicik şans oyununu Albrecht kazanıyor. Ve sanat akademisinde eğitime ilk o gidiyor. Kaybeden kardeşi Albert ise maden ocağında kömürlerin arasına karışıyor. Birbirlerine verdikleri sözü her ikisi de tutuyor. Albert alın terine karışan kömür karası elleri ile kardeşini okutuyor.

Nihayet eğitimini tamamlayan ve çalışmaları ile akademide beğeni kazanan Albrecht mezun olup, evine geri dönüyor. Ailesi onu gururla kucaklıyor. O da kendisini bu günlere taşıyan kardeşi Albert’in fedakarlığını ailesine açıklıyor. Gözlerini fedakar kardeşinden bir an olsun ayırmadan.  Ardından da sıranın kendisinde olduğunu ve kardeşini okutmak için heyecanlı olduğunu belirtiyor.

Ancak o da nesi? Albert kardeşini dinlerken sessizce gözyaşı döküyor. Çünkü kardeşi Albrecht dört sene resimle haşır neşir olurken, onu okutmak uğruna madende çalışması sağlığından dört seneyi silip götürmüş çoktan. Özellikle de elleri. Yerin altındaki madenden kömür çıkartabilmek uğruna o kadar çok hasar almış ki. İstisnasız her parmağı defalarca ezilip, kırılmış. O iflah olmaz nemden dolayı, dayanılmaz romatizma ağrıları ise dört bir yanını sarmış. Şimdi bir bardağı bile tutarken zorlanan elleri ile bir fırçayı tutması, karakalem çalışması şimdi sadece hayal. Hem de asla gerçek olmayacak bir hayal.

Duydukları karşısında adeta yıkılan Albrecht; kardeşinin ellerine dikkatlice bakıyor o gece. Ellerin ne kadar önemli olduğunu da ilk kez o zaman anlıyor. Maden ocağının kardeşinin ellerine verdiği hasarı tek tek gözlemliyor.

Ve yine o gece kara kalemi eline alarak bu ünlü resmi yapıyor. Kardeşinin maden ocağında çalışmaktan bükülmüş, eğrilmiş parmaklarını; kırışmış ellerini tüm detayı ile çiziyor. Yukarıya dönük olarak, dua eder gibi duran eller; paylaşılan bir hayalin tam da diğer tarafını gösterir gibi adeta. Evet belki zarafetini kaybetmiş. Ancak fedakarlığın o derin ışıltısını gururla taşıyor.

Daha sonraki yıllarda pek çok esere imza attığı halde fedakarlığı ve iyiliği gösterdiği bu resimle ölümsüzleşiyor. Kendisinin ‘’Eller’’ olarak isimlendirdiği yapıtı; sonradan kimi çevrelerce ‘’Praying Hands - Dua Eden Eller’’ olarak kayıtlara geçiyor.

13 yaşındayken kendi portresini, 14 yaşındayken "Madonna ve Müzik Melekleri" portresini yapan Albrecht Durer; ölene değin resim yapmayı hiç bırakmıyor.

Evlendikten sonra İtalya’yı iki kez ziyaret ediyor. Sanatsal anlamda oradaki yapıtlardan oldukça etkileniyor. Çağının en etkili ressamlarından ve oyma baskı ustalarından birisi olarak tarihe adını yazdırıyor. Ama hayatını kendisi için feda eden kardeşini asla unutmuyor. Bugün dünyanın en saygın müzelerinde yüzlerce yağlıboya tablosu, eskizleri, suluboya ve gravürleri sergileniyor.

Ellerimiz kıymetli. Hem de çok. Çünkü onlarla iş yapıyor, yaşam mücadelesi veriyoruz. Onlar sayesinde para kazanıyor, sanat yapıyoruz. Yeri geldiğinde güç toplamak için birbirine sıkıca kenetliyor, yeri geldiğinde dua ediyoruz.

Tıpkı ellerimiz gibi bedenimizin her bir parçası istisnasız birbirinden değerli. Hepsi sağlıklı çalıştığı müddetçe farkında değiliz ama; arada sırada öz sevgimizi hissetsinler ne olur. Başkalarına nasıl sevgimizi söylüyorsak; bedenimizi de sevgi sözcükleriyle şımartmak gerek diye düşünenlerdenim. Bunu fazlasıyla hak ediyorlar bence.

Ben bunu uygulayanlardanım. Peki ya sizler? Hiç ellerinize onları çok sevdiğinizi söylediniz mi? Ne bileyim ya da ayaklarınıza? Sadece aynada gözlerinizin ta içine bakarak kendinize söylemeniz bile yeterli. Unutmayın lütfen.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

27.01.2016

Not: Bu güzel resimden ve öyküden haberdar olmamı sağlayan; zarafetini çok sevdiğim Sevgili Eser Demirbaşlı Tavman’a sonsuz teşekkürlerimle.

7 Şubat 2016 Pazar

SIR DOLU ANAHTAR

Bir varmış bir yokmuş dünyanın tüm kapılarını açan bir anahtar varmış. Ancak bu anahtar ağırmış. Hem de çok ağır. Neden mi çünkü açabildiği kapılar ardındaki tüm sırları içinde taşırmış.

Soru sormadan, yorum yapmadan, endişe etmeden taşımak yürek istermiş. Bir de kocaman bir sabır.

Masal gibi başladım ama gerçek burada yazacaklarım. Yazımın sonunda anahtar elimizde olacak. Aman dikkat. Bu ağırlığı taşıyabilir miyiz gerçekten? Peki ya elde ettiğimiz anda pişman olursak? Ağırlığı altında ezilip, pes etme olasılığımız da cabası.

Doğamız gereği meraklıyız. Etrafımızda olan biteni öğrenmek hoşumuza gidiyor. Düşünsenize bir de dünyanın EN BÜYÜK SIRRI ile karşı karşıya geldiğimiz şu anı.

Şimdi paylaşacağım öykünün içinde saklı bu SIR. Bakalım içimizden kimler kolayca ve istekle taşıyacak? Kimler soru ardına soru sormak isterken belki de vazgeçecek.  

Eski çağlardayız yine. Yunanistan’da. Atina Akademisinin kurucusu Platon’un yanında. Kendisi bir matematikçi olmakla beraber, klasik Yunan filozofunun en ünlü isimlerinden bir tanesi.

‘’Günlerden bir gün; yaşadığı ülkenin en büyük bilgesinin yanına gider Platon. Uzun zamandır kafasını kurcalayan soruyu sormaktır amacı. Sohbet sırasında bilgeden öyle bir anahtar ister ki; dünya üzerindeki tüm kapıları açabilsin. Bilge bu anahtarı kendisine verebileceğini, ancak ağır olduğunu söyler. Eğer taşıyabileceğinden emin değilse almasının bir yararı olmayacaktır çünkü. Platon ise ısrarlıdır. Ne kadar ağır olursa olsun taşıyabileceğinden de emin.

Bilge uyarmalarına devam eder. Anahtarı elde ettiği anda sorumluluğunun ağırlaşacağını ve artık istese de saklayamayacağını belirtir. Anahtarı elde etmenin tek şartı, sırrı öğrendikten sonra uygulamaya geçmektir. Hem de hiç durmadan, sürekli olarak. Eğer kendine saklamaya kalkarsa, vazgeçerse, bıkarsa başına büyük bir dert alacaktır.

Tüm bu uyarılara rağmen Platon kararlılıkla anahtarı ister. Anahtarın ağırlığını taşıyacağına, taşıyamazsa da başına geleceklere razı olduğunu söyler.

Platon’u ikna edemeyeceğini anlayan bilge; Platon’dan yanına iyice yaklaşmasını ister. Dünyanın en büyük sırrını öğrenme vakti gelmiştir. Platon heyecanlıdır.

Bilge Platon’a bu büyük sırrı fısıldarken gözlerinin içine bakar. Tepkisini bekler. O da ne? Dünyanın tüm hazinelerini kucaklamasına yarayacak sırı öğrenen, gizemli anahtarı eline alan Platon şaşkındır. Hem de çok şaşkın.

Neden mi? Çünkü bilgenin kendisiyle paylaştığı sır öylesine basittir ki.

Tam sırrın basitliğini söylemek isterken; bilge tarafından oldukça sert bir şekilde uyarılır. Bilge bir kez daha; soru sormadan, yorum yapmadan, endişe etmeden sadece YAPmasını ister. Eğer muhteşem bir yaşam aruz ediyorsa gidip YAPmalıdır artık. Eğer başarısına başarı katmak istiyorsa YAPmalıdır. Eğer zenginlik istiyorsa YAPmalıdır. Artık sırrı öğrenmiştir ve durMAMAlıdır.

Platon bilgeye hissettiklerini açıklamaya çalıştıkça, bilge onu susturur. Verdiği sözü hatırlatır her defasında. Sonunda Platon, elinde dünyanın en büyük anahtarı ile yola çıkar. Yaşamı boyunca verdiği söze de sadık kalır. Arzu ettiklerini sadece YAPar. Ve dünyanın en ünlü filozoflarından bir tanesi olur.’’

Öykümüzün sonundayız. Ve bizler de dünyanın en büyük hazinesine sahibiz artık. Elimizde öyle bir anahtar var ki; ağır mı ağır. Sorumluluk istiyor. Durmaksızın taşınmak ve saklanmadan hedeflerine varmak istiyor.

O halde bize düşen; bugünden itibaren anahtarımıza sahip çıkmak ve hayallerimizi tek tek gerçeğe dönüştürmek.

Sadece YAPmak.

Yapabilir miyiz diye düşünmeden, soru sorup endişelere yenik düşmeden SADECE YAPMAK.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.12.2015



Hayallerindeki eşi karşılarında buldular!

Antalya Migros AVM, sanal gerçeklikle hayallerinizdeki kişiyi gerçeğe dönüştürüyor. 







Bir boomads advertorial içeriğidir.


1 Şubat 2016 Pazartesi

AKLIMIZIN OYUNLARI (2/2)

Ağır ruhsal bir hastalık olmuş onun hayatındaki en büyük engel.

Ancak hastalığını kontrol altında tutacak kadar güçlü olan zekasını fark etmiş.

Azim ve sabırla şekillendirirken yaşamını, hiçbir zaman vazgeçmemiş denemekten.

John Forbes NASH; 1928’de batı Virginia’da dünyaya gelmiş.

Ders çalışmayan, üstelik derslerini takip etmekten hoşlanmayan bu çocuk; genelde yalnız kalmayı seçmiş. Dolayısıyla asosyal bir çocukluk dönemi geçirmiş.

Arkadaşları oyun oynarken o hep içine kapanmış.  Zamanla çok sevdiği sayılar, formüller ve matematik tüm dünyası olmuş.

Var olanı öğrenmek ona pek çekici gelmiyormuş. Tam tersine yepyeni teorilerin peşinde koşmayı amaç edinmiş.

Lisans ve yüksek lisans eğitimini Carnegie Mellon Üniversitesinde yapmış. Hiç ders çalışmadığı halde yüksek dereceyle okulunu tamamlamış. Doktorasını yapmak için Princeton Üniversitesi'ne gitmiş. Henüz 21 yaşındayken verdiği doktora tezi ile tam 45 yıl sonra Nobel Ekonomi Ödülünü kucaklamış.

Çarpıcı fikirleri ve müthiş beyni sayesinde hızla yükselmiş.

MIT'de profesörlük yapmaya başladığı yıllarda; öğrencisi Alicia Larde ile tanışıp evlenmiş. Bir de oğulları olmuş.

Nash 30 yaşına bastığında; herkesin hayran olduğu genç bir dahi; aynı zamanda eşine aşık bir aile babasıymış.

Ancak tam da bu sıralarda; genlerindeki hastalık yavaş yavaş kendisini göstermeye başlamış.

1958 yılında başlayan psikolojik rahatsızlıkları ömrü boyunca da yakasını hiç bırakmamış. Elindeki tüm değerleri tek tek kaybederken; sanrılar ve halüsinasyonlarla dolu tam 25 yıl geçirmiş. Kapatıldığı akıl hastanesinde tüm tedavi yöntemlerine izin vermiş. İşte o en kötü zamanlarında aklında hep o çok sevdiği matematik ve sayılar olmuş.

Derken aradan geçen yıllardan sonra; günlerden bir gün; uyanmaya, hayata geri dönmeye başlamış. Nasıl mı?

Bitmek bilmeyen hırsı ve zekası sayesinde. Yani hastalığını zekası ile kontrol altına almayı başaracağına önce kendisi inanmış. Sonra doktorlarını ve etrafındakileri ikna etmiş. Akıl hastanesinden çıkmış. Yeniden okuluna, öğrencilerine geri dönmüş.

Senelerce tek kelime dahi konuşmadığı güzel eşi ise; onu sevmekten hiç vazgeçmemiş. Elbette evlilikleri çalkantılı, inişli çıkışlı olmuş. Ancak eşinin hastalığını kabullenmesi ve sabrı sayesinde yıkılmamışlar. Hatta 7 yıl süren ayrılıklarının ardından yeniden bir araya gelmişler.

Kendi evlilik yaşantısından hareketle ‘Mutlu Evlilik formülünü’ de açıklamış son yıllarında.  Nash’in kendi sözcükleriyle tarif şöyle.

‘’Eşinizle tartışmanız sırasında, eğer haksızsanız hemen itiraf edin, haklıysanız da susun. Çünkü bir kadını konuşarak ikna edebilme şansınız yoktur.’’

Kimler dikkate alır bilemiyorum ama Nash, hastalığıyla mücadele ederken bunu uygulamış. Arkasındaki o itici gücü ve sevgiyi hep yüreğinde taşımış. Saygı duymuş.


Yazdığı kitapları ve yarattığı popüler oyunları bir yana; akıl oyunlarına galip gelen zekası sayesinde adını unutulmazlar listesine yazdırmış. Ekonomide adeta bir devrim yaratmış. Tüm dünyanın saydığı ve hayran olduğu bir kahraman olmuş.

İşin içinde sevgi, azim ve sabır varsa; hayatın zorlukları sizi paha biçilemeyecek kadar değerli bir mücevhere dönüştürebiliyor. Pes etmeyen, çabalayan ve bizlere örnek olan tüm IŞILTILI kalplerin önünde saygıyla eğiliyorum.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.01.2015




AKLIMIZIN OYUNLARI (1/2)

Aklımız tam bir muamma. Bize öyle oyunlar sergiliyor ki. Oyuna müdahale etmeyi bırakın, bazen sadece seyirci olarak kalıyoruz. Üstelik seyirciyken de tamamen gerçek zannediyoruz.

Kendimiz olmayı bıraktığımız,  içimizdeki iyiliği hatırlamadığımız zamanlar. Tamamen başkaları için yaşadığımız, kurallar arasında sıkışıp kaldığımız, sevilmek uğruna her şeyi yaptığımız dönemler. Giderek kendimizden uzaklaştığımızı fark edemeden hem de.

Sonuç mu?

Aklımızın oyunlarına esir olan, hayallerimizi unuttuğumuz bir hayat.

Tek bir adımla değişmemiz mümkün oysaki.

Nasıl mı?

İÇSEL farkındalıkla.

İçimizdeki o sıcacık sevgi dolu KALPle.

Beynimizin kıvrımlarındaki pırıltı dolu ZEKAmızla.

Gözlerimize sevginin pırıltısını yerleştirip bakmaya başladığımızda; karşımızdaki dünya ve içindekiler hep iyi olacak. Ve işte değişim başladı bile. Ruhsal anlamda griden pembeye doğru öyle hızla geçeceğiz ki. Yeter ki inanalım. Ve aklımızın oyunlarını kendimiz kurgulayalım. Seyirci olmak yerine, bizzat yaşayan olalım; hem de her nefeste.

Şimdi size muhteşem bir zekadan, dahi bir matematikçiden söz etmek istiyorum.

Yaşam azmi ve öyküsü ibret alınacak türden.

Hatta çarpıcı ve zorlu hayat hikayesi 2001 yılında beyaz perdeye de taşındı. 
Yönetmenliğini Ron Howard’ın üstlendiği Akıl Oyunları (A Beatiful Mind) filmini seyredenler hatırlayacaklardır dahi matematikçiyi.

John Forbes NASH karşımızda.

Ağır şizofren bir hasta kendisi.

Sosyal ilişkilerinde hep zorlanmış. Son derece garip davranış özelliklerine sahip çünkü.

Bilinçaltından yükselen seslerle yaşamış yıllarca. Halüsinasyonlar görmüş. Etrafı varlığına inandığı ve konuştuğu insanlarla çevrilmiş ömrü boyunca.

Genetik olan bu rahatsızlık, ne yazık ki yıllar sonra oğluna da geçmiş.

Sosyal ilişkilerinde, evliliğinde ve zaman zaman hocalığında hayli zorlu dönemeçlerle karşılaşmış. Ancak yüksek zekası sayesinde hepsinin üstesinden gelmeyi başarmış. 
Yolu Nobel ödülü ile de aydınlanmış. Hem de sadece 21 yaşındayken hazırladığı doktora teziyle.

Matematiği hep çok sevmiş. Beyni meşgul eden sayılara tutku derecesinde bağlanmış. Özellikle 23 asal sayısına. Yayımlanan bilimsel makale sayısını  23’de noktalamış. Hayatın garip cilvesine bakın ki; yıllar sonra eşiyle 23 Mayıs günü hayata veda etmiş.

Yaşam öyküsü sıradan değil.

Sarp yamaçlar, dikenli tellerle çevrilmiş adeta. Aklı ona sürekli oyunlar oynarken, bazen çaresiz kalmış herkes gibi. Bazen de zekasıyla derindeki sanrılarıyla yüzleşmiş. Onlardan sıyrılmaya çalışmış. Ve mücadelesi yıllar boyu hiç durmadan devam etmiş.

İşte bu nedenle yaşam öyküsünü paylaşmak istedim. Aklımızın oynadığı oyunların nasıl derin travmalara yol açabileceğini, hayatı nasıl yerle bir ettiğini hatırlayalım istedim.

İçimizdeki sessiz çığlıklar hep bizimle. Yüzleştiğimiz anlarda nasıl da şaşırıyoruz. Hatta  kabul etmekte zorlanıyoruz. Öyle değil mi?

Peki aramızdan kaç kişi başarı ve mutluluk yoluna adım atıyoruz dersiniz?

Veya kaç kişi düşüncelerine, duygularına, korku ve endişelerine esir olup çarmıha geriliyor gün be gün?

Şimdi bana katılırsanız eğer; bu olağanüstü pırıltılı zekayı daha yakından tanıyabiliriz. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.01.2015


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...