10 Aralık 2010 Cuma

YENİ YIL YENİ UMUTLAR…


Hayatımızın rutin akışı içinde zaman zaman duraklara ihtiyaç hissederiz. Belki bir an için de olsa durup dinlenmek; yaşantımıza farklı bir yön verebilmek, zamansızlık nedeni ile sürekli ertelediklerimizi bir an önce hayata geçirebilmek adına. Belki de içimizde durgunlaşan yaşam pınarını daha aktif ve çoşkulu hale getirebilmek için. Ama neden her ne olursa olsun bu duraklar gerçekten de önemlidir. Tabii durmasını, ama hemen ardından yeni çoşkularla ve kocaman gülüşlerle başlamasını bildikten sonra.


İşte bunun için önümüzde güzel bir durak var: YENİ YIL.

Yaşadığımız tüm güzellikleri içimize sindirip, olumsuzlukları bir nefeste unutabileceğimiz ve yepyeni umutlarla merhaba diyebileceğimiz güzel bir yıl. Bu yeni yılla beraber yaşımıza bir çentik daha attığımızı, ama o nispette tecrübelerimizi katmerleştirdiğimizi düşünerek kollarımızı kocaman açalım. Yeni umutlara, yeni heyecanlara, yepyeni güzelliklere merhaba demek için; daha çok sevmek ve sevilmek, daha çok umutlanmak için…

Hayatı doya doya yaşayan ve tecrübelerini yalın üslubu ile yazılarına da yansıtan Füsun Önal’ın bir yazısında dediği gibi ”Bugün başımıza gelenler dün düşündüklerimiz, yarın başımıza geleceklerse bugün düşünmekte olduklarımızdır.” O halde olumsuz her ne varsa bir yana bırakıp; olumlu düşünerek, hayatımıza hep güzellikleri çağırarak yüzümüzdeki kocaman tebessümle yeni yılı karşılayalım gönülden, tüm çoşkumuzla.

Bu yeni yıl; bizim en yakın durağımız olsun hedeflerimize başlamamız adına. Kendimizle, geleceğimizle, sağlığımızla ve sevdiklerimizle ilgili olarak en çok yapmak istediklerimizi düşünce süzgecimizden geçirip uygulamaya koyalım birer birer. Yılmadan, bıkmadan, azimle ve sebatla. Her ulaşılan hedef bizler için diğer hedeflerimize ulaşmamızda itici bir motivasyon etkisi yapacaktır hiç kuşkusuz.Önemli olan belki de ilkine başlayabilmektir, ne dersiniz?

Bu yıl bazılarımız için sigarayı bırakacağımız, bazılarımız için diyete gerçekten başlayacağımız, bazılarımız için yeni iş imkanları yaratacağımız, bazılarımız için idealimizdeki eve kavuşacağımız, bazılarımız için hayalimizdeki aşkımızla bir araya geleceğimiz, bazılarımız için rüyalarımızdaki tatili yaşayacağımız, bazılarımız için anne-baba olacağımız, ama hepimiz için çok sevip, çok sevileceğimiz bir yıl olsun.

Yeni yılla birlikte herkesin düşleri gerçek olsun.Barışın,sağlık ve huzurun, sevginin egemen olduğu bir dünyada NİCE GÜZEL YILLARA…

Sevgiyle kalın…

Belgin ERYAVUZ
18/12/2003

BİRAZ ORADAN BİRAZ BURADAN ORTAYA KARIŞIK



“Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma! Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda görmesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. ŞÜKRET! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir…”

Bu satırları Elif şafak’ın Aşk romanında okuduğumda durdum ve yeniden okudum; defalarca hem de. Her okuyuşta ne denli doğru ama uygulamasının bir o kadar da zor olduğunu gördüm. Beni çok etkiledi bu satırlar.

Ardından Ertuğrul Özkök’ün bir gazete yazısında gözüme çaroan cümleleri düştü aklıma. “ Öyle sözler vardır ki o sözler, hangimizin bir yerinde tenha, karanlık noktasında bir sinir ucuna zonalı bir yerine değmez ki…” diyordu usta yazar. Ne kadar da haklıydı.

Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı bu denli sevmemdeki en büyük etken bu olsa gerek. O dokunuşlarda, o hissedişlerde bir an için soluklanmanın, durup düşünmenin ve ardından paylaşmanın hazzı.

Elbette bir de işin uygulama kısmı var. Ne kadar inanırsak inanalım iş olaylar karşısındaki davranışlarımıza gelince bazen dengesini şaşırabiliyor. Bir de bakıyorsunuz ki isyanlardasınız; şükretmeyi aklınızdan dahi geçiremiyorsunuz. Ama ben diyorum ki tüm bunlar için denemek gerek. Yılmadan, usanmadan denemek ve sık sık tekrarlarla tecrübe etmek. Sonunda öğreneceğiz hep birlikte. Buna tüm kalbimle inanıyorum ve inanmanın bu işi başarmanın ilk adımı ama sağlam bir adımı olduğunu biliyorum.

Sizce de öyle değil mi?

Üstelik karamsarlığın, etrafa simsiyah gözlüklerle bakmanın, her olaydan kendimize negatif bir anlam çıkarmanın bize hiçbir faydası olmuyor ki. Sadece yaptığımızla kalıyor; içten içe kendimizi hatta bazen de çevremizdekileri yıpratıyoruz o kadar. Sonunda çekilmez, huysuz birer insan haline geliyoruz fark edemeden.

Oysa ki hayat çok değerli, yaşanan her saniyenin, her soluk alıp vermenin tadı çok başka. Biraz boş verebilmek, biraz vurdumduymaz olabilmeyi denemek lazım belki de karamsarlığa yenilmemek adına.

Biliyorum insanın ellerinin arasından bir şeyler kayıp giderken hala sahip olduklarını hatırlaması, onlar için şükretmesi çok zor. Ama başlarda da dediğim gibi denemek lazım. Tamamiyle kadere boyun eğmeden elden gelen her ne varsa sonuna kadar yaparak ve şartları zorlayarak. En azından umuda dört elle sarılarak ve pozitif olmayı her an hatırlayarak.

Zafer Doruk Aşkgüzar romanında bir işçinin duygularını şöyle anlatır. “Gece vardiyalarının tozlu ampul ışığında kederi ile demlenmiş çayını yudumlarken gülüşü kıtlamaydı.” İşte bu satırlardaki gibi olmasın hiç birimizin tavrı, duruşu; kederimizle demlenmiş olsa da çayımız, gülüşümüz kıtlama kalmasın.

Gün gelip karamsarlık da neymiş dediğimizde kendimizi çok daha güçlü hissedeceğimiz kesin. Hayattan daha çok tat alacağımız da. Taa ki o güne kadar duygularımızı örselemeden korumasını bilelim.

Her yeni gün yepyeni umutlarla doğuyor. Umudumuzun bittiğini hissettiğimiz anlarda bile yeniden filiz verdiğini görebilmek ise bize karamsar olmamamız için yapılan en büyük çağrı bence.

Şu sıralar çok meşhur olan bir dizinin jeneriğinde ne diyor? “Nefes alıyorsak umut var demektir.” Umut varsa hayat var, hayatın tadı tuzu da var demektir. Öyle değil mi?

Göremediğimiz şeyler için şükredebilmeyi başardığımızda, başımıza ne gelmiş olursa olsun yine de elimizdekilerin kıymetini bildiğimizde belki birer sufi olamayız ama hayatın zorluklarına daha kolay uyum sağlayabiliriz gibi geliyor bana.

Son sözü Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin güzel dizelerine bırakıyor ve duygularımızı her daim açık tutalım diyorum.
“Sana dilsiz dudaksız sözler söyleyeceğim
  Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim
  Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim
  Ama senden başka kimse duymayacak,
  Kimse anlamayacak… “

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
30.09.2010

21 Kasım 2010 Pazar

ELVEDA’na SAHİP ÇIK!


Yoğun yaşanan sevgiler, derin aşklar ve beraber geçirilen kısa ya da uzun seneler… yaşanmışlıkların en güzel ve en anlamlı izlerini taşıyan birbirinden değerli anılar…

Gün gelip yaşanan ilişkiler bittiğinde; ayrılan çiftlerin bu anılara saygı göstermemeleri, ayaklar altına alıp ezmeleri ve yok etmeleri ise ne kadar acı.

Sebep her ne olursa olsun; güzel başlayan bir ilişki ayrılıkla noktalandığında her iki tarafında suskun kalması, kendi özellerinde yaşadıklarını ölene dek kendilerine saklamaları gerekmez mi?

Elbette yararlanan, darbe alan bir yürekten daha tehlikelisi olamaz. Ama ayrılık acısıyla, intikam hırsıyla, öfke ve biriken kinle; bir zamanlar güzel olan anılara yapılan saygısızlık hangi durumda hoş karşılanabilir ki?

Sadece iki kişi arasında yaşanan ve sadece o iki kişiyi ilgilendiren özle konuların ortaya saçılmasının herkes tarafından öğrenilmesinin kime ne faydası olabilir? Meraklı insanların meraklı sorularına yanıt olmaktan ve onların ağızlarına bir parmak bal çalmaktan başka.

Üstelik hiçbir olay yapılan hakaret dolu açıklamaları ve özelin böylesine çirkin bir şekilde ortalığa saçılmasını haklı gösteremez. Elbette tüm bu olumsuzluklardan en çok nasibini alanları, çocukları ve ailenin diğer büyüklerini de unutmamak lazım. Çünkü yaşları kaç olursa olsun, onların narin ruhlarını onarmanız; üzerinden yıllar geçse bile yaşadıkları travmanın izlerini silmeniz öylesine zordur ki. Siz özelinizi ortaya saçıp, anılarınızın üzerinden tırpanlar geçirdikçe onların ruhlarını da tırpanlamıştınız hiç düşünmeden, unuttunuz mu?

Oysa ki ne gerek var ki böylesi çirkin ve yanlış açıklamalara. Adı üzerinde özel özeldir. Kimseleri ilgilendirmez, ilgilendirmemeli, merak konusu olmamalı. Ve herkes elvedasına sahip çıkmalı. Arkasında aslanlar gibi durmasını bilmeli.

Öte yandan sanıyor musunuz ki bu çirkin açıklamaları yapan, eşi ile yaşadığı özel ilişkileri açıkça ifşa etmekten çekinmeyen kişi mutlu olur ve istediğini elde eder? Tam tersine bir anlık öfke ve kendini kıskaç gibi saran intikam hırsına yenik düşmenin acizliği içinde kıvranır yıllar boyu; keşke’ler sarar dört bir yanını.

O nedenle ilişkilerde sevginin hemen yanı başında saygı olmalı ve yıllar içinde sevginin tadı, kokusu, rengi değişse hatta azalsa bile saygı tam tersine daha da güçlenmeli diye düşünüyorum ilişkiyi korumak adına, başında ve sonrasında aynı kararlılıkla. Çünkü saygının olduğu yerde ayrılıklar yaşansa dahi böylesi çirkin öç almalara, böylesi incitmelere ve böylesi yaralanmalara yer olmaz. Nefret, kin gibi olumsuz düşünceler beyninizi kemirip durmaz. Duygularınız alabildiğine hassa olsa da sessiz kalmanın erdemlerin en büyüğü olduğu asla unutulmadan; tarafların incinmemesi adına herkes elvedasına sahip çıkar. Bağlı olunan tüm ortak değerlere, anılara, sevginin yarattığı güzellikleri aynı saygıyla koruyarak.

Vesta Kelly’nin şu cümlesinde dediği gibi “ kar taneleri, doğadaki en kırılgan şeylerdendir, ama bir araya geldiklerinde bakın neler yapabiliyorlar?”

Önemli olan bu kırılgan ve hassas duyguları birer çığ yığını haline getirmemek galiba; yaşanan güzel anıların, sımsıcak diyalogların hatırına.

Biten tüm ilişkilerde özelin ve saygının korunduğu bir dünyaya merhaba… siz de bana katılır mısınız?

Sevgiyle kalın

BELGİN ERYAVUZ
30.06.2010

ÖNYARGIMIZ ve BİZ



İnsanlarla iç içe yaşarken, bir hayatı paylaşırken şu ya da bu şekilde, az ya da çok hayatlarımız aynı karelerde kesiştiğinde hiç beklemediğimiz bir davranışla karşılaştığımızda önce şaşırır, sonra da hiç düşünmeden ön yargılarımızı devreye sokarız.

Daha önceden tanıdığımız biriyse yanlış tanımış olduğumuzu bile düşünür, ona ayırdığımız zamana acırız. Hiç tanımadığımız biriyse eğer sinirli, kibirli, insanlara değer vermeyen birisi olduğu fikri hemen canlanıverir kafamızda.

Sebep sadece bize gülümsemeden geçmesi, bizi fark etmemesi, merhabamızı cevapsız bırakması, bize surat asması, telefonumuza ya da yazdıklarımıza cevap vermemesi bile olsa altında mutlaka bir art niyet arayarak kendimizi temize çıkarırken, o insanı önyargılarımızla adeta mahkum ederiz.

Oysa ki o insanın da çok geçerli sebepleri, kendince önemli gerekçeleri olabilir. Tıpkı bizim, hepimizin olduğu gibi.

O nedenle karşınızdaki insanın hiç beklemediğiniz davranışları ile karşılaştığınızda bir değil iki defa düşünmek gerek. Çünkü o beklenmedik davranışı etkileyen pek çok neden olabilir. Örneğin her zaman sıcacık gülümseyen bir tanıdığınız o gün size zoraki cevap vermişse ya da hiç görmeden geçip gitmişse yanınızdan mutlaka bir nedeni vardır. Belki çok zor bir gece geçirmiştir, belki çok kötü bir haber almıştır, belki de halletmesi gerekli çok önemli bir olayı vardır, kimbilir. Hiçbir davranış, hiçbir ruh hali sebepsiz olamaz.

Siz mutluyken karşınızdaki insanın da mutlu, siz üzgünken onun da üzgün olmasını; bunu birebir davranışlarına yansıtmasını ve size uyum sağlamasını bekleyemezsiniz. Üstelik her insan nevi şahsına münhasırdır. Her insanın, içindeki duyguları belli ediş şekli farklıdır. Kimi dışarıya hiçbir şey yansıtmaz, duyguları o kadar içerlerdedir. Kimiyse duygularını bakışları ile, yüz ifadesi ile hemen ele verir.

Ama karşınızdaki insan için önyargıya varmadan önce “kimbilir neler yaşıyor, ne mücadeleler veriyor, hangi ruh hali içinde?” diye içten içe düşünmek gerek.

Kendimizle ilgili yarın ne olacağını bilemezken onların hayatlarının her zaman süt liman olduğunu düşünmek biraz fazlaca önyargılı davranmak değil mi sizce de?

Gelin önyargılarımızı bir kenara bırakalım. Karşımızdaki insana empati ile yaklaşalım. Yani kendimizi onun yerine koyalım. Yaşadıklarını, hissettiklerini anlamaya çalışalım. Ona hak vermesek de, “ben olsam böyle davranmazdım” desek de unutmayalım ki her insan birbirinden farklıdır. İkizler dahi yeri geldiğinde birbirinden farklı tepkiler gösterebilir. Birinin kabul ettiğini diğeri kendinden uzaklaştırmak isteyebilir.

Hal böyleyken her insandan bizler gibi düşünmesini, bizim gibi davranmasını beklemek haksızlık olmaz mı?

Önyargı duvarlarını yıktığımız, etrafa daha geniş bir perspektiften baktığımızda elele vermiş mutlu ve huzurlu insanlara çoğalacak dünyamızda.

Yeter ki ilk adımı atan taraf biz olalım. Biz bir adım atarsak onların da bir hatta iki adımla bize doğru geleceklerini de hiçbir zaman unutmayalım lütfen.

Önyargısız hayatlara merhaba!

Sevgiyle kalın

BELGİN ERYAVUZ
13.05.2010

26 Ekim 2010 Salı

BEN BİR ANNEYİM

Ben bir anneyim; yüreğim güçlü, yüreğim sevgi dolu. Yavrumu kucağıma aldığımda hissettiğim o muhteşem duygu, yıllar içinde yavrumla beraber büyüdü, büyüdü, kocaman oldu. Yavrum; oğlum, kızım onlar benim canım, onlar benim her şeyim adeta yaşama sebebim.

Nasıl da cesur oluyor insan anne olunca; nasıl da gözü kara, hani tüm dünyaya tek yumrukla kafa tutacakmış gibi… Yavrusu söz konusu olduğunda aslan kesilen, gözü hiçbir şeyi görmeyen; olacak her ne varsa kendisine olsun, kendisine olsun da yavrusuna, göz bebeğine, canından sakındığına hiçbir şeyler olmasın isteyen; yeri geldiğinde yerlerde sürünen, açlık çeken, geceler boyu uyumayan…

Anne yüreği öylesine kocamandır, öylesine sevgi yüklüdür ki; çocukları söz konusu olduğunda hassaslaşır aniden. O bir dakika önceki demir gibi yumruktan eser kalmaz; yumuşacık olur kalbi pamuklar misali.

Yavrusuna bakarken gözleri nemlenir ara sıra; ona bir şeyler olacak diye içi titrer. Dudaklarında belli belirsiz dualar mırıldanır, yavrusunu her daim kötülüklerden korumak adına. Yanındayken, sıkı sıkı sarıldığında içi rahattır rahat olmasına ama uzağındayken meleklere emanet eder onu, dönüşünü dört gözle beklerken.

Peki ya o gidişlerin dönüşü olmazsa?

Ben bir anneyim, oğlumu, kınalı kuzumu şehit verdim. O olmaz olası teröre inat ağlamayacağım, al bayraklı tabutuna son kez sarılırken oğluma sözüm var. Her yeni şehit haberinde yüreğim dağlansa da göz yaşlarım içime akıyor dualarım eşliğinde.

Ben bir anneyim; dünyalar tatlısı kızımı hala bulamadılar. Kayıp çocuk listesinde sadece bir isim herkesler için ama ya benim için? Yıllar geçti üzerinden, kapkara uzun yıllar, artık dirisinden geçtim ölüsüne de razıydım ama yok, yok işte.

Ben bir anneyim; oğlum uyuşturucu batağında. Nasıl olup da sevgimle yenemedim o olmaz olası arkadaşlarını, nasıl da yok edemedim kanındaki o zehirli akışkanı? Nerede yanlış yaptım? Biliyorum toplum en çok beni, anneliğimi suçluyor ama bir de bana sorsalar, bir de beni anlamaya çalışsalar, nasıl mücadele verdiğimi ve sonundaki çaresizliğimi görseler…

Ben bir anneyim; iki kızım da engelli. Onlara addım tüm dünyamı, ama ya etraftaki o meraklı bakışlar, o yürek sızlatan sorular? Hiçbir şeyden yılmadım onlardan yıldığım kadar.

Ben bir anneyim; oğlumu kollarımda ninnilerle büyütürken nereden bilirdim gün gelip farklı tercihleri olacağını. Karşı cinse hissedemediklerini kendi hemcinslerine aktaracağını. Rujlarımı, giysilerimi gizli gizli kullanıp farklı düşler kuracağını.

Ben bir anneyim; yavrumu bir deniz kazasında kaybettim. O hani motorun keskin pervaneleri kızımı almadan önce nasıl da neşeyle girmiştik denize; nasıl da planlar yapıyorduk geleceğe dair. O sahne yok mu ahh o sahne… yıllardır unutamadım tek bir karesini bile.

Ben bir anne adayıyım; karnımda downsendromu tanısını koydukları bir bebeğim var. Minicik bir kız. İçimde varlığını hissettiğim o her şeyden habersiz bedeni nasıl yok ederim ben?

Ben bir anneyim; gelinlik yaşa gelmiş kızını o büyük deprem faciasında yitirdim. Günlerce aradık narin bedenini ama yok bulamadık. Şimdilerde boş bir mezarla dertleşiyorum ama kulağım hala kapıdaki ayak seslerinde. Belki döner, belki gelir diye…

Ben bir anneyim ama yapayalnız. Anneliği tadamadan, yavrusunu koklayamadan ondan zorla kopartılan ve uzaklar kaçırılan çocuğunu hiç göremeyen, büyüdüğüne tanık olamayan bir anne.

Ben bir anneyim; yavrusunu, gencecik kızını demir parmaklıklar ardında bırakan. Özlemle duruşma günlerini bekleyip, sarılamadan, öpüp koklayamadan bir sonraki buluşma gününe gün sayan, kapıdan geleceği günleri iple çeken.

Ben bir anneyim; oğlumu elim bir trafik kazasında kaybeden. Aradan yıllar geçti ama o freni patlamış kamyonun görüntüsü, yavrumun parçalanmış bedeni her göz kapayışımda beliriyor önümde.

Ben bir anneyim; bin bir sıkıntı çekerek büyüttüğü biricik oğlu tarafından dövülen, yediği her bir tokatta, her hırpalanışta sessiz göz yaşları döken ama yine de şikayet etmeden seven.

Ben bir anne adayıyım; içimdeki minicik bedeni, ara sıra kendini hissettiren tekmeleri ile beni kendine bağlayan yavrumu öpüp koklayamadan , sütümle besleyemeden alacaklar elimden.

Ben bir anneyim; çocukları tarafından elindeki avucundaki tüm birikimi alınıp, eski bir süpürge gibi kapı dışına fırlatılan, yabancılara, bir tas çorbaya muhtaç hale getirilen ama yine de yavrularına söz söyletmeyen bir anne.

Ben bir anneyim; gözünden sakınarak büyüttüğü kızını sevdiğiyle evlendiren, mutlu olması adına herşeyi kabul eden. Ama kızını evine yaptığı her ziyarette dayak izlerine tanık olan bir anne. O cıvıl cıvıl dünya güzeli kızı şimdilerde içine kapanmış, kaderine razı olmuş, hiç konuşmuyor. Gözündeki morluk, sırtındaki darp izleri… dayanılır mı bu eziyete? Bu ne yaman çelişki böyle?

Ben bir anneyim; tüm çocuklar benim çocuklarım olmasa bile açlık çeken çocuklar için ağlarım; kaybettiğimiz her gencimize yanarım; başarı kazanan çocuklarla gurur duyarım; çocuklar hep mutlu olun, gözleri her daim sevinçle ışıldasın isterim. Anneyim ben yüreğim sevgi, yüreğim umut dolu.

Zor zanaattır anne olmak, dünyanın en mesuliyetli ve en yüce görevi. Severek üstlenilen, istenerek her türlü zorluğa karşı ayakta kalabilen ve ömür boyu süren tek görevdir annelik. En kutsal görev.

İşte bu nedenle her anne eli öpülecek kadar özel ve önemlidir. Ve her anne canıyla, kanıyla, sütüyle en çok da sevgisiyle besleyip büyüttüğü yavrusuyla bir bütündür. İster yanında olsun, ister uzağında, ister kendisinden habersiz, siter mezarında. Her anne muhteşemdir benim gözümde.

Tüm annelere saygıyla.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
17.10.2009

HASTALIKTA SAĞLIKTA…


“Hastalıkta sağlıkta, iyi günde kötü günde… “ diye başlamaz mı en mutlu beraberlikler,
en güzel evlilikler. Sıcacık aşk kokusunu içimizde hissederken ağzımızdan heyecanla dökülüvermez mi bir çırpıda? Sevdiğimiz tam karşımızdayken, eli elimizdeyken gözlerinin taa içine bakarak söylediğimiz bu cümleye o anda tüm kalbimizle inanmaz mıyız?

Elbette evet. Ama ya sonra? Sadece biten sevdalarda, aldatmalarda değil kaderin önümüze çıkarttığı ağır hastalıklarda da nedendir bilinmez bu sözleri en çok ve en çabuk erkekler unutuverir. Sanki hiç söylenmemiş, sanki hiçbir şey hissedilmemiş, sanki hiç yaşanmamış gibi kadınını o en çaresiz anında hastalığı ile yapayalnız bırakırken… Bir kadın olarak bunu anlamam ve erkeklere hak vermem öylesine zor ki.

Erkeklerin bu denli acımasız ve vicdansız olduklarını; adeta insanlıktan uzaklaştıklarını, yaşadıkları sevgiyi bir anda yok sayarak tamamen bencil duygularla hareket ettiklerini düşünmekten kendimi alamıyorum.

Oysa ki hastalıklar bir anda çıkıverir karşımıza, bazen hafif bazen de ağır bir tabloyla hayatın nasılda değerli olduğunu bize o anda derinden hissettirirken. Bir gün öncesine kadar nasıl da şanslı ve mutlu olduğumuzun bilincine ancak o anda varırız nedense ve yine o anda yanımızda bize destek olacak bir yürek, bir el, bir omuz ararız. Bu eşimiz olmayacak da kim olacaktır?

Ne yazık ki erkekler hasta eşlerini terk ederken, kendi hayatlarını yaşayacaklarını açıkça söylerken bu gerçeği tamamen unutuyorlar.

Halbuki onlar da bir baba, bir eş statüsünde değiller mi? Vicdanları nasıl rahat edebilir ki geride bıraktığı eşleri çaresizlikler ve hastalıklar içinde boğuşurken.

Bir zamanlar aynı yastığa baş koyduğu, iyi ya da kötü pek çok şeyini paylaştığı eşini böyle çaresiz görmek istemediği için mi acaba? Yoksa bu çok mu iyimser bir bakış açısı bilemiyorum.

Yine de içimdeki bir ses erkeklerin bu denli acımasız ve duygusuz olmadıklarını fısıldıyor; her ne kadar bu ve buna benzer örnekler çok olsa da.

Engelli çocuğu oldu diye eşini suçlayan ve o masum çocuğun dünyaya gelmesinde hiçbir katkısı olmamış gibi tüm suçu eşine yükleyerek çocuğu ile birlikte eşini bir başına bırakanları; baba olduğu halde bu sorumluluğu kaldıramayan, bakımını üstlenemeyen ve terk edip gitmeyi kendilerince en doğru hareket olarak gören erkekleri ise düşünmek dahi istemiyorum.

Elbette çok duyarlı, çok hassas erkekler var biliyorum. Eşi için, çocukları için her türlü fedakarlığı gözü kapalı yapan, yüreği güzel insanlar. Ama böylesi ağır travmalarda aniden gelen hastalıklarda bozulan ilişkilere ve ani terk edişlere baktığımızda erkekler ne yazık ki başı çekiyor.

Bir yanda ağır hastalığını henüz kabullenemeyen, neden olduğunu anlamaya çalışan çaresiz bir kadın. Öte yanda onunla bir ömrü paylaşmaya söz verdiği halde sözünden dönmekte herhangi bir sakınca görmeyen bir erkek. Bu acımasızlık değil de nedir? Sağlıklı ve iyi günlerinde, her şey yolundayken, el ele gülüp yaşamasını bilen, hayatın tadını çıkaran bir çift nasıl olur da hem de ağır bir hastalıkta bir anda yol ayırımına gelir ve o dönemeçte bir kişi başını alıp başka bir yol izlemeyi kendisine hak görebilir?

Diğerini tek başına, hastalığı ve kaderi ile bırakarak… Paylaştıkları onca düşü öksüz bırakarak, anılarını hiçe sayarak, hayallerini tek tek yok ederek.

Zordur o günlerle başa çıkmak hem de çok zor. Yazınız bir anda kışa dönüverir. Sıcacık günler yerini ıssız, soğuk ve karanlık günlere bırakarak. Ama her anlamda son derece dayanıklı ve güçlü olmanız gereken böyle bir anda sakın kendinizi bırakmayın. Aksine sizin sevginizi hak etmeyenlerden bir an önce uzaklaşın. İçinizden söküp atın tüm olumsuz düşünceleri ve güçlü çok daha güçlü olarak ayakta kalın, hayata meydan okuyarak. Hem hastalıkla, hem de ayrılıkla başa çıkacak güce sahipsiniz siz.

Üstelik sizi aciz görenlere nasıl da güçlü olduğunuzu göstermek adına yapın bunu. Hepsinden önemlisi hayat denen hediyenizi kimsenin elinizden almasına izin vermeden. Varsın dertler gelsin tek tek değil de birbiri ardına adeta sabrınızı zorlayarak. Siz güçlüsünüz ve yaşamın hakkını vereceksiniz.

Bırakın terk edip gideni, mücadeleniz nefes alacağınız günlerin sayısını arttırmak olsun, iyileşmek olsun. Hastalığınızı alt ederek, sapasağlam dikilin geride kalan hayatınızda gerekirse kaderinizin önüne geçerek.

Şu anda en dip noktalardasınız muhtelemen, var mı daha aşağısı, yok! O halde ayaklarınızla hızla dibe vurup yukarılara çıkma ve ışığı yakalama zamanı şimdi.

Çünkü siz güçlüsünüz, evet terk edilmeyi hak etmediniz belki ama yaşam sınavını hakkıyla, bileğinizin gücüyle tek başına verdiniz.

Sağlıkla kalın, sevginizin gerçek değerini bilenler kuşatsın dört bir yanınızı.

Belgin ERYAVUZ
10.04.2010

12 Ekim 2010 Salı

HAYATIN EN GÜZEL HEDİYESİ, BUGÜN!

Okuduğum bir romanın satır aralarında rastladım bu dizelere. Gönlümün biraz buruk olduğu, endişelerimi sıkça hissettiğim, hassaslığımın da bir o kadar fazlaca olduğu dönemlerdeydim belki de kimbilir. İşte bu nedenle bu dizelere bağlandım, okudum defalarca ve okudukça yaşadığım bugünlere şükürler ettim. Yarınla ilgili endişelerim ise hafifledi ya da eski önemini biraz da olsa yitirdi. İşte bu nedenle paylaşmak istedim sizlerle, gelin beraber bakalım Horace’in anlamlı dizelerine…






‘’ Ne mutlu, ne kadar yalnız olsa da
   Bugünü kendisinin kabul edene
   Ve güvenerek kendine,
  ‘Yarın ne kadar kötü olursa olsun,
   Bugünü yaşadım ya!’ diyebilene. ’’


Bu satırlar hayata karşı bir meydan okuma, o anın değerini bilme, yaşamın hakkını verme değil mi sizce de? Yarınla ilgili tüm endişeleri, olabilecek tüm olumsuzlukları bugünün hakkını vererek, cesaretle göğüsleyebilmek…

Hangimiz yapabiliyoruz ki bunu yeterince, yeri ve zamanı geldiğinde?

Dünde yaşayıp, yarın için endişelenirken bugünü hiçe sayanlarımız öylesine fazla ki aramızda. Elbette gayretler, çabalar, çalışmalar olacak yarına dair. Ama bugün doğan güneşin içimizi ısıttığına, çocuklarımızın ağızlarından dökülüveren kırık dökük ilk kelimelere, taşların arasına sıkışmış olduğu halde açmak için mücadele eden ısrarcı papatya, evimizdeki mis gibi yemek kokusuna, kumsala vuran dalgaların sesine,


Bir çocuğun içten kahkahasına, içimiz sıkıldığında duyduğumuz dost sesine, sıcacık bir merhabaya, bizi anılarımızla buluşturan bir melodiye, okuduğumuz kitabın bizi yaşamla yeniden buluşturan satırlarına,… yeterince dikkat etmiyor; öylesine yaşarken her şeye kulaklarımızı tıkıyor, gözlerimizi kapatıyor, adeta duyularımızı körleştiriyorsak, vay bizim halimize.

Yarın bugün olduğunda ne değişecek ki? Bu kez yine yarın için yepyeni bir bugünü harcamayacak mıyız? Oysa ki bugün çok kıymetli! Bugün yaşam hanemizin en güzel günü.

Bugün, şu dakika, şu an bizim en mutlu olduğumuz an aslında. Nefes alabiliyor, bu satırları paylaşabiliyoruz hep beraber. Ne mutlu bizlere… akşam yastığa başımızı koyduğumuzda yaşadığımız bugün için şükürler edip, yarının bugünden çok daha güzel olmasını dileyip; rüyaların gizemli koylarına yelken açarken gülümseyin doyunca. Hayatta olduğunuzun, sağlıklı olduğunuzun, yaşadığınızı farkına varmanın gülümsemesi olsun bu. Kocaman, içten…

Elbette her yeni gün sürprizlere gebe. Ama yarın olacakları şimdiden dert ederek bugünü yok saymak, hayata karşı yapılacak en büyük ihanet. Yarın aslında çok uzak bize. Bugünün değerini bilenler içinse yarın bir başka bugün olmalı.

John Berger’in dediği gibi ‘’Yarın usulca ilerler, kördür daha gözleri’’ onu görünür kılmak, ondan çoşkulu bir bugün yaratmak bizim elimizde.

Özdemir Asaf’ın çok sevdiğim ömür şiiri der ki;

‘’ Ömür dediğin üç gündür.
   Dün geldi geçti, yarın meçhuldur.
   O halde ömür dediğin
   Bir gündür, o da bugündür.’’

Her şeyi nasıl da ustalıkla özetliyor bu dizeler, öyle değil mi? Üstelik bugün öyle bir hayat yaşayalım, öyle unutulmaz olsun ki yarına da kalsın anıları. O anılar bize kötü ve zor günlerimizde destek olsun. Yarına olan umudumuzu her zaman dipdiri tutsun. Tutsun ki zor günleri atlattığımızda aklımızla, kalbimizle kendimize olan güvenimiz daha bir artmış olarak; yarınları unutulmaz bugünler yapmak adına daha bir cesur karşılayalım hayatı.

Yaşamak ve bugünü yaşadım ya diyebilmek cesaret ister. Ve bu cesareti yaratmak, az sayıdaki insanlara kendinizi de katabilmek sadece sizin elinizde.

Unutmayın BUGÜN, şu AN, şu dakika çok değerli ve YAŞADIĞIMIZ ANIN EN GÜZEL HEDİYESİ.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
20.04.2010

25 Eylül 2010 Cumartesi

İSİM GÖÇEBESİ KADINLAR

Elif Şafak’ın “Siyah Süt” romanını okuyanlar bilirler. “İsmini Sevmeyen Kadınlar” bölümünde isimlerden, erkeklerin ve kadınların ismi sahiplenme şekillerinden bahseder ve der ki “ İsimler büyücüdür. Hem de büyülü. İsim var, vezir eder. İsim var, kahreder…”


İsimler; biz doğarken ailelerimiz tarafından bize bahşedilen değerli birer nişan gibidir aslında. Onlardan bize bir armağan! Çoğunun bir öyküsü, bir veriliş nedeni vardır. Anneler babalar hiç tartışmasız en özel, en güzel isimleri seçerler çocukları için özenerek; kalplerindeki ilk sevgi tohumlarını yeşertmek istercesine sevgiyle.

Bir anlamda bizi biz yapan ilk değerlerdir, şekillenecek varlığımızla beraber hayat koşusunda. Bir insanın ismini taşıyabilmesi, ismiyle uyum sergileyebilmesi ise bu koşudaki başarısını sessizce destekleyecektir hiç kuşkusuz.

Yabancılarla tanışma anında elimizde olan ilk silahtır isimlerimiz. Yalın, tek başlarına, bazen tek bir hece bazen iki ya da üç; ağzımızdan dökülürken gerçekten de çok şey ifade ederler karşımızdaki kişilere. İlk tanışma anındaki o ilk izlenimde, o tekrarı olmayan betimlemede kişiliğimizin neredeyse yüzde ellisini ele veririler sessizce, derinden.

İşte isimler bu yüzden önemlidir. İnsan şahsiyetinin ayrılmaz bir parçasıdır. Üstelik ilk izlenimin tekrarı olmadığını ve yeni tanıştığımız kişileri önce isimleri sonra da diğer özellikleri ile hafızamıza kaydettiğimizi düşünecek olursak isimlerin neden önemli olduğunu bir kez daha anlamış oluruz.

İnsanların isimlere verdiği önem, o sahipleniş eski yıllardan günümüze değin hep aynı heyecanla sürer gider. Hatta o isme sahip olabilmek adına insanlar gözlerini kırpmadan canlarını bile feda etmeye hazırdırlar. Tarih bunların örnekleriyle doludur.

Colin Falconer Bir Cleopatra romanı olan “Biz Tanrıyken” adlı yapıtında “önemli olan isimdi, isimlerin bir sihri vardı, altından ve en büyük ordulardan önemliydi…” diyerek Kleopatra’nın düşüncelerini dile getirirken bize insanların yüzyıllar öncesinden itibaren isimlere verdiği önemi hatırlatır.

Öyle isimler vardır ki o insana çok yakıştırırız, öyle isimler vardır ki hiç uymamış olduğunu düşünebiliriz. Öyle ki eskilerin deyimiyle isimlerle hayat bulur bazen insan geleceği, hatta isimlerle yön değiştirir. Ara sıra ismiyle hiç alakası olmayan kişiler görmüş olsam da; isimlerin insan kişiliklerini birebir yansıttığını ve insanların doğarken kendilerine bahşedilen isimleriyle hoş bir bütünlük içinde yetiştiğini düşünürüm.

İsimlerimizin tamamlayıcısı soy isimlerimiz söz konusu olduğunda ise, erkelerle kadınları ayıran ince bir çizgi belirir; erkeklerden yana ağır basan, onları kollayan. Pek çoğumuzun farkına dahi varmadığı, üstünde durmadığı bu yarı saydam çizgide gelin yine Elif Şafak’ a kulak verelim. “Erkekler isim değiştirmek ne menem bir şeydir kolay kolay hissedemezler. Kadınlar ise, tam tersine isim göçebesidir… Genç kızlıklarında başka türlüdür soyadları, evlendiklerinde başka. Boşanırlarsa başka, yeniden evlenirlerse gene başka…”

Kadınlara yaşamları boyunca değişik kimlikler yüklem tam alıştığı noktada bambaşka bir isimle, yepyeni bir imzayla kendini ifade etme engelidir bu.

Evlenirken gözümüz mutluluk ışıklarıyla parlamışken çoğumuz sorgusuz sualsiz hemen kabulleniriz sevdiğimizin soy simini. Üstelik ömrümüzün sonuna değin değişmeyeceğine o denli inanırız ki, ilk göz ağrımız olan baba ismimizi bir anda yok sayar, unutur gideriz. Taa ki hayatın çarkları arasında ayrılıklarla, boşanmalarla ezildiğimizde gün ışığına çıkıveriri yeniden. Sorgusuz sualsiz hayatlarına eklenen isim, yine sorgusuz sualsiz ellerinden alınıvermiştir işte.

Tam boşanmanın eşiğinde usul gereği hatırlatılırsa ne ala. Ama eğer hatırlatılmazsa, boşanmanın derin sarsıntıları içinde boğuşurken bir de isim krizi çıkıverir karşınıza. Öyle ki , sizin ne hissettiğiniz, ne istediğiniz bir nebze olsun dikkate alınmadan, bu iş buraya kadar denir. Ve o andan itibaren eski isminizle hayatınıza devam etmeniz beklenir.

Peki ya alışkanlıklar, seneler boyu kullanılan imza, yapılan sözleşmeler, hatta hatta kapı zilindeki isim? Çocuklarınla paylaştığın isimdir o soy isim her şeyden önce. Senin travmalarına bir de çocuk kalbinin hassas, masum sızıları eklenir. Kapı zilinde başlayıp, faturalarda, kartlarda, yolculuklarda karşınıza dikiliverir.

Şöyle bir düşünelim ne kadar çok kalemde değişiklik yapmak gerektiğini isterseniz. Kapı zili, nüfus cüzdanı, ehliyet, pasaport, meslek kartları, banka kartları, banka hesapları, şahsınıza ait tüm faturalar( elektrik, su, doğalgaz, telefon, adsl, kablo tv,…) yine şahsınıza ait tapu, ev, araba gibi resmi evraklar, banka cüzdanınız, sözleşmeler, …hepsi yenilenmeyi bekler.

Tüm bu kalemlerin tek tek değiştirilmesi; boşanma sonrası kendini toparlamaya, yaşanan olumsuzlukları bir an önce unutmaya çalışan bir kadın için ne kadar da zorlayıcıdır aslında.

Üstelik tanınmış biriyseniz… bir yazar, bir oyuncu, bir aktris, bir siyasetçi, bir bilim kadını… İşte o zaman işiniz bir kat daha zordur. Toplum önünde sizi siz yapan ve tanındığınız süre zarfında kullana geldiğiniz o isim sizinle adeta bütünleştiği ve hayranlarınızın nezninde o isimle var olduğunuz için bu kez de sizde kopartılan soy isminizi devam ettirme mücadelesi vermek zorunda kalırsınız tüm engellemelere rağmen.

Peki neden bu kadar zorlama, neden bu kadar duyarsız olmak kadınlara karşı? Her şeyin düzeninde ilk önce erkekler düşünüldüğü, ilk pay hep onlara ayrıldığı için mi bilemiyorum ama bu küçük be önemsiz gibi duran konunun bile derinine indiğinizde kadın ruhunun nasıl parçalandığını çok iyi anlıyorum.

O nedenle olsa gerek nerede bir boşanma haberi duysam oradaki kadın isimlerini ve geride bıraktığı yaşanmışlığın izlerini düşünmeden edemiyorum.

Sevgiyle kalın, isimsiz kalmayın.

Belgin ERYAVUZ
26.12.2009

BEKLİYORUZ ÇARESİZ…



Ömrümüz boyunca hep bir şeyleri bekliyoruz, farkında mısınız? Sayıları o kadar çok ki… taa doğum sürecimizle başlıyor ve ölene değin devam ediyor.


Yaşımız ilerledikçe beklediğimiz şeylerin sayısı da artıyor haliyle. Eğer aşık olmadan evlendiysek bir kez de olsa aşık olmayı bekliyoruz mesela içten içe nasıl olacağını bilemeden. Çocuklarımızın servislerini, sabah ezanını duyduğumuzda günün ışımasını, kış geldiğinde karın yağmasını, yazın tatile çıkmayı, emekli olmayı, akşamları çocuklarımızın, eşimizin eve dönüşünü, sevmeyi, sevilmeyi,… bekliyoruz mütemadiyen sabırla, olgunlukla. Bazen içimiz taşsa da, bazen kadere isyan sözcükleri ağzımıza dolansa da bekliyoruz bir şeyleri dualar eşliğinde, sessizce.

Beklemeyi sevemesek de, beklemekten zaman zaman bıkkınlık duysak da bekliyoruz çaresiz… Gün geliyor içimizdeki umuda katık edip düşlerimizi bekliyoruz sessizce. Gün geliyor isyanımızı bastıracak kelime bulamazken söylenir halde buluyoruz kendimizi yine beklerken…

Neler beklemedik ki şu yaşımıza değin bir düşünün hele. Minicik yaşlarımızdayken, dünya tek bir gülümsememizle aydınlanırken örneğin, doğum günlerimizi bekledik her yıl sabırsızca büyüyebilmek adına bir an önce. Karnelerimizi bekledik okul sıralarındayken içimiz pür telaş ve sevinç doluyken. Ardından sınav günlerini elbette bir şeyler olsa da ertelense um uduyla. Azıcık büyüyüp serpildiğimizde içimizdeki kıpırtılara uyup aşık olmayı bekledik, sonunda üzüntü ve göz yaşı olacağını bilemeden.

Derken sevdiğimizin asker yolunu bekledik günleri saya saya, takvimlere çentik ata ata. Özlem duyduğumuz şeyler arttıkça içimizdeki beklemelerimiz daha da koydu yüreğimize. Anne olmayı bekledik örneğin içten içe baskınlaşan o muhteşem duyguyla. Sonra okul yolunu bekler olduk, gözümüz saatte, kulaklarımız kapının zil sesinde. Seyahate çıkan eşimizi bekledik arzuyla, sevgimizi çoğaltan o sarılmalarınızı bekledik usulca.

Yaşımız kemale erdiğinde çocuklarımızın mürüvetlerini bekledik, yeniden bastıran çocuk özlemlerimizi torunlarımızda görmek, hissedebilmek arzusuyla. Ve yapamadığımız şeyleri bekledik yine de belki gün gelir yaparız umuduyla. İçimizde gel gitler olsa da, tüm yaşam kesitimiz bir film gibi önümüzden aksa da kanaat edip her şeylere sağlıklı olmayı bekledik son kalan ömür taşlarımızda.

Bir tek ölümü beklemedik belki kimbilir, bir tek bu dünyadan göçüp gideceğimiz o günü. Onca beklemelerin arasında bir tek onu taşıdık galiba yaşam hanemizdeki en ücra noktaya.

Beklediğimiz kadar belki de beklettik çevremizdeki insanları, en çok da sevdiklerimizi elde olan olmayan türlü nedenlerle. Bir özür bile dilemedik sırası geldiğinde o telaşlı koşturmaca içinde, akıl edemedik. Gönül kırdık kalp yaraladık belki de kimbilir farkında olmadan hep o bekleme, bekletme süreçlerinde.

Teknolojinin gelişmesiyle beraber beklediğimiz şeyler değişmedi belki ama yolları değişti bize çaktırmadan. Artık mesaj bekler olduk, mail bekler olduk sevdiklerimizden. Eskiden postacı yolu gözlerken artık elektronik posta servislerinin seslerine odaklandı kulaklarımız, cep telefonlarımızın o ahenkli sesiyle çoştu içimiz.

Bekledik bir şeyleri, bekledik kimilerini. Hiç umudumuz olmasa da karşılıksız sevgimizin karşılığını bekledik yıllarca. Yaşımız kaç olursa olsun arzu edilmeyi, beğenilmeyi bekledik. Ayrıldığımız kişinin yine bizi sevmesini, bize yeniden dönmesini bekledik kimselere söyleyemeden, hatta kendimize dahi açıklayamadan içten içe. Her ayın sonunu iple çektik çoğu zaman, yeni ayı görebilmek, maaşımızı alabilmek adına. Krizlerin, savaşların bitmesini bekledik.

En çok da mutlu olmayı bekledik belki kimbilir, aslında mutluluk içimizde, yanı başımızdayken ve biz onu hissedemezken.

Doludan koyup boşa, boştan koyup doluya bir türlü dolduramazken bekledik piyangodan, talih oyunlarından para çıkar umuduyla. Beklerken katık ettik umudu tüm yaşantımıza.

Beklentilerimiz azalmadı geçen yıllarla; arttı sayıları gerçekleştiremediklerimizle paralel olarak. Ama umutla beklemeyi hiç bırakmadık. Kimbilir belki de bu umut katkılı beklentiler bizi ayakta tuttu bunca yıl yıkılmadan yol aldık tüm engelli yokuşlarda.

Beklentilerin gerçekleştiği, umudun çoğalarak arttığı günlerinizin her zaman çok olması dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
21.02.2009

3 Eylül 2010 Cuma

SON BİR ŞANS



Herkes son bir şansı hak eder… Oldukça iddialı bir cümle farkındayım, üstelik yaşadıklarınızı şöyle bir düşününce terazinin size taraf yanının ağır bastığına inandığınız için çoğunuz buna pek katılmıyorsunuz biliyorum.


Ama son bir defa daha denemeye ve her ne olursa olsun son bir şans daha vermeye değer diyorum ben.

Kendimiz için.

Sonrasında ‘’keşke’’ yığınları arasında boğulmamak, içimizi rahatlatmak adına minicik bir adım bu sözünü ettiğim.

Daha önce yaşananların, iyi ya da kötü tam anlamıyla size ait anılarınızın güzel yanlarına bir artı daha eklemek adına. Karşınızdaki değil aslında siz hak ettiğiniz için. Yaratacağınız bu son şans sizin elinizde. Bir tek hamlenize bakıyor aslında. Yapacağınız sadece bir ‘’ merhaba’’ demek. Tüm üzüntülerinizi, tüm göz yaşlarınızı tecrübe hanenize katıp atacaksınız bu son adımı. Karşılığını görür ya da görmezsiniz önemli olan bu değil. Önemli olan o ilk adımı atmış olmanız. Olgunluğunuzun, bir şeyleri hazmetmiş olmanızın en güzel göstergesi…

Hem bilin ki bu güzel girişiminizin değeri o gün anlaşılmazsa bile, gün gelecek belki yıllar sonra ama bir gün mutlaka anlaşılacak. İşte o zaman aradan yıllar geçmiş olsa bile siz ’’ iyi ki’’ derken; o son şansı tek bir hamlede geri çevirenler varsa eğer ‘’keşke’’ diyecekler.

İçinizin huzuru yüzünüzde, gözlerinizde yansırken gülümseyecek ve kendi kendinizi kutlayacaksınız verdiğiniz o son şans için. Hele hele bir de karşılığını görmüşseniz değmeyin keyfine. Önünüze çıkan yol ayırımında kullandığınız tercihi en doğru şekliyle yapmışsınız demektir. Ama ‘’ hayır ‘’ yanıtı aldıysanız; hatta tamamen iyimser duygularla uzattığınız eliniz havada kaldıysa, çağrınız yanıtsız bırakıldıysa yine de gülümsemeyi unutmayın derim ben. Çünkü siz üzerinize düşeni fazlası ile yaptınız demektir gerisini düşünmek olmaz.

Bırakın bundan sonrasını onlar düşünsünler. Gün gelip pişmanlıkları arttığında, geceleri yastığa başlarını koyup vicdanları ile boğuştuklarında anlayacaklar sizin iyi niyetinizi. Ve aslında o son şansın ne denli kıymetli olduğunu…

Son şansı kendiniz için denediniz siz. Şimdi anılarınızın üzerini örtecek bembeyaz tülden bir örtünüz var; masum, şeffaf ve tümüyle size ait. Artık anılarınız içinizi acıtmayacak eskisi kadar, o bembeyaz tül üzerlerini örtüp saklayacak bir bir.

‘’Kendi hatalarını sahiplenmeye cesaretli ve onları onarmaya kararlı insanların sayısı ne kadar azdır.’’ Bu söz Benjamin Franklin’e ait. İşte biz kendimize bu son şansı vererek o az sayıdaki insanlar hanesine kendimizi ekleyebiliriz. Belki sadece hatalarımızı sahiplenerek, belki onları onarmaya da karar vererek. Ama mutlaka o son şansı kendimiz için kullanarak.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
14.11.2009

SOĞUKTUR ADLİYE KORİDORLARI



Soğuk, nedense hep soğuktur adliye koridorları… En sıcak yaz günlerinde bile o koridorlarda bulunuyorsanız eğer, içiniz bir başka ürperir. O bomboş duvarlar, o upuzun koridorlar boyunca dizilmiş sıra sıra odalar ve her birinin kapısından dışarıya sızarak havada uçuşan sorular, cevaplar... Birbirine derin düşüncelerle, merakla, hatta bazen de önyargıyla değen bakışlar, kamburu çıkmış bedenleri zar zor taşıyan ayaklar, maske iliştirilmiş gibi duran tümü asık suratlar…


Sabırsızca bekleyen kalabalıklar arasında aslında herkes yalnızdır kendince o soğuk koridorlarda. Öteye beriye serpilmiş çiçekler bile yetersiz kalır o boşluğu doldurmaya; aslında çoğu insan farkına dahi varmaz çiçeklerin her şeye inat yeşil kalma mücadelesine. Öylesine kendi içinde, öylesine kapalıdır ki algıları; hâkimin sorduğu soruları bir defasında anlaması zordur bu yüzden. Her şey bir film şeridi gibi önünden akıp gider sadece; kendisi başrol oyuncusu olsa bile seyircidir kendi nezdinde. Sorular cevapları, cevapsız kalan suskunluklar yeni soruları çağırırken birbiri ardına; bir gürültü yumağı sızar usul usul açık kalan her bir mahkeme kapısından dışarıya ve o soğuk koridorlara…

Haksızlıklar karşısında adalete sığınanlar; haklarını aramak için yıllarca mücadele verenler; her şeye rağmen kendi yaptığını haklı göstermek için çabalayanlar, haksızlıklarını ört bas edenler; suçlular, suçsuzlar, mağdurlar, katiller, hırsızlar bu işe mecbur koşulanlar herkes gelip geçmiştir oradan bir ya da birkaç kez hayatlarının bir döneminde.

Her zaman dediğimiz gibi, hayat sürprizlere her an gebe. Nerede, ne zaman ve nasıl bir olayla karşılaşacağımız tam bir muamma eski deyimiyle. Bugün hâkim karşısına çıkan eli kelepçeli bir suçlu nereden bilebilirdi ki bir sene önce böylesi bir durumla karşılaşacağını. Şu ya da bu nedenle, şu ya da bu şartlarla, biraz kaderinin biraz da yol ayırımlarında kendi verdiği kararların sonucunda bugün bu noktada işte.

Şu kapıdan duyulan cılız kadın sesi, kendini anlatmaktan ne kadar da aciz... Tek suçu yavrusunu korumak olan o eli öpülesi ana, şimdi azılı bir katil gibi elleri kelepçeli hâkim huzurunda. Hakkında verilecek kararla ise hiçbir ilgisi yok, çünkü aklı hala koruyamadığı yavrusunda, o son sahnede. Her an, her dakika onu yaşıyor; bundan sonrası ise onu zerre kadar ilgilendirmiyor. O yaşarken çoktan ölmüş kimseler fark etmiyor.

Peki ya evladının suçunu üstlenen o babaya ne demeli. Yavrusunu kucakladığında bilir miydi ki gün gelip mahkeme koridorlarında ite kaka götürüleceğini.

Şu birbirine kenetlenmiş çifte ne demeli. Göz bebeklerinden hala sevgi akıyor birbirine ama biraz sonra ayrılacaklar hâkim huzurunda. Böyle gerekiyor çünkü, severken ayrılmak kaderlerine yazılmış bir kere bekliyorlar sessizce…

Kederle yoğrulmuş, üzüntüyle harmanlanmış nice insan; kimi ayakta kimi sınırlı sayıdaki sandalyelere ilişmiş bekliyor sessizce. Birazdan mübaşir isimlerini okuyacak yüksek perdeden bir sesle azarlarcasına; ardından o minicik odaya alınacak; bir iki hızlı soru sonrası hakkındaki karar eline tutuşturulmuş bir halde kendini yine o soğuk koridorlarda bulacak. Şaşkın, ürkek ve çoğu zaman üzgün. O koridorlardan sevinçle çıkanların ya da adaletin yerini bulduğuna inananların sayısı o denli az ki fark edilmiyorlar bile.

Pek çok insan bir sonraki tarihe hem de aylar aylar sonrasına ertelenen yeni duruşma tarihleri ellerinde yürüyorlar o koridorlarda. İçlerinde isyanın körüklemeleri ile kaderlerine veryansın ederek hem de. Henüz “neden ben?” sorusuna cevap bulamazken, “ne zaman?” ve “nerede bitecek bu uzun yolculuk?” soruları ardı ardına beyinlerine üşüşürken.

Hayatın kötü sürprizlerini yaşamak zorundalar bir kez yapacak bir şey yok. Aslında biraz kaderlerinin, biraz da kendi seçimlerinin neticesinde bu noktadalar ve bu soğuk koridorları arşınlarken pek çok şeylerini geride bırakıyorlar farkında olmadan. Bazen yaşama sevinçlerini, bazen umutlarını, bazen de ömürlerini…

Kim bilir ne haykırışlar duyulmuştur, kim bilir ne isyanlara, ne gözyaşlarına tanık olmuştur; olmuştur da o yüzden bu denli soğuktur adliye koridorları. Ama unutmayalım ki, önümüze çıkan her engel yaşam koşullarımızı iyileştirmek adına bir fırsattır. Nedeni her ne olursa olsun içinizi ürpertecek o koridorlarda bulunursanız bir gün eğer, bu cümleyi önemseyin derim ben, olmaz mı?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
04.12.2009

ÇARESİZLİĞİN ÇARESİ OLSAYDI…



Anlatması, paylaşması zor duygulardan bir tanesi daha. Çaresizlik!..

Bazen öyle olaylar olur, öyle beklenmedik felaketlerle karşılaşırız ki içimiz bir başka sızlar. Üstelik bunu öyle derinden hissederiz ki sanki tüm hücrelerimiz bu duygumuzun etkisi altına girmiştir. Çaresiz olmayı, elimiz kolumuz bağlı kalmayı, hiçbir çıkar yol bulamamayı yaşarken kendimizi unutur gideriz. Hemen her birimiz hayatımızın bir döneminde bunu yaşadık ve yaşayacağız; belki az belki çok. Elbette kime göre?

Kıyaslama kabul etmez ki çaresizlik. Herkes kendince en ağırını yaşadığını hisseder. Bazen hastalıklar karşısında çıkıverir karşınıza, bazen maddi zorluklar tavan yapar, bazen hiç beklemediğiniz bir felaketle her şeyinizi yitirirsiniz, bazen beraber başlanan sevgi dolu bir yolda tek başınıza kalırsınız, bazen haberli bazen habersiz ama her zaman ÇARESİZ!

Dediğim gibi azı çoğu olmaz çaresizliğin. Gün gelir yaşadığınız birkaç dakikanın çaresizliği adeta ömrünüzden ömür götürür; gün gelir aylar, yıllar sürer bu duygunun size yaşattığı kabus.

Her şeylerden vazgeçersiniz o zamanlarda. Hiçbir yere sığamaz olursunuz; ne ayakta durabilirsiniz, ne oturabilirsiniz. Nefes alırken dahi göğsünüzde binlerce ton ağırlık varmışcasına bir ağrı hissedersiniz. Hiçbir şey oyalamaz, hiçbir şey teskin etmez sizi. Hatta ağlamak bile. Doludur içiniz dopdolu. Yaşadığınız birkaç dakika dahi olsa bir asır gibi gelmiştir size uzun upuzun.

Önceleri sizin için önemli olan ya da öyle olduğunu sandığınız pek çok şey anlamını yitirir, hatta hatırlamaz olursunuz bir kısmını. Çünkü o süreçte yaşadığınız çaresizlik her şeyinizi alt üst etmiştir. Bir şeyler yapmak, çaresizliğinizden kurtulmak istersiniz ama nafile. Ruhunuz çaresizliğe teslim olmuştur bir kere.

Evet kabul ediyorum paylaşmak, en azından yaslanacak bir omuz bulmak o anlarda en iyi çaredir ama ya yoksa? Ya en yakın sandıklarınız bile çok uzaklardaysa?

Varsın olsun, aslında biliyor musunuz çaresiz anlarınızdaki en iyi çare aslında sizsiniz. O anlarda tek başına ama dimdik ayakta ve güçlü olmanızı sağlayan kendi iradeniz. Şartlar ve koşullar sizi ne kadar zorlarsa zorlasın, hepsinin üstesinden kendi çabalarınızla geleceksiniz. Elinizdeki, avucunuzdaki yitip gitse de unutmamalı ki bir tek ölüme çare yok şu dünyada. Her şey gelir geçer; en geçmez sandığımız şeyler bile. Evet belki ufak tefek izler bırakır yüreğinizde ama olsun. Hayat kendine direnenleri sever ve kollar. Son anımıza kadar direnmek gerek, gücümüzün farkında olup ona sığınmak gerek.

“ Ya çaresizsiniz,

Ya da çare SİZSİNİZ “

Ben de pek çoğumuz gibi Nietzche’nin bu sözünü çok seviyorum ve doğru olduğunu her çaresiz anımda daha iyi anlıyorum.

Sevgiyle kalın, hiç çaresiz kalmayın.

Belgin ERYAVUZ
27.06.2009

FARKLI (SIRADIŞI) TERCİHLER…



Toplumsal gerçeklerimizden bir tanesi… Hep gizli saklı, hep kapalı kapılar ardında yaşanan; en yakındaki insanlardan bile gizlenen; söylenmesi ayıp,paylaşılması günah sayılan bir gerçek. Adeta bir tabu. Anneden, babadan, hatta hatta ileri yaşlarda eşten dahi saklanan; bastırılan bir değişim rüzgarı.


Her birimiz daha anne karnındayken değişik kodlarla, şifrelerle, bize özel kimsede bulunmayan, bizi biz yapan değerlerle donanıyor ve dünyaya öyle geliyoruz. Cinsiyetimiz, ten rengimiz, fiziksel özelliklerimiz, zekamız ve tüm insani değerlerimizle. Sonra aldığımız eğitimle, çevre koşullarının etkilemesiyle yoğruluyor şekil alıyoruz.

Ama bazen bu şekillenmede sıra dışı duygular olabiliyor insanda. Büyürken kendi bedenini, cinsiyetini tanımaya başladığı yaşlara geldiğinde; bazı şeylerin herkeslerdeki gibi olmadığını fark edebiliyor insan. Farklı istekler duyduğunu anladığında ise onun için kabuslar başlıyor. Bu farkındalık bazen doğal seyrinde ortaya çıkıyor; maalesef bazen de küçük yaşlarda gördüğü acımasızlığın etkileşimleri olarak beliriyor bedeninde. Hiç suçu günahı olmadığı halde; kendini bilmez, insani duygulardan tamamen uzak, yabanıl insanların günahını çekiyor. Ne acıdır ki çoğu zaman bu vahşi insanlar kendi yakınları, babası, amcası, akrabası bile olabiliyor.

Sonuçta ergenliğe adım attığında farklı istekler, farklı beğeniler beynini kemirmeye, onu yalnızlığın girdaplarına sürüklemeye başlıyor. Toplumsal baskının derinden hissedildiği bir yerde, tüm dışlanma ve kabul edilmeme riskine rağmen duygularını açıklama isteği duysa da bunu başaramıyor ve tüm bastırılmış arzuları ile yaşama bir yerlerden katılmaya, düzenini kurmaya çalışıyor. Belki doğru belki yanlış bir anlamda kendini mutlu etmenin yollarını arıyor.

Bizler çoğu zaman onların da insan olduğunu, onların da bizler gibi istekleri olabileceğini kabul etmiyoruz, edemiyoruz. Belki yakından tanısak, dertlerini, yaşadığı sıkıntıları bilsek bu denli acımasız olmaz; onları anlayabiliriz. Ama hayır, ne yazık ki bizler de o toplumsal baskının bir parçası oluyor ve onlara sırtımızı dönüyoruz. Farklı, sıra dışı, aykırı… bu tanımlamalarla dahi aslında kabul etmediğimizi dışa vuruyoruz.

Üstelik kendi ailemizde, kendi içimizde böylesi farklı duyguları olan birisi varsa, bu kişi kendi çocuğumuz dahi olsa ona yardım etmek şöyle dursun tamamen dışlıyor ve kendimizden uzaklaştırıyoruz. Hatta ondan utanıyoruz. Sevmek, anlamak, yardım etmek ya da sadece gözlerinin içine bakıp dinlemek yerine onu sevgisizliğe mahkum ediyoruz. Asla kabul edemediğimiz bu gerçekle karşı karşıya geldiğimizde değiştirmek adına uyguladığımız aşırı disiplin, baskı, şiddet, tehdit sonraları yerini işte bu sevgisizliğe bırakıyor. Yani bize göre sıra dışı tercihleri olan ama aslında kendisiyle sürekli bir iç savaş yaşayan, hayata nereden tutunması gerektiğini bilemeyen bu bireyi bir de biz mahkum ediyoruz. Peki neden? Onu yeterince anlamadığımız, anlamaya çalışmadığımız ya da sadece kendimizi düşündüğümüz için olabilir mi?

Kabul ediyorum, böylesi sıra dışı tercihlere sahip bir evladım olsaydı belki ben de çok ızdırap çekerdim ama onu asla sevgisiz bırakmazdım, bırakamazdım. İlk şoku atlattıktan sonra onu anlamak için elimden geleni yapar, her zaman arkasında olduğumu hissettirirdim.

Ne yazık ki içinde bulunduğumuz toplum bazen çok acımasız ve ön yargılı olabiliyor. Kaskatı kuralları ile insanların esnemesine, farklı düşünmesine olanak tanımıyor. Ve sırf bu nedenle pek çok gencin hayatı kararıyor, yine pek çok aile mutsuzluğa mahkum ediliyor.

Var olan sıra dışı tercihlerin değiştirilmesi için çabalayan aileler, aşırı baskıyla, tehditle bunu başaracaklarını sanıyor. En kötüsü de nasılsa ilerde vazgeçer düşüncesi ile evladını evlendiriyor. Peki ya sonrası? Sonrası… gazetelerde okuduğumuz, haberlerde duyduğumuz, ama pek çoğu gizli saklı gizli saklı kalan ilişkilerde ortaya çıkıyor. Mutsuzluk katlanarak artıyor. Günahsız insanlarda bu işin içine çekilerek hayatları boyunca kimseyle paylaşamayacakları bir sorumluluğun içine sürükleniyor.

Gelin düşüncelerimizi, bakış açımızı daha geniş yelpazeye yaymasını öğrenelim. Karşımızdaki kişileri önyargılarımızla değerlendirmeden önce onların depresif ve çaresiz

Kalmalarına göz yummadan daha duyarlı olmaya çalışalım. Ortada bir hata, bir suçlu aramak yerine bu durumu kabullenip; yaşamı hem onlar hem de kendimiz için daha kolay hale getirelim. Sırtlarındaki ağır yükü elimizden geldiğince hafifletelim. Onları çaresizliğe itmeyelim. Sevgimizle daha güçlü yarınlar yaratmak adına birazcık gayret edelim. Sonuçta biz bir şey kaybetmeyiz ama belki bir şeyler kazanabiliriz.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
18.05.2009
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...