31 Ağustos 2013 Cumartesi

ALGILAMA-YANILSAMA-GERÇEK… hangisi doğru?

Gözlerimiz… Bizim dünyaya açılan penceremiz…

Bakıyor ve görüyoruz şükürler olsun ki. Üstelik bununla kalmıyor; etrafımızdaki her şeyi fark ediyor, detayları inceliyoruz.

Hepsini de gözlerimizle yapıyoruz. Ama gözlerimizin de yanılabileceğini hiç düşünmüyoruz. Öyle değil mi?

Oysa ki gözlerimiz bir fotoğraf makinesi edasıyla belirli kurallar dahilinde çalışıyor. Beynimizle arasındaki uyum ise tek kelime ile muhteşem. Yakaladığı her görüntü karesini beynimize o kadar hızla ve ardı ardına yolluyor ki; biz hiçbir  şeyi kaçırmadan her şeyi gördüğümüze inanıyoruz. Ancak gördüklerimizin ne kadarı gerçek, ne kadarı yanılsama farkında değiliz. Bu çok derin bir konu, detayları ise her satırında insanı şaşırtacak kadar güzel bence. Sıkmadan, minicik detaylarla kendimce yorumlamaya çalıştım.

Göz yanılmalarına sebep olan aslında bizim kendi göz hareketimiz. Hani bazen bir resme bakarız ve onu hareket ediyor gibi algılarız ya. Sadece bu bile gözlerimizdeki algı gecikmesinin bir sonucu oluşuyor.  Yani belirli bazı şekilleri gerçekte olduğundan farklı görüyoruz. Bazı cisimleri küçük ya da büyük; bazı çizgileri eğri görmemiz gibi. Bu durumu uzmanlar  “göz aldanması” diye tanımlıyor.

Aslında gözümüz baktığını görüyor, beynimize de öyle iletiyor. Ancak beynimiz onu kendisine göre kabul ediyor.

*Örneğin; dümdüz uzun bir yola baktığımızı düşünelim. Yolun ilerideki kısımları sanki daralıyormuş gibi gelir bize. Hatta yol boyunca ağaçlar ya da çiçekler varsa onlar da  uzaklaştıkça küçülüyormuş gibi görünürler gözümüze. Aslında ne yol daralır ne de çiçekler küçülür.

*Şimdi de önümüzde iki dolap olduğunu düşünelim. Aynı büyüklükte olsunlar. Tek farkları renkleri. Birisi beyazken, diğeri daha koyu renkte olsun. Biz beyaz dolabı daha büyükmüş gibi algılıyoruz. Dar mekanları geniş ve büyük göstermek için beyaz rengin tercihi bu sebepten.

*Özellikle uzunlamasına çizgili elbiseyi tercih etme ve kilolarımızı saklamaya çalışma nedeni de bu göz yanılmasıyla aynı. Çünkü enlemesine çizgili giysilerin insanı olduğundan daha geniş ve kısa gösterdiği üzerinde tüm modacılar hem fikir.

*Dolunay zamanlarındaki ay hepimizin dikkatini çeker. Gökyüzünde asılıyken 
gözlerimize daha küçük göründüğü halde,  ufuk çizgisine yaklaştıkça daha büyük görünmesi de yine göz aldanması sonucu.

Örnekleri çoğaltmak mümkün elbette, bunlar ilk aklıma gelenlerdi. Gözümüzle uyum içinde çalışan beynimiz; bilinçaltımıza  müdahale ederken işte bizi bu şekilde yanıltıyor. Bunu nasıl mı yapıyor? Bilgi dağarcığımızda yer alan daha önceki örneklerle.

Pekiyi ya seraplar? Çok sıcak ülkelerde özellikle sıcak kumlarda ya da bazen denizlerde görülen ve yaklaştıkça ulaşılamaz hale gelen seraplar da aslında bir göz aldanması. Son derece kuvvetli güneş ışınlarının yeri güçlü bir şekilde ısıtmasıyla meydana geliyorlar. Kırılma indisindeki değişikliklerle, yere yakın hava tabakası bir ayna haline gelerek gökyüzünü yansıtıyor.
Bu yansıma o kupkuru çöl ortamında suya, denizlerde ise uzaktaki gemilere benzetiliyor. Ancak görüntülere ulaşmak adına ne kadar çabalarsanız çabalayın, sadece bir serap olarak kalıyor; eliniz bomboş dönüyorsunuz.

Göz aldanmalarına sebep olan pek çok etken var elbette. İşin derinlik boyutu ise en önemlilerinden. Üstelik ressamlar bu durumdan büyük ölçüde yararlanıyor. Özellikle perspektif çizimlerde eşyaların, cisimlerin ya da kişilerin duruşlarını bu esasa göre belirliyorlar. Yani bir anlamda; göz aldanmasını çizime aktarıyorlar.

Bir de görsel ilüzyon denilen, göz aldanmasının farklı bir boyutu var. İsmi ‘Ebbinghaus İlüzyonu’. 19. Yüzyılda Alman Psikolog Hermann Ebbinghaus tarafından keşfedildiği için bu isim verilmiş. Prensibi ise şöyle; ‘’Temelde AYNI boydaki iki obje; etrafındaki farklı objeler ile kıyaslandığı için FARKLI algılanır.’’ Bunu yaşantımız içinde belki de fark etmeden o kadar çok yapıyoruz ki aslında. Nasıl mı, bakın işte en bilinen örnek…

Elimize aynı büyüklükte iki daire alalım. Birbirine yakın olarak yerleştirelim. Sonrada birinin çevresine kendinden büyük daireler, diğerinin çevresine ise kendinden küçük daireler koyalım. Karşılarına geçip baktığımızda, dairelerin AYNI BÜYÜKLÜKTE olduklarını bildiğimiz halde; gözümüz, daha doğrusu beynimiz bizi yanıltır. Çevresinde küçük daire olanı daha büyük algılarız. Bile bile yanılmanın en tatlı örneği bence.

Aslında bu tarz göz aldanmalarını lehimize kullanmamız da mümkün. Neredeyse hepimiz yemek yerken tercih edilen görsel sunumun, doyma hissimiz kadar önemli olduğunu biliyoruz. Buradan hareketle aynı miktardaki yemeği iki farklı tabakta sunuma hazırladığımızı düşünelim.
Birinci tabak büyük olsun, diğeri de küçük. İçlerine aynı miktarda yemek pay edelim. Yine aynı miktarda oluğunu bildiğimiz halde büyük tabaktaki yemek görümüze daha az gelir. Eğer çok açsak ve duygusal anlamda da tatmin olmak istiyorsak elimiz ister istemez daha çok yemek olduğunu zannettiğimiz küçük tabağa yönelir. Hani eskinin deyimiyle midemizden önce gözümüzü doyurmak adına. Büyük tabağa yöneldiğimizde ise daha az ve öz yediğimiz hissi belirir. Son zamanların modası olan sağlıklı beslenme  fikriyle ilişkili olarak. Tercih bizim elimizde. Bizi, bilinçaltımızla aldatan beynimizi aldatma sırası bizde bence. Siz hangisini tercih edersiniz bilemedim ama; benim elim büyük tabağa giderdi.

Buna benzer durumlara lokantalar kadar, büyük mağazalarda da karşılaşmak mümkün. Tıpkı sunulan albenili tabaklar gibi, teşhir edilen ürünler de normalde olduğundan daha küçük ya da büyük gösterilebiliyor. Bu nedenle mağazalarda alış veriş yaparken dikkatli olmamızda fayda var. Örneğin mağazada 150 ekran bir TV bize normal gelirken, eve getirdiğimizde şaşırıyor; sanki yerinde inceleyen, boyutunu beğenen biz değilmişiz gibi hayrete düşüyoruz, öyle değil mi?

İşte bu tip uygulamaların varlığından haberdar olmak ve elbette farkında olmak hayatımızı biraz daha kolaylaştıracak diye düşünüyorum. Bir şeye bakarken, neden öyle olduğuna azıcık kafa yormanın, nedenini sorgulamanın ve biraz da dozunda meraklı olmanın faydaları…

Yine gözümüzün bu özelliğinden hareketle, fotoğrafçılıkta uygulanan bir teknik olan ‘optik ilüzyon’ dan bahsetmeden olmaz. Burada kullanılan bambaşka bir teknik. Ve örnekleri ile her göreni gülümsetecek türden. Güneşi kucaklayan çocuklar, dev bir elmayı kürekle kesmeye çalışan adamlar, gökyüzündeki bembeyaz bulutu pamuk şeker edasıyla yiyen insanlar, tek bir parmağı ile tonlarca yükü bana mısın demeden kaldıranlar, daha neler neler… hangimize hoş gelmez ki? Bu tür yanılsamalardaki teknik ise farklı odaklama yaparak; çok uzakta veya arka arkaya duran nesnelerin, yan yanaymış gibi fotoğraflanmasından ibaret diye açıklıyor uzmanlar. Bunların hepsi; bakması zevkli, çoğunlukla bizi şaşırtan ve yüzümüzde tebessümlere neden olan ilginç ve akıllıca tasarlanmış görüntüler.

Şimdi yeniden düşünelim isterseniz ALGILAMA-YANILSAMA-GERÇEK hangisi doğru?

Ben net cevabını veremedim. İsterseniz fazlaca uzatmadan; gelin son noktayı iki güzel yorumla yapalım. Bence artık sorumuzun cevabını alma zamanı.

İlki aynı zamanda bugünkü yazıma ilham olan, üzerinde biraz düşünülmesi gereken bir söz.

"Her gerçek bir yanılsama ve her yanılsama aslında bir gerçektir. ‘’

Ünlü Fransız yazar ve şair Rémy de Gourmont’e ait. Kendisi gerek düşünceleri, gerekse fikir ve yorumlarıyla Fransızların adeta sembolü olmuş.

İkincisi ise, ‘Gerçek Bir Yanılsama: Bilinç’ isimli kitabında bu konuyu derinlemesine inceleyen  Doçent Doktor Tevfik Alıcı’ya ait. Şöyle der yazarımız kitabının bir bölümünde; “ALGI kendi beynimizin ürünüdür ve beynimizde gerçekleşir, yani bir YANILSAMAdır. Öte yandan beynimizde algıyı oluşturan süreçler de bir o kadar somut ve gerçektir. Bu anlamda da ALGI GERÇEKtir. Bir başka deyişle, ne algıladıklarımız gerçeğin kendisidir, ne de gerçeğin kendisi bir yanılsamadır; ama ALGI GERÇEK bir YANILSAMAdır.”

Bu sözler üzerinde düşündüğümüzde, nedenlerini sorguladığımızda artan FARKINDALIĞIMIZla HAYATA daha farklı bir bakış açısıyla bakacağımıza inanıyorum. Yaşamın albenili renkleri içinde gördüklerimiz, gözümüzün aldanması ya da gerçek olsa da; önemli olan bize kattıkları elbette.  En özel, en güzel yanılsamalar ve ilüzyonlar hepimize tebessüm ettirecek nedenlerle gelsin hayatın içinden.

‘’MUTLULUK, herkes gibi yaşarken, kimse gibi olmamaktır.’’ der ünlü Fransız yazar Simone de Beavoir. Bu söz bana ne kadar da uyuyor. Çünkü yaşamın bunca zorluğu içinde biraz tebessüm edebilmek ve belki de herkes gülümsemeyi es geçerken, minicik bir detayı fark edip gülümsemek; hepimizin ruhuna sızan ışık gibi. Sizce de öyle değil mi?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.07.2013




26 Ağustos 2013 Pazartesi

ÖYLE BİR YÜREK YANGINI Kİ...

Beklemek, mantığın akıl sınırlarını zorladığı; nedenlerin niçinlerin bir hükmünün kalmadığı o AN'lar... Yıllar gibi uzun, zehirli bir kılıç kadar keskin...

Hiçbir suçunuz yoktur. İçiniz, vicdanınız son derece rahattır; çünkü kendinizden, yaptıklarınızdan eminsinizdir. Ama yakanıza yapışan, hatta zorla yapıştırılan o lekeyle savaşır halde bulursunuz birden kendinizi... Lekenin rengi bembeyaz olsa da; herkesin gri olduğu bir dünyada yine de sırıtır. Göze batar. İçinizden öyle haykırırsınız ki... En sağır kulaklar bile duyacaktır sanki...

Ama asıl duyması gerekenler duymaz. Asıl değerlendirecek olanlar; hem kör hem sağırdır savunmanız karşısında. Üstelik savunma da savunma olsa. Sadece iç sesinizi döktüğünüz sınırlı kelimelerle kendinizi anlatmaya çalışırken herkes öyle umarsızdır ki.
Kendinize, onurunuza, haysiyetinize, kişiliğinize ve her şeyden önemlisi kişiliğinize ve saygınlığınıza konduramadığınız pek çok acı kelime yapışmış kalmışken kulaklarınıza... Kolay değildir geceleri sakin uyuyabilmek.

Sizi yakınen tanımayanların, yaşadığınız gerçekleri tam olarak bilmeyenlerin duyarsız ve saygısız yakıştırmaları; toplum içinde sizi küçük düşürmeye yönelik girişimleri içinizi öylesine acıtır. O zorlu süreç ömrünüzden ömür törpüler adeta.

Oysa ki Montaigne Denemeler adlı eserinde bakın ne der?

‘’Aldatmaya ve aldanmaya en elverişli şeyler bilmediğimiz şeylerdir. Bir defa, görülmedik şeylere insan nedense kolay inanır; sonra da üzerinde konuşmaya, düşünmeye alışık olmadığımız için; bunlara kolay kolay da karşı koyamayız. Bu yüzden insan EN AZ BİLDİĞİ şeye EN ÇOK İNANIR. ‘’ Ne kadar doğru. Evet bilmiyoruz ve araştırmaya, doğru mu yanlış mı diye bakmaya gerek duymadan işin kolayına kaçıyor; hemen inanıyoruz. Oysa ki gerçekler tam tersi belki de. Ve sırf bu yüzden ne çok can yanıyor, ne çok canların ömründen ömür gidiyor farkında bile değiliz.

‘’Beklemek asırlar kadar zordur idam mahkumları için o son saatlerinde...’’ Öyle okumuştum bir romanın satırları arasında. Etkilemişti beni fazlasıyla. Şimdi düşünüyorum da, o ANI beklemek, o ağdalı süreci birebir yaşıyor olmak ne kadar da zor. Hem bekleyen, hem de yakınları ve sevdikleri için... azap saatleri misali.

Bu öyle bir yürek yangını ki seven kalpler için; tarif etmeye kelimelerin gücü yetmiyor. Bir yanda çaresizlik, bir yanda kızgınlık. Kızgınlığını kimden çıkarır ki insan böylesi zor zamanlarda? Kime isyan eder, kızar, bağırır ki? Hiç kimseye. Kendi iç sesiyle çarpışır sadece. Kendi kendisiyle yüzleşirken...

Dileğim o ki, kimseler yaşamasın; böylesi zor sınavlara tabi tutulmasın. Ama hayat bu işte. Kader dediğimiz, zorlanınca suçu üstüne yıktığımız o sınır çizgisinde her şey olacağına varıyor bir yerde.

Eliniz kolunuz bağlanıyor. Diliniz konuşamaz, sesiniz çıkmaz oluyor... Tüm kalbinizle, tüm içten dileklerinizle umutlarınıza sarılıyorsunuz sımsıkı. Bir gün ilahi adalet yerini bulacak diye. Sadece ve sadece ona güveniyorsunuz. Sessizliğin sesinde umutların çiçek açmasını bekliyorsunuz yine zerafetle, yine kalitenizi bozmamaya özen göstererek.

Fakındayım kırık dökük cümlelerim var bugün. Kırık dökük kalbimden yansıyan. Yaşanan haksızlıklara karşı üzgünüm kırgınım çünkü. Hayata değil elbette, insanların  yaşamak zorunda kaldığı haksızlıklara, yanlış anlaşılmalara, adaletsizliğe. Benim birebir yaşıyor olmam da gerekmiyor böyle hissetmek için. Biliyorum ki kalbinde sımsıcak sevgiyi her daim barındıran, hoşgörü ve empatinin o naif gölgesinde ‘ben’ duygusundan uzak olan herkes benimle aynı fikirde.

Şimdi ise, dünyamız insanca yaşamanın yollarını öğrenene değin; hayatın güzelliklerini saklamak, umutlara ve tebessümlere sahip çıkma görevi bizde. Ben bu görevi layıkıyla yapacağımıza, bunun için yüreklerimizde yer alan ve tüm sevgileri içinde barındıran CAN  sevgisinin yeterli olduğuna inanıyorum... Siz ne dersiniz? Görevimiz çok daha zor olsa da SEVGİMİZE inanıyoruz; her acıyı iyileştirecek kadar da güçlü olduğunu biliyoruz, öyle değil mi?

Yazacak, paylaşacak çok şey var elbette ama; gelin yine bize yakışanı yapalım. Zerafetle susarken sözü ilk okuduğumda çok sevdiğim dizelere bırakalım.

‘’Ben Susuyorum… Sen Biliyorsun…’’ diyor Saliha Malhun;

 Öfke ve kırgınlıklar hep bana
 Nurla aydınlanmış dimağ onlara
 Simsiyah bir gönül bana kalsın
 Ben susuyorum
 Sen biliyorsun…’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


05.08.2013

24 Ağustos 2013 Cumartesi

GÜLÜMSEYEN SAVAŞÇI ‘’ER WOJTEK’’

Hayvanlar alemi… gizemli, çekici, albenili ve rengarenk o kadar çok güzelliğe sahip ki… Yaşarken bizzat şahit olduklarımız bir yana, yıllar öncesinden bizlere kadar ulaşan masal tadındaki öyküler bir yana.

İşte bu yazım da onlardan bir tanesi. Gülümseten  gerçek bir yaşanmışlık öyküsü. Sevginin, sadakatin, vericiliğin, değer bilmenin güzel tınılarıyla dopdolu.

Şimdi biraz geçmişe uzanalım. İkinci Dünya Savaşı yıllarına… konuğumuz henüz minicik yavruyken annesinden ayrı düşen ve İran-Hamadan yakınlarında küçük bir çocuk tarafından bulunan Suriyeli boz bir ayı. 

Hani biz insanların kaba davranışlar karşısında sinirlendiğimizde; hiç fütursuzca ağzımızdan çıkıveren o üç harfli kelime. Ya da değerli sanatçı Barış Manço’nun hepimizin beynine ince bir nükte ile nakşettiği  A-Y-I .

İkinci Dünya Savaşında Polonyalı askerlere yardım eden, düzenli cephane taşıyan ve sonrasında heykeli dikilen ER WOJTEK ‘ de  sadece bir ayı. Ama öyle sıradan değil. Çünkü tarihin sayfalarından süzülerek gelen ilginç öyküsü ile yazımızın da gerçek kahramanı. Askerlerle beraber yaşamaya başladığında aldığı Slav  İsmi ise oldukça anlamlı; ‘’gülümseyen savaşçı ‘’ demek.

Savaş ve gülümsemek… her ne kadar birbiriyle çelişiyor gibi görünse de; hayatın  özellikle olumsuz anlarında, bizleri gülümsetecek minicik detayların olduğunu bilmek ve hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum.

İsterseniz o masalsı öykümüzü daha fazla bekletmeyelim. Önce o zamanların tarihinden  kısa detaylar…

Yıl……1944  İkinci Dünya Savaşı yılları

Savaşın ismi…. Monte Cassino

Yer…... Orta İtalya'da, Roma'nın 90 km güneydoğusunda; Monte Cassino manastırının da tepesinde bulunduğu dağlık bir alan.

Katılan ülkeler… Amerika, Almanya, İngiltere, Polonya, İtalya, Yeni Zelanda, Kanada.

Özelliği… İkinci Dünya Savaşı'nın neredeyse en uzun ve kanlı savaşlarından bir tanesi.

En trajik yanı… tarihi Katedralin yok edilmesi; Monte Cassino Kasabası’nın moloz yığını haline gelmesi ve maalesef her savaşta olduğu gibi binlerce kayıp can.     

Savaşın galibi… eğer acımasızlığın, cana kıymanın bir galibi varsa Polonya (General Wladyslaw Anders komutasındaki 2.Polonya Kolordusu) 

Şimdi gelelim bizim güzel sevimli yavru ayımızın öyküsüne… bakın bu savaşa nasıl katılmış, yaptığı yardımlarla adının tarih sayfaları  arasında yer almasını, bilmeden nasıl sağlamış?

1942 yılında, annesi vurulduğu için tek başına kalan yavru ayıyı bulan çocuk; onu birkaç konserve et karşılığında Polonya ordusunun askerlerine satar. Başlarda yutma sorunları yaşayan yavru, boşaltılmış votka şişesine konan sütle askerler tarafından ihtimamla büyütülür. Biraz büyüdüğünde ise meyve, marmelat, bal ve pekmezle beslenir. Geçen zaman içinde güreşmeyi ve selam vermeyi öğrenir. Ve yaptığı güzel hareketler karşısında ödül olarak bira içmek en büyük keyfi olur. Bu arada sigaraya da alıştırılır; ancak yakılarak verildiğinde içer; yakılmadan eline tutuşturulduğunda ise çiğnemeyi tercih eder. İşte tüm bu özellikleri ve sevimliliği ile kısa sürede askeri birimlerin resmi olmayan maskotu haline gelir.
Bulunduğu birlikteki askerlerle beraber  Suriye, Filistin ve Mısır üzerinden Irak'a gider. Artık büyümüştür ve birliğin hem neşesi hem de en sadık yardımcısı olmuştur. İngiliz 8. Ordusu ile savaşmak için yola çıkan Polonya Ordusu'na seçilir. Resmi bir rütbe ve numara ile 22. Topçu Tedarik birliğindeki  askerler arasındaki yerini alır. Bakımı Henryk Zacharewicz ve Dymitr Szawlugo isimli iki Polonyalı askere verilir.

Hep beraber savaşın tam göbeğinde, Monte Cassino’dadırlar artık. Birliğin resmi bir üyesi olarak kabul edilen Wojtek; askerlerle beraber çadırlarda yaşamaya ve mühimmat taşınması sırasında onlara yardım etmeye sadakatle devam eder. Havan toplarına ait olan, özel ahşap sandık içindeki ağır mermileri dev pençeleri ile tek tek taşır. Üstelik tek bir tanesini dahi yere düşürmeden görevini layıkı ile yerine getirir. Bu görüntüsü ile üyesi olduğu 22. Topçu Tedarik alayının resmi amblemi olur ve ölümsüzleşir.

Nihayet 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı sona erer. Yıllar içinde iri cüssesi ile tam bir asker gibi hareket eden Wojtek, bağlı olduğu birimle İskoçya’ya nakledilir. Bir süre Duns yakınlarındaki  Hutton köyünde misafir edilir.

Dönüşünden sonra yaptıkları ile basında yer aldıkça popülerliği artar. Özellikle BBC’nin Blue Peter programına sık sık konuk olur. Polonya İskoçya Derneği’nin onursal üyeliğine seçilir. 15 Kasım 1947 tarihinde terhis edilir ve Edinburgh Hayvanat Bahçesi'ne verilir. Onu ve yaptıklarını unutmayan pek çok gazeteci ve Polonya’lı asker arkadaşları tarafından ziyaret edilir. Tam 22 yaşında, Aralık 1963’de hayata gözlerini yumar.  Öldüğünde yaklaşık 230 kilo ağırlığında ve 6 metrenin üstünde bir boya sahiptir.

Edinburg Hayvanat Bahçesi’nde bir taş tabletle ismi sonsuzluğa emanet edilirken; Londra Sikorksi müzesine oyma heykeli konur. Aynı müzede 6 Ekim 2010 tarihinde anısına düzenlenen bir aylık  sergide katılımcılar tarafından yeniden yaşatılır. Son olarak 25 Nisan 2013 tarihinde Edinburgh’ daki bir parkta, heykelinin dikilmesine karar verilir.

Mizah yönüyle de hayli dikkat çekici olan bu inanılmaz gerçek öyküden bir de film yapılır. ‘’Wojtek-The Bear That Went to War’’ ismiyle 30 Aralık 2011 tarihinde, BBC2 İskoç ortak yapımı olarak çekilir ve vizyona girer.
İşte minicik bir boz ayının yaşam öyküsü…

Savaşın o tatsız günlerinde askerlere hem renk hem de güç katan, hayvan demeye zorlandığımız Wojtek…

Satırlarıma başlarken sevgi ve sadakatten dem vurmuştum. Bana hak verdiğinizi ve bu güzel öyküyü en az benim kadar sevdiğinizi umuyorum. Zor şartlar altında tutunacağımız nadide güzellikleri hep fark edebilmemiz ümidimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.07.2013



17 Ağustos 2013 Cumartesi

BU SEVGİNİN ADI YOK

‘‘Bazen tek ihtiyacımız olan, bir el ve bizi anlayacak bir yürektir!’’ der Can Yücel ve devam eder; ‘’ “Çünkü hayat; birinin tüm kalbiyle senin yanında olduğunu bildiğinde güzelleşiyor.” Ne kadar güzel öyle değil mi? Sade ve net.

Yürekteki sevgilerle doğuyoruz, onlarla şekilleniyor ve büyüyoruz. Sevginin o naif dokunuşları ile hayata sımsıkı tutunmanın yollarını da yaşayarak, paylaştığımız sevgilerle öğreniyoruz.

Sevginin sıcaklığı, pırıltısı, o insanın kalbini bir tüy kadar yumuşacık yapan tınısı öyle güzel ki… Sevebilmek, karşılık beklemeden sevgiyle bakabilmek; hayatın sert yönlerini yok eden bir tılsım gibi adeta. Hele bir de karşılığı geliyorsa, sevgiler paylaşıldıkça gökkuşağının her bir rengi ayrı bir albeni ile açılıyor kalbimizde. Sizce de öyle değil mi?

Sevgiyle ilgili çok yazı yazdım ama bu sefer ki SEVGİNİN ADI YOK. Öylesine geniş ki yelpazesi, içinde hepsinden bir parça var…

Tam bu düşüncelerle yoğrulurken buluverdim hislerime tercüman olan şarkıyı. Şimdilerde sıkça çalınan bir parça. Gökhan Tepe söylüyor. Sözlerine takıldım kaldım ben.  Sevgiyi, aşkı öyle naif anlatıyor ki…

‘’Al beni yeni baştan yaz
 Cümleler kurup hayata dolduralım
 Her gece nefesinle uyut
 Saati kurup zamanı durduralım
 Aklıma gelince ağlarım, gülerim
 Kendime zor günler geçmiş kutlayalım
 İstersen ADINI HİÇ KOYMAYALIM
 Nazarlardan korusun diye Allah
Yıllarca başımız bir yastıkta birlikte yaşlanalım
 İstersen adı aşk olsun diyelim
 Zor günler bize ders olsun güzelim
Her sevene nasip olmazmış böyle kıymetini bilelim.’’

Evet tam da şarkıdaki gibi adını koyamadım ben. İster aşk olsun, ister sevgi, ister tutku, ister alışkanlık, isterse sadece beğeni. Her haliyle öyle güzel ki hissettirdikleri. Hiç tanımadığınız, hiç kucaklaşmadığınız ama varlığından mutlu olduğunuz kalpler de var bu sevginin içinde; bir fırsatını yaratıp buluştuğunuzda ve sımsıkı kucaklaştığınızda sanki senelerdir tanıyormuş gibi hissettikleriniz de.

Kimliklerin, yaşın, cinsiyetin, mevkinin ya da statünün yeri ve önemi yok bu sevgide.
Öyle naif bir gönül zenginliği ki… belki de o yüzden bu sevginin adı yok. Ve adını koyamadığınız bu sevgiyi paylaştıkça  kabınıza sığamaz oluyorsunuz. Daha çok kişiye ulaşıp daha çok kalbe dokunmak; o engin sevgi denizinde hiç nefes almadan kulaç atmak; dokunduğunuz her yeni kalbin sıcaklığında soluklanıp; artan enerjinizle dur durak bilmeden hep var olmak istiyorsunuz.

Gönül gözünüzün gördüğü, dokunmadığınız halde hissettiğiniz, dokunduğunuzda kalp sesinizin sizi yanıltmadığı; kadife gibi yumuşacık bir sevgi denizi. Öyle büyük ki… içinde gönlü güzel herkese yer var. Yeter ki isteyerek, karşılık  beklemeden, sevgiyle el uzatsınlar. İşte o vakit saati kurup zamanı dururuz belki de tıpkı şarkıdaki gibi. Sadece kalpler, sadece tebessümler konuşur. Sevginin o doyumsuz sıcaklığı bir güneş kadar yakarken teninizi. Olsun varsın yansın tenimiz, bağrımız… Kalbimizin ritmi hayata yön veriyorken, hayatın zorluklarına rağmen sevgi en güzeli değil mi? Ben buna inanıyorum ve her zor anımda hep sevgimin engin mavi denizine sığınıyorum.

Sevgi hep var olsun, var olsun ki dünyamızda ve güzel ülkemizde hoşgörünün, anlayışın, empatinin o efil efil serinliğinde yaşamanın keyfine varalım. Hayatın anlamına anlam katan böylesi özel bir duygu varken savaşmak, didişmek, kavga edip, kalp kırmak niye? Birbirimizi anlamak bu kadar zor değilken, kendi kendimize yaratmaz mıyız o zorluğu aslında? Ben diyerek, hep bana diyerek, bir türlü doymayarak; empati yapmaktan bucak bucak kaçarken, kulaklarımızı açıklamalara tıkayarak yapmaz mıyız bunları? Ne canlar yanar bizler gözlerimizi kapatırken ya da tabirimi maruz görün ne olur deve kuşları gibi başımızı kuma gömerken… yazık değil mi canlara, sevgiye hasret kalplere… gelin durduralım hepsini sımsıcak sevgimizle. Var mısınız?

Yazıma, şiirlerini çok sevdiğim Can Yücel’in anlamlı sözleri ile başlamıştım. Kapanışı ise yine sevdiğim bir başka şairin sözleri ile yapalım istedim. Şöyle der Cemal  Süreyya içimizdeki o fırtınalara ses olurcasına;

‘’Yeter, aklından çıkar artık onu’’ diyor kimileri. ‘’Siz de aklınızla değil de yüreğinizle sevseydiniz anlardınız beni.’’

Yürekteki SEVGİLERİMİZ ve sevgi dolu YÜREKLERİMİZ daim olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.08.2013



12 Ağustos 2013 Pazartesi

DİLEĞİM GERÇEK OLSUN ( 2 / 2 )

Şimdi sırada günümüzden bir öykü var…

Sadece dakikalara sığdırılan bir mini filmden söz ediyorum. Orijinal ismi ‘’My shoes’’ yani ‘’Ayakkabılarım’’. Biliyorum ki pek çoğumuz netten izledik, sonunda verdiği derse ise hayran kaldık. Ama ben bu manidar öyküyü yazıp paylaşmadan geçemedim. Belki görmeyenler, denk gelmeyenler vardır diye…

Film güzel bir bahar günü bir parkta başlıyor. Hava mis gibi, güneşli. Arka fonda duyulan kuş cıvıltıları adeta hayatın güzelliklerine dikkat çekmek istiyor. Mutlu olan insanların sesleri ve kahkahaları eşliğinde bir  çocuğun sadece sallanan ayaklarını görüyoruz önce. Ve dikkatimizi son derece harap haldeki  spor ayakkabılar çekiyor. 
Derken bu ayakların sahibinin dokuz-on yaşlarındaki bir oğlan çocuğu olduğunu fark ediyoruz. Bir bankta oturuyor, üstü başı perişan halde. Güzel yüzünden düşen bin parça adeta. Oldukça düşünceli, mutlu değil belli ki. Ona bakarken gözlerinden gözlerimize hüznün o kırık tadı bulaşıyor adeta. Derken bankta oturup ayak sallamaktan bıkmış halde kalkıyor ve parkta yürümeye başlıyor.

Zor yürüyor çünkü ayakkabılarının önü açılmış, neredeyse parmakları yere değdi değecek. Parktaki mini nehrin üzerindeki köprüye doğru geliyor, tam ortasında duruyor ve aşağıya bakıyor. O anda kimbilir aklından neler geçiyor.
Parkın bir diğer köşesinde ise bambaşka bir hayat bizi bekliyor. Yine bankta oturan hemen hemen aynı yaşlardaki başka bir oğlan çocuğunda sıra. Ancak bu çocuk mutlu  ya da biz uzaktan öyle sanıyoruz. Çünkü yüzünde öyle masum ve tatlı bir tebessüm var ki…. Sakince etrafını inceliyor. Üstü başı tertemiz, spor ayakkabıları ise yepyeni.

İşte bu iki güzel çocuğun yolları o bankta kesişiyor. Mutsuz çocuk bankta oturan çocuğu görüp bankın en ucuna ilişiyor. O anda etrafa mutlu tebessümler atan çocuk bir arkadaş bulmanın sevinciyle hemen el sallıyor. Mutsuz çocuk ise kıyafetinden, ayakkabılarından o denli rahatsız ki… gözlerini mutlu çocuğun yepyeni ayakkabılarından bir türlü ayıramıyor. Bir kendine bir ona bakıyor. Bir kendi eski yırtılmış ayakkabılarına, bir onunkilere. Bakıyor… bir daha bakıyor… ve selam dahi veremeden, kaçarcasına banktan uzaklaşıyor.

Biraz ilerde bir ağacın dibine bağdaş kurup oturuyor.  Çocuk bu ya, kendini oyalayacak şeyler bulmak onlar için hiç de zor değil elbette. Hemen yırtık ayakkabılarını çıkarıyor. Ellerini içinden geçirip karşılıklı konuşturmaya başlıyor. Adeta iç sesi dile geliyor. Neden bu halde olduğunu sorguluyor kendi kendine. Etrafındaki çocuklar her şeye sahipken, pırıl pırıl kıyafetler ve ayakkabılar giyerken kendisi neden bu halde? Sorduğu soruya cevabı ne yazık ki yok. O anda elindeki tek gücü kullanıp tüm kalbiyle bir dilek diliyor. Dileği ise, biraz önce bankta gördüğü çocuk gibi olmak. Tertemiz kıyafetlere ve yepyeni bir ayakkabıya sahip olmanın mutluluğunu yaşamak.  Gözlerini yumuyor ve bu dileğini içinden defalarca tekrarlıyor.

Ve sonuç… dileği gerçekleşiyor. Artık o bankta oturan, tertemiz kıyafetlere ve elbette o güzel spor ayakkabılara sahip olan çocuk kendisi.  Gözlerini açtığında gördüğü değişime çok mutlu oluyor. Şaşkın gözlerle kendisini, kıyafetlerini, özellikle de ayakkabılarını inceliyor.

İşin ilginç yanı, diğer taraftaki çocuk da çok mutlu. Hiç de yepyeni kıyafetlerini, güzelim ayakkabısını kaybetmiş gibi durmuyor. Tam tersine üstünün perişanlığına, yırtık ayakkabılarına hiç umursamıyor. Üzülmüyor. Tersine gülüyor, kahkaha atıyor, koşuyor, ağaçların etrafında dolanıyor, zıplıyor, adeta hayata yeniden gelmiş gibi…

O anda henüz şaşkınlığını üzerinden atamayan dilek sahibi çocuğun yanına annesi geliyor, geç kaldığı için özür dileyerek. Ancak yanında boş bir  engelli sandalyesi var. Durumu kavramakta güçlük çeken çocuk işte o anda bacaklarına dokunuyor, ayaklarını hissetmiyor. Ve engelli sandalyesinin kendisi için olduğunu anlıyor. 

Annesinin yardımıyla arabasına oturuyor, parkta gezintiye çıkıyor. Kendi yerine geçen çocuk hoplayıp zıplamaya devam ederken; kendisi ne yazık ki istediği şeylere sahipken mutlu olamıyor. Nasıl olsun ki? O ana değin farkına dahi varamadığı ayaklarını kaybediyor; sonunun nereye varacağını bilemediği dileği sayesinde. Üzülüyor elbette, pişmanlığı çok uzaklardan bile fark ediliyor; ancak iş işten geçiyor. Bir dilekle beraber belki de çocukluğunu, heyecanını, sağlığını kaybediyor.

İşte ikinci öykümüz de böyle bir sonla bitiyor ve insanın içini burkuyor. Ancak, ilk öykümüzdeki gibi sonunda öyle güzel dersler çıkıyor ki. Hemen aklıma gelenler;

*elimizdekilerin kıymetini bilmenin ve her şeye şükretmenin önemi,

*hiç bir şeyin dışardan göründüğü gibi olmadığı gerçeği,

*dileklerimizi dilerken ne denli dikkatli olmamız gerektiği,

Hayat acısıyla tatlısıyla bize sunulmuş değerli bir armağan. Başkalarına özenmek, onların yerinde olmak istemek; her şeye rağmen dilekte bulunmak bizi her zaman mutlu etmeyebilir.

Tıpkı Tebrizli Şems’in dediği gibi ‘’olduğu KADAR, olmadığı KADER‘’ hesabı çok zorlamadan, biraz akışta kalmak da bazı zamanlarda gerekli galiba.

Düşüncelerimize, duygularımıza ve DİLEKLERİMİZE dikkat etmemiz hayatımızın şekillenmesinde, mutluluğumuzda çok önemli. Bunu hiç unutmamak gerek. En güzel dilekler bizleri mutlu edecek renklerde karşımıza çıksın. Sonunda elimizdekileri kaybetmeden, beklediğimizden daha da mutlu olduğumuzu fark edelim yeter ki…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.07.2013






DİLEĞİM GERÇEK OLSUN ( 1 / 2 )

Son zamanlarda ne çok duyar olduk ‘’dileklerine dikkat et, gerçek olabilir’’ cümlesini, öyle değil mi? Dilek bu adı üstünde. Üstelik gönülden öyle çok istiyoruz ki olmasını. Pekiyi ama kalbimizden geçirdiğimiz dileklerimizde ne kadar dikkatliyiz? Hiç düşündünüz mü? Ve neden dikkat etmemiz gerektiğini?

Düşüncelerimize, duygularımıza dikkat etmemiz gerekli, çünkü davranışlarımıza yansıyor. Yarınımızı belirliyor. Bunu artık biliyoruz. Ama ya dileklerimiz… hele bir de hayallerimizle süslenince ucu bucağı olmuyor sanki. Bu çok güzel elbette, insan hayal ettiği; bir şeyler dileyip, onlara ulaşmak uğruna cesurca mücadele verdiği ölçüde zenginleşiyor hayatın içinde. Her yakaladığı hayalle yenilerine yelken açıyor üstelik. Hayatın keyfi de bununla daha katmerleniyor.

Ancak dilek dilerken, bir şeyi çok isterken; önüne arkasına, sonucunda ne getireceğine dikkat etmezsek elimizdeki bazı güzel değerleri de kaybetmemiz an meselesi. Hani ne olursa olsun sahip olmayı istemek; o kimliği, o şekilde yaşamayı her şeye rağmen arzulamak… işte bu doğru değil. Çünkü o çok istediğimiz şey belki de bizim için hayırlı değil. Belki de sahip olduğumuz anda pişman olacağız. Çünkü arkasından ne geleceğini, o dilekle neler yaşayacağımızı bilemiyoruz. Bu nedenle körü körüne istemek, ‘o dileğim hele bir olsun ben mutlu olmanın yolunu nasılsa bulurum’ diye ısrarla üzerine gitmek yanlış.

Üstelik gün gelir; olmayan dileklerimiz için kendimize kızar, ne kadar şansız olduğumuzdan dem vururuz ya. O anda o dileğin olmamasının bizim için daha hayırlı olabileceğini hep göz ardı ederiz. Ya da hemen olmaz, bir süre beklememiz gerekir. Belki aylar belki yıllar sürer bu bekleyiş. Vakti saati ne zaman gelecek bilemeyiz. Öyle değil mi? İnsan ancak geriye dönüp baktığında nelerin neden olmadığını, neden geç kaldığını, ya da hemen gerçekleştiğini o kadar iyi anlıyor ki… sabırla bekleyebilmek en güzeli elbette.

Gerçi eskilerden kalma güzel bir alışkanlıkla pek çoğumuz bir dilek dilerken ‘hayırlısıyla ‘deriz ya. O minicik tek kelime, belki de bizi koruyan tek kalkan; bilmeden ağzımızdan çıkıveren. Gerçekten de dilekler, hayaller… Her ne var ise yürekten istediğimiz, dualarımıza eşlik ederken dile getirdiğimiz; hepsinde ‘’bizim için hayırlısı ise olsun, hayırlı gelemeyecekse olmasın.’ demek en güzeli. Eminim siz de bana katılacaksınız. Özellikle aşağıda paylaşacağım örneklerden sonra.

Önce tarihin o eski hikayesini hatırlamayalım mı? Hani her tuttuğu  altın olan Kral Midas’ı? Gerçek yaşamı da anlatılanlar kadar manidar aslında.

Kral Midas, yaşamı ve ölümü üzerine mitolojiler yazılmış efsanevi Frigya kralı. Bazı kaynaklara göre; başkent Gordion’un kurucusu ve ilk kralı sayılan Gordios’un oğlu. Babasının Ana Tanrıça ile birleşmesinden doğmuş, şarap Tanrısı Dionysos’a bağlanmış, onun birçok bağışına konu olmuş.

Ancak yaşamı acılar içinde geçen bir kral ve kulaklarıyla ünlü. Anne karında yakalandığı çok nadir görülen bir hastalıkla dünyaya gelen Midas, asimetrik kulak yapısıyla dikkat çeker. Yani bir kulağı yukarda diğeri ise ona göre oldukça aşağıdadır. Ayrıca geçirdiği hastalık kafatasında da belirgin izler bırakır. Bu durumundan utandığı için, kulaklarını uzattığı saçlarıyla ya da şapkayla hep gizleyen Midas, ne yazık ki kral olduktan sonra bile hakkında çıkarılan dedikodularla baş edemez. Çünkü Midas’ın herkesten saklamaya çalıştığı kusuru, berberinin sır saklamak konusundaki çaresizliğiyle açığa çıkar. Kendisine hayli ağır gelen sırrı, bir gün toprakta kazdığı bir kuyuya söyleyip rahatlamayı seçen berberi; bilmeden kralının ömrü boyunca üzülmesine sebep olur.

İşte ilk dilek örneğimiz bu kraldan geliyor, buram buram mitolojik esintiler eşliğinde…
Günlerden bir gün Kral Midas, yaşlı Silenos’ u huzurunda bulur. Silenos mitolojide üstü yassı burunlu, kocaman göbekli; altı ise teke şeklinde resmedilir. Akıllı ve bilge bir kişidir. Efsaneye göre eğlence ve şarap Tanrısı Dionysos’u esas yetiştirendir. Ve alayın simgesidir. Kral Midas, Silenos’u görür görmez tanır. Sarayında krallar gibi ağırlar. Sonra da beraberce Tanrının huzuruna giderler.

Yaşlı Silenos’u karşısında gören ve iyi bakıldığını öğrenip çok sevinen Dionysos, kraldan bir dilek dilemesini ister. Kral Midas düşünür ve her dokunduğunun altına dönüşmesinin onu çok mutlu edeceğine karar verir. Dileği anında yerine getirilir. Artık kral neye elini atsa onu altın yapabilme gücüne sahiptir. Başlarda bu durumdan son derece mutludur. Ancak kısa sürede dileğinin boyutunun nelere sebep olduğunu görür. Çünkü elini attığı her şey anında altına dönüşür. Bir anda tüm düzeni bozulur. Aç kalır, yumuşak yatağından, yastığından olur, uykusuz kalır. Derken bu üzüntüyle çok sevdiği kızına sarılıp onu da altına çevirince; büyük bir pişmanlıkla Tanrının huzuruna çıkar ve dileğinin geri alınması için yalvarır. Haline acıyan Tanrı kralın çaresizliğini görür ve isteğini kabul eder. Dileğinden kurtulması için Sardes kentine gidip, Paktolos çayında yıkanmasını söyler. Kral denileni hemen yapar. Irmakta yıkanır, dileğinden kurtulur eski haline döner.

Pekiyi ya dönmeseydi? Zengin olmayı hayal ederken hayatından da olacaktı, öyle değil mi? (devamı çarpıcı bir örnekle beraber 2/2 ‘ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.07.12013


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...