26 Ağustos 2013 Pazartesi

ÖYLE BİR YÜREK YANGINI Kİ...

Beklemek, mantığın akıl sınırlarını zorladığı; nedenlerin niçinlerin bir hükmünün kalmadığı o AN'lar... Yıllar gibi uzun, zehirli bir kılıç kadar keskin...

Hiçbir suçunuz yoktur. İçiniz, vicdanınız son derece rahattır; çünkü kendinizden, yaptıklarınızdan eminsinizdir. Ama yakanıza yapışan, hatta zorla yapıştırılan o lekeyle savaşır halde bulursunuz birden kendinizi... Lekenin rengi bembeyaz olsa da; herkesin gri olduğu bir dünyada yine de sırıtır. Göze batar. İçinizden öyle haykırırsınız ki... En sağır kulaklar bile duyacaktır sanki...

Ama asıl duyması gerekenler duymaz. Asıl değerlendirecek olanlar; hem kör hem sağırdır savunmanız karşısında. Üstelik savunma da savunma olsa. Sadece iç sesinizi döktüğünüz sınırlı kelimelerle kendinizi anlatmaya çalışırken herkes öyle umarsızdır ki.
Kendinize, onurunuza, haysiyetinize, kişiliğinize ve her şeyden önemlisi kişiliğinize ve saygınlığınıza konduramadığınız pek çok acı kelime yapışmış kalmışken kulaklarınıza... Kolay değildir geceleri sakin uyuyabilmek.

Sizi yakınen tanımayanların, yaşadığınız gerçekleri tam olarak bilmeyenlerin duyarsız ve saygısız yakıştırmaları; toplum içinde sizi küçük düşürmeye yönelik girişimleri içinizi öylesine acıtır. O zorlu süreç ömrünüzden ömür törpüler adeta.

Oysa ki Montaigne Denemeler adlı eserinde bakın ne der?

‘’Aldatmaya ve aldanmaya en elverişli şeyler bilmediğimiz şeylerdir. Bir defa, görülmedik şeylere insan nedense kolay inanır; sonra da üzerinde konuşmaya, düşünmeye alışık olmadığımız için; bunlara kolay kolay da karşı koyamayız. Bu yüzden insan EN AZ BİLDİĞİ şeye EN ÇOK İNANIR. ‘’ Ne kadar doğru. Evet bilmiyoruz ve araştırmaya, doğru mu yanlış mı diye bakmaya gerek duymadan işin kolayına kaçıyor; hemen inanıyoruz. Oysa ki gerçekler tam tersi belki de. Ve sırf bu yüzden ne çok can yanıyor, ne çok canların ömründen ömür gidiyor farkında bile değiliz.

‘’Beklemek asırlar kadar zordur idam mahkumları için o son saatlerinde...’’ Öyle okumuştum bir romanın satırları arasında. Etkilemişti beni fazlasıyla. Şimdi düşünüyorum da, o ANI beklemek, o ağdalı süreci birebir yaşıyor olmak ne kadar da zor. Hem bekleyen, hem de yakınları ve sevdikleri için... azap saatleri misali.

Bu öyle bir yürek yangını ki seven kalpler için; tarif etmeye kelimelerin gücü yetmiyor. Bir yanda çaresizlik, bir yanda kızgınlık. Kızgınlığını kimden çıkarır ki insan böylesi zor zamanlarda? Kime isyan eder, kızar, bağırır ki? Hiç kimseye. Kendi iç sesiyle çarpışır sadece. Kendi kendisiyle yüzleşirken...

Dileğim o ki, kimseler yaşamasın; böylesi zor sınavlara tabi tutulmasın. Ama hayat bu işte. Kader dediğimiz, zorlanınca suçu üstüne yıktığımız o sınır çizgisinde her şey olacağına varıyor bir yerde.

Eliniz kolunuz bağlanıyor. Diliniz konuşamaz, sesiniz çıkmaz oluyor... Tüm kalbinizle, tüm içten dileklerinizle umutlarınıza sarılıyorsunuz sımsıkı. Bir gün ilahi adalet yerini bulacak diye. Sadece ve sadece ona güveniyorsunuz. Sessizliğin sesinde umutların çiçek açmasını bekliyorsunuz yine zerafetle, yine kalitenizi bozmamaya özen göstererek.

Fakındayım kırık dökük cümlelerim var bugün. Kırık dökük kalbimden yansıyan. Yaşanan haksızlıklara karşı üzgünüm kırgınım çünkü. Hayata değil elbette, insanların  yaşamak zorunda kaldığı haksızlıklara, yanlış anlaşılmalara, adaletsizliğe. Benim birebir yaşıyor olmam da gerekmiyor böyle hissetmek için. Biliyorum ki kalbinde sımsıcak sevgiyi her daim barındıran, hoşgörü ve empatinin o naif gölgesinde ‘ben’ duygusundan uzak olan herkes benimle aynı fikirde.

Şimdi ise, dünyamız insanca yaşamanın yollarını öğrenene değin; hayatın güzelliklerini saklamak, umutlara ve tebessümlere sahip çıkma görevi bizde. Ben bu görevi layıkıyla yapacağımıza, bunun için yüreklerimizde yer alan ve tüm sevgileri içinde barındıran CAN  sevgisinin yeterli olduğuna inanıyorum... Siz ne dersiniz? Görevimiz çok daha zor olsa da SEVGİMİZE inanıyoruz; her acıyı iyileştirecek kadar da güçlü olduğunu biliyoruz, öyle değil mi?

Yazacak, paylaşacak çok şey var elbette ama; gelin yine bize yakışanı yapalım. Zerafetle susarken sözü ilk okuduğumda çok sevdiğim dizelere bırakalım.

‘’Ben Susuyorum… Sen Biliyorsun…’’ diyor Saliha Malhun;

 Öfke ve kırgınlıklar hep bana
 Nurla aydınlanmış dimağ onlara
 Simsiyah bir gönül bana kalsın
 Ben susuyorum
 Sen biliyorsun…’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


05.08.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...