11 Şubat 2010 Perşembe

KAYIP KİMLİKLER!



Kişilik kaybına uğrayan kadınlar… çok güzel ve çoğu ünlü oldukları, dışarıdan bakıldığında hepimizi imrendirecek kadar keyfili bir yaşam sürdürdükleri halde yine de erkeklerinin gölgesinde kalanlar… Derinliğine bakılıp incelendiğinde, nedenleri araştırıldığında karşımıza çıkan örneklerin çeşitliliği ve sayısı karşısında şaşırmamak elde değil.

Hemen hepsinin yetenekleri ve yapabileceklerinin sınırı alabildiğince geniş ve açıkken bunu ön plana çıkarmıyorlar, çıkaramıyorlar. Belki bilerek belki bilmeden hep erkeklerinin gölgesinde kalıyorlar.

Nedeni sevgiye olan tutkuları, yapıları gereği ön plana çıkan sorumlulukları, annelik vasıfları, beraber oldukları kişinin gizliden gizliye sürdürdüğü baskı, toplumun beklentileri ya da buna benzer pek çok şey olabilir elbette. Ama etken her ne olursa olsun kadınların kişiliklerini her daim koruyabilmeleri, yapacakları her işte sınırı alabildiğince zorlamaları, yeteneklerinin farkına varıp kendilerini geliştirmeleri ve hepsinden önemlisi yaşamları boyunca kendilerine ait zaman dilimleri yaratmaları gerekli diye düşünüyorum ben.

Her kişi kendinden sorumludur; elbette bir hayatı paylaşmaya başladığımızda ve aile kurup çoluk çocuğa karıştığımızda sorumluluklarımız o ölçüde artacaktır ama, yine de bu başkalarının tüm sorumluluğunu üstlenmemiz anlamına gelmemelidir.

Eşimiz olsun, çocuklarımız olsun hayatı paylaştığımız herkes kendi başına bir bireydir ve herkesin bu ortak paylaşımda kendi özgürlüklerini yaşayabilecekleri, nefes alabilecekleri kendilerine ait alanları ve kısa zaman dilimleri mutlaka olmalıdır. Hem paylaşımın sıcaklığını her daim korumak adına, hem de kişilerin kendilerini rahatça ifade edebilmeleri adına bu özgürlük önemlidir. Elbette sınırları belli, elbette sevdiklerimizi incitmeyecek ve onların özgürlük alanlarını kısıtlamayacak şekilde olmak kaydıyla.

Zaman zaman karşımıza çıkan hayat öyküleri vardır; eşini kaybedince yada evliliğini sonlandırmak zorunda kalıp çocukları ile birlikte ya da yalnız bir başına zor bir dönemeci başarı ile dönmüş kadınlardır bunlar. Pek çoğu o ana kadar kendi özelliklerinin dahi farkında değilken ya da bir şekilde üstü örtülüp derinlere saklanmışken, aniden ne olmuştur da herşey tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilip ardarda gelen başarı öyküleri hayatlarını kaplamaya başlamıştır? Daha önceden yeknesak, tekdüze olan olan yaşamları o zorlu mücadelelerle daha bir renklenmiştir? Evet belki ilk adımlarında bocalamış, ilk zamanlarında ne yapacaklarını bilememenin verdiği korkuyla çok sıkıntılı günler geçirmişlerdir ama, sonunda herkesin takdir ettiği güzel işlere imzalarını atmış, hayatlarına çeki düzen vermişlerdir. Gözleri, bakışları, hayata karşı duruşları kısacası her şeyleri ile adeta bambaşka bir kimliğe bürünmüş, aslında kaybettikleri kişiliklerini azimle, ısrarla yeniden kazanmışlardır. Belli belirsiz var olan baskıdan kurtulmuş, görünmez zincirlerini kırmışlardır. Bir başka deyişle kayıp kimliklerine geri dönmüşlerdir.

Bir hayatı paylaşmak, sevgi ve saygıyı yitirmeden huzuru yakalamak için bireylerin bir takım şeylerden fedakarlık etmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum ben. Ancak beraberliklerde iki baskın karakterin karşı karşıya gelmesi pek mümkün olmadığından bir taraf hep fedakarlık yapmak zorunda kalıyor. Ve böyle bir durumda ilk fedakarlık nedense hep biz kadınlardan bekleniyor. Eğer her iki tarafta baskın karakterlerini muhafaza edip, fedakarlık etmeyi düşünmüyorlarsa o zamanda maalesef o pembe büyü kayboluyor ve evlilikler, beraberlikler pek uzun soluklu, pek keyifli olamıyor.

Kadının egemen olduğu, baskın karakterini ön plana çıkardığı durumlarda eğer erkek geri planla kalmayı kabullenirse ilk başlarda pek bir sorun yokmuş gibi görünüyor; ancak ileriki yıllarda erkek bunaldığının farkına varıp evliliğini sonlandırma isteği duyabiliyor. Bir kalemde eşini, evini, çocuklarını terk edip özgürlüğe, yalnızlığa ve yeni heyecanlara yelken açabiliyor.

Tam tersine kadınlar aynı role soyunduklarında geçen yıllar içinde tam bir kabullenme portresi çiziyorlar; bunalsalar dahi yalnız başlarına bir şey yapamayacakları hissi ağır bastığı için hayatlarında en küçük bir değişiklik dahi yapamıyorlar.

Biz kadınlar evlendikten özellikle anne olduktan sonra neredeyse tüm hayatımızı ailemize adıyoruz. Bunu elbette zevkle, istekle, heyecanla ve mutlulukla yapıyoruz ama aynı zamanda kendimize ait alanları fark etmeden daraltıyoruz. Farkına vardığımızda ise yıllar yüzümüzde yaşanmışlığın en naif izlerini çoktan bırakmış oluyor. Üstelik çocuklarımız büyüyor, bizlerden yavaş yavaş koparak kendi özgürlüklerinin peşinde yepyeni hayatlara yelken açmak istiyor. İşte bu noktada bizler için çalan tehlike sinyallerinin sesi uzaktan duyulmaya başlıyor. Tüm yaşantımızı kaplayan ve bir türlü bitmek bilmeyen işler artık bize yavan geliyor, eski tadını vermiyor. Yalnızlık duygusu kapımızı çalıp çalıp kaçarak varlığını hissettiriyor. Taa ki çocuklarımız bir kuş misali yuvadan uçup evde bir başımıza kalıncaya değin bu süreç böyle devam ediyor. Üstelik eşimizi de erken yaşta kaybetmiş yada ayrılmışsak, bir hayat arkadaşımız da yoksa o an için yanımızda…öylece kalakalıyoruz hayatın ortasında…yalnız…yapayalnız…Dostlarımız bile bu yalnızlığa derman olamıyor çoğu kere.

Oysa ki çocuklarımızı yetiştirirken bir yandan da hedeflerimiz olsaydı, o heyecan hiç bitmeyecekti, yenilikler hep yanı başımızda olacak yalnız kaldığımızı anlamaya dahi zaman bulamayacaktık. Ama şimdi öyle farklı ki…Yalnızız işte heyecansız, isteksiz günleri haftalara, haftaları aylara ve yıllara ekleyip gidiyoruz monoton bir yaşam içinde ve nereye gittiğimizi bilemeden. Amaçsız ve ruhsuz…

İşte tam bu noktada bu hisler içinde bocalayan kadınlara benim sözüm. Hayatta bir takım kararlar almak için yaşın asla geç olmadığının ve hayatın her döneminin ayrı keyfi olduğunun farkına varılması ve o yolda çaba gösterilmesi hususunda. Varsın acımasız geçen yıllar yüzünüzde, bedeninizde yaşanmışlığın izlerini bıraksın; varsın içinde bulunduğunuz toplum tarafından yaşınız pek çok şeye uygun görülmesin (ki ben bu tarz ön yargılara kesinlikle karşıyım) bunların hiç biri önemli değil; önemli olan sizin ruhunuz, sizin iç sesiniz, sizin istekleriniz ve hissettiğiniz yaşınız.

Çünkü hayatın her evresi, her yaşı o kadar güzel ki… üstelik sorumluluklarınızı bir bir yerine getirmiş olmanın huzuru ve itici gücüyle hayatınıza yeni güzellikler katabilir, yaşam sevincinizi ve umudunuzu her dem taze tutabilirsiniz.

Siz etrafınızdakilerin beklediği gibi değil öncelikle kendi istediğiniz gibi yaşamalısınız. Ayrıca kendinizden ve sevdiklerinizden başka kimseye hesap vermek, açıklama yapmak zorunda da değilsiniz. Kim ne dersin, kendinizi iyi hissettirecek her şeyi yapabilir; cıvıl cıvıl renklerde giyinebilir, istediğiniz ortamlara girip ikinci baharınızı yeniden yaşayabilirsiniz.

Hayat tamamen sizin, tadına varmak ya da varmadan elinizden kaçırmak tamamen size kalmış. Ama unutmayalım ki hayata sadece bir defa geliyor insan, tekrarı yok. Beğenmedim sil baştan deme şansımızda… O halde yapılması gereken elden geldiğince şartları zorlamak ve hayat çizgisini kendi istediğimiz şekle yaklaştırmak… Mutluluk hepimizin hakkı, istediklerimizi yapabilmekte.

Yeter ki pes etmeyelim, yeter ki kendimizi salıverdiğimiz o durgun nehirden çıkarıp çoşkun akan çağlayanlardan geçirip uçsuz bucaksız denize bırakalım. “Her şey zamanında olmalıydı, benden geçti artık “ diye düşünenler! Sözüm sizlere…Hiçbir şey için geç değil inanın bana. İçinizden gelen her ne varsa, bu zaman kadar yapamadığınız her şey sizin tek bir kararınıza bağlı. O kararı verdikten sonra sizi tutabilene aşk olsun. Koşun, yaşamın kıyısından köşesinden neresinden tuttuysanız o minicik ucunu hiç bırakmadan kararlılıkla koşun ne olur…

Satırlarıma şiirlerini severek okuduğum ve dizelerindeki mucizevi anlamları
çözmekten büyük keyif aldığım şair Esat Selışık’ın “Bir Düş Gördüm Düşümde”
adlı şiirinden küçük bir alıntı yaparak son vermek istiyorum.

““Yolumun başında Orpheus
Dudağında Syrinks’i üflüyordu.
Kanatlanmış notalar mırıldanıyordu...
Esatir şarkısını
Ve düşlerimin sırrını.
“Cennet yüreğindedir insanın
yaşamın karmaşasından kurtulmak için
kurtar gözlerinin tutsaklığından bakışlarını
sonra seyret Kainatı
Kainatın üzerine çıkarak.
Ve yürü sonsuzluğun içinde kendi içine
Orada,
Kendi sonsuzluğunda Tanrıyı bulacaksın !..”
Cemre düştü düşlerime dün gece
Bahar geldi sandım
Kör kuyularda bırakıp kör karanlıkları
Yaşam denen bir düşe uyandım!.. “”

Haydi tıpkı şairin dediği gibi sizlerde kör kuyularda bırakın tüm karanlıklarınızı
ve yaşam denen düşe uyanın bir an önce, uyanın ve kayıp kimliklerinizi bir an
önce bulun!

Özgürlüğün ve an’ların farkına varacağınız en güzel günleri en geç yaşınızda
yakalamanız dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
05.12.2006

TEPKİSİZLİĞİN NEREYE KADAR?




Tepkisiz kalmak, yapılan haksızlıkları görmezden gelmek, sizi kullanan ve sindirmek isteyen insanlara karşı hakkınızı koruyamamak… Korkmak, yapılanlara göz yummak, “ tepki göstersem ne olacak, ne değişecek? “ deyip susmak…

Nasıl bir toplumda yaşadığımızı bazen anlamak da zorluk çekiyorum. Olayları, insanları gözlemleyip bunlardan kendimize paylar çıkarmamız bir yana; bu tarz suskunlukları, bu tarz boyun eymeleri görmek beni o kadar üzüyor ki.

Eğer gerçekten haklıysanız; eğer gerçekten size yapılanları kabul etmediğinizi düşünüyorsanız hakkınızı aramanız, tepki göstermeniz gerekiyor. Bu sizin yapmanız gereken doğal bir eylem. Suskun kalmak çözüm değil çünkü. Aksine sizler, bizler sustukça bizlere haksızlık yapanları haklı konumuna getiriyoruz ve onlar bakıyorlar ki karşılarında sessiz, her şeyi kabul eden bir grup var; dayatıyorlar sonuna kadar. Garip bir şekilde kendilerini haklı görüp seslerini daha çok çıkarıyorlar.

Bizler aldatılmayı, şiddeti, tacizi, hor görülmeyi, aşağılanmayı, basamak olarak kullanılmayı, sürekli itilip kakılmayı, medeniyet dışı saygısız davranışları,… bunların hiçbirini hak etmiyoruz. Her ne olursa olsun; sorun çok küçük olsa bile tepkimizi göstermeliyiz, hakkımızı aramalıyız hem de sonuna kadar.

Biliyorum bu hiç kolay değil. Üstelik öyle anlar olur ki sizinle beraber olacağını, sizi hep destekleyeceğini sandığınız kişiler birde bakarsınız yok olmuşlar; onlar da suskunluğu tercih etmişler. O anda hissedecekleriniz zordur; arkanızda olduğuna inandığınız desteğin kaybolduğunu anladığınızda altınızdan sandalyeniz çekilmiş gibi hissedersiniz ve belki de yere düşer yaralanırsınız ama olsun. Bunların hiçbiri sizi yıldırmasın. Siz doğru bildiğinizi yapın ve hakkınızı arayın.

Sizin zamanınızı yok yere harcayıp sizi sadece keyifleri için bekletenlerden; size bozuk mal verip sağlığınızla oynayan satıcılardan; size dayak atıp canınızı acıtan eşinizden; iş yerinde taciz eden patronunuzdan; yaptıkları işlerden daha çok para kazanmak uğruna gerekli tedbirleri almayıp sizin ve yakınlarınızın hayatına kast eden vicdansızlardan; hakkınızı vermeyen iş yerinden; bir kuyrukta beklerken en öne geçmeye çalışan saygısızlardan; yanlış teşhisle hayatınızı karartan doktorunuzdan;… kısacası küçük ya da büyük tüm haksızlıklardan kendinizi koruyun. Tepkinizi gösterin, mücadele etmekten korkmayın. Unutmayın ki size bunları yapanları durdurmak yine sizin elinizde. Ve kötülükler, haksızlıklar gün gelir sahibine geri döner. Hayatta öyle ilahi bir adalet vardır ki cezasız kalmaz. Ama bizler de onların yaptıkları yanlarına kar kalmasın istiyorsak bu süreci kısaltalım, lütfen tepkimizi gösterelim, azıcık cesur olalım. Çünkü korku başka korkuları da beraberinde getirir. Oysaki cesaret tüm aydınlıkların kapısını açar. Evet belki gün geliyor biz de karamsarlığa düşebiliyoruz. Olaylar, yapılan haksızlıklar karşısında tepki gösterdiğimiz halde elimiz kolumuz bağlı olunca üzülebiliyoruz. Ya da biz her şeyi göze alıp tüm cesaretimizle direnmeye çalışırken, adaletin boşlukları nedeniyle susturuluyoruz. Haklıyken haksız durumuna düşüyoruz. Bu aldığımız ilk darbeyi daha da derinleştiriyor ama olsun. En azından denemiş olmak da bir şeydir.

Hem öyle ilk denemede, ilk başarısızlıkta kaçıp gitmek var mı? Hayat böyle bir şey işte. Sürekli mücadele, sürekli yaşam kavgasıyla harmanlanmış bir senaryo karşımızdaki. Bize düşen ise verilen rolü en iyi şekliyle oynamak ama oynarken kendimizden de bir şeyler katmak.

Yeri geldiğinde cesurca hakkımızın peşinden gitmek. Yapamadıklarımıza ileriki yıllarda yanıp duracağımıza henüz vakit çok geç olmadan bir şeyler yapmak. Tepkimizi göstererek size haksızlıkta bulunanları susturmak, onlara güzel bir ders vermek. Sizin uğradığınız haksızlığa başkalarının uğramasına engel olmak. “Böyle gelmiş böyle gider” sözünü unutturmak. “Böyle gelmiş ama bundan sonra farklı gidecek” dedirtebilmek. Cesaretinizle başkalarının da cesaret bulmasını sağlamak. Haksızlıkların ancak tepki gösterilip ses verdikçe düzeleceğini göstermek. Tepkisiz kalmayarak topluma da örnek olmak. Arada yanlış anlayanlar olsa bile onların da içten içe size hak vereceklerine inanmak. Yalnız olduğunuzu düşündüğünüz anlarda aslında yalnız olmadığınızı, çevrenizde sizi izleyenlerle kocaman bir yürek olduğunuzu unutmamak.

Olayları, yapılan yanlışlıkları, küçüklü büyüklü haksızlıkları önlemenin tek yolu bu. Tepki vermek, cesaretle hakkımızı aramak. Bir deve kuşu misali başımızı kuma gömüp etrafımızda olan bitene karşı kayıtsız kalmamak.

Sakın yanlış anlaşılmasın. Tepki bir başkaldırış, toplum düzenini bozma eylemi değildir. Aksine yolunda gitmeyen bir takım şeylere dikkat çekme, düzelmesi adına harekete geçmektir.

Unutmayın ki, kararlı davranışlarınızı saygınızla bütünleştirerek vereceğiniz tepkiler; saygısını çoktan yitirmişlerin yüzünde bir tokat misali patlayacaktır.

Artık klasikleşti belki ama ben yine de yinelemek istiyorum ve diyorum ki susmayın, sustukça sıranın size ya da yakınlarınıza geleceğini de sakın unutmayın lütfen.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.03.2007

DÜN-BUGÜN-YARIN




Aslında hepimiz daha doğarken dünyanın en güzel ödülü ile ödüllendiriliyoruz, çünkü ilk nefes aldığımız andan itibaren kucağımıza adına “yaşam” denen eşsiz bir armağan bırakılıyor. Şanslı olan bir kısmımız çok erken yaşlarında bu güzelliğin farkına varıyor ve hayatını dolu dolu, hakkını vererek, nefes aldığı her saniyenin kıymetini bilerek yaşıyor. Bir kısmımız yarı yaşlarında fark edebiliyor hayatın aslında ıskalanmaması gerektiğini; bir diğer kısmımız ise ancak sona yaklaştığımızda. Oysaki bir yaşam yaratmak, o yaşama hakkını vermek, paha biçilemez değerdeki armağanımızı en güzel şekliyle değerlendirmek bizim elimizde. Tıpkı bir sanatçının tüm maharetini ortaya koyarak, emek harcayarak bir eseri yoktan var etmesi ve sonunda onunla haklı olarak gurur duyması gibi; bizimde gurur duyacağımız bir hayatı oluşturmamız adına bir yaşam sanatçısı edasıyla çalışmamız gerekmiyor mu sizce?

Gerçek bir yaşam sanatçısı olabilmenin gizli anahtarı ise ünlü yazar Robin Sharma’nın “Ferrarisini Satan Bilge” romanında söz ettiği gibi “geçmişin tutsağı olmayı bırakıp, geleceğin mimarı olabilmek lazım “ gerçeğinde saklı galiba. Bir başka deyişle yaşarken, nefes alırken dünü dünde bırakmayı becerebilmeli, bugünün keyfine bakmalı, yarının daha güzel olması adına yatırım yapmalıdır insan. Çünkü yarınımız, ancak bugüne atacağımız özenli tohumlarla mis kokulu bir çiçeğe dönüşür.

Zamana karşı yarışırken, geçen zamanın acımasızlığına karşı direnirken yapacağımız en önemli şey ise; hayatı sevmek, ona sıkı sıkıya sarılmak ve nefes alabildiğimiz her dakikanın keyfine varmaya çalışmak olmalıdır. Yine aynı kitaptan oldukça manidar şu cümleye dikkatinizi çekmek isterim. “Kimse saat ve takvimin; gözlerini yaşamın her anının bir mucize ve bir gizem olduğu gerçeğine kör etmesine izin vermemelidir.”

Biliyorum ki tüm bunları başarmak, satırlara döküldüğü kadar kolay değil. Çünkü hayatımızın hemen her evresinde; yaşadığımız olayların hemen ardından, dünle bugünün karşı karşıya gelmesine ve aralarında bitmek bilmeyen bir çekişmenin, hatta bir süre sonra acımasız bir savaşın başlamasına engel olanlarımızın sayısı o kadar ki az ki…

Böylesi bir savaşta maalesef dün her zaman acımasızdır ve her defasında bugünü yenerek, eskiliğine ve yıpranmışlığına bakmadan tüm azameti ile onun tahtına oturur. Hiç vakit geçirmeden dağarcığındaki geçmiş anıları, unutulmaya yüz tutmuş hüzünleri sihirli tozuna bulayıp yaymaya başlar. Ardından da tüm ihtişamı ile davuluna en hızlı darbeleri indirir. Vurduğu her bir tokmak darbesi ile öyle titreşimler yaratır ki; pişmanlıklarımız, keşkelerimiz öteye beriye savrulup sihirli tozdan nasibini de alarak etrafımızı sarmaya, düşüncelerimizi ele geçirmeye başlar. Peşinden de endişeler, kaygılar, mutsuzluklar, kendi iç dünyamızda yıkıma yol açan korkular gelir ve ruhumuz biz fark etmeden, edemeden yavaş yavaş zehirlenir.

Dünü unutmadıkça, ruhumuzu o toz yığınından temizlemedikçe, ortaya çıkan acı hatıraları bir sandığa kaldırmadıkça yapacak bir şey yoktur. Artık sahnenin tek hakimi dündür. Bugün karşısında öyle güçsüz kalmıştır ki, gelmesiyle gitmesi bir olur. Yüzünü şöyle bir gösterir, ama içindeki güzellikleri, çoşkuyu ve mutluluğu sergileyemeden bir kenarda büzülüp dünün yaptıklarını izler. Oysaki içindeki güzellikleri bir gösterebilse, umutlarının gerçekleşebileceğine bir inandırabilse insanlar çok daha mutlu, çok daha dingin olacaklar kuşkusuz. Ama başaramaz, tüm çabalar boşunadır. Yarın ise yerine bir başka yarını bırakıp bugünün peşinden gelirken, hiç fark edilmeden dünün yanına katılacağı için üzgündür. Çünkü hemen önündeki bugün yenilmiş, sahibine bir şey yapamadan, onu dünün elinden kurtaramadan, güzelliklerini, umudunu, heyecanını veremeden dün oluvermiştir. İşte bu yüzden yarın aynı akibeti yaşayacak, yaşattıracak olmanın verdiği korku ve üzüntü içinde hep biraz çekingen, hep biraz mahçuptur.

Peki ya ertesi, ya bir sonraki gün? Eğer bir an önce tüm bunlara dur demezseniz vay halinize. Yarını hiç tanımadan, bugünü hiç yaşayamadan mutluluğunuzun farkına varamadan geçmişin izleri arasında yok olur gider en güzel yıllarınız.

Sonra, sonra bir gün bakarsınız ki kum saatiniz yarılanmış, sona yaklaşmışsınız bile. İşte ancak o zaman kum tanelerini elinizde tutmayı, kayıp geçmeden yakalamayı, hatta geri almayı istersiniz ama nafile.

Peki yazık değil mi size? Yaşayabileceğiniz onca güzellik, onca heyecan varken hiç birini tadamadan bu dünyadaki rolünüzü bitirmenize. Aslında dünü dünde bırakabilseydiniz, bugünü daha gelmeden heyecanla, umutla beklemeyi becerebilseydiniz; yarınlar size kucak açacaktı. Yaşayıp bitirdiğiniz her mutlu günse dün olduğunda güzel hatıralarla size gülümseyecek, içinizi ısıtacaktı her hatırladığınızda. Keşke yerine iyi ki yapmışım diyerek sizde göz kırpacaktınız tüm dünlerinize belli belirsiz.

Hayat koşusunda özgürce koşmayı seçin her zaman; yanınıza dünü, dünle ilgili hatıraları almadan. Bırakın kollarınız boş kalsın. Boş kalsın ki bugüne heyecanla sarılmasını bilin. Ne kadar zor şartlarda yaşarsanız yaşayın yine de yarına umutla bakanlardan olun. Geçmişinizden pişmanlık duyacağınıza onu bir yol göstericisi olarak kabul edin. Zor olsa da en azından deneyin.

Yaşamın tamamen sizin yaptığınız seçimlerle şekil aldığını ve isterseniz çok iyi bir sanatçı olacağınız gerçeğini de asla unutmayın. Dünün bugünle yaptığı savaşta hep bugüne destek olun, olun ki yarınlarınız size umutlarınızı en güzel şekliyle yaşamanızın sebebi olsun.

Son söz olarak ELVEDA DÜN, MERHABA BUGÜN ve gelecek tüm YARINLAR… Siz de bana katılır mısınız?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
23.10.2007

FİLMİ GERİYE SARABİLSEK…



Zamanı geri almak mümkün olsaydı neleri değiştirmek isterdiniz hiç düşündünüz mü? Evet çoğumuz böyle bir şansı ele geçirmek için neler vermezdik öyle değil mi? Hemen hepimizin düşüncelerinden geçmiştir böylesi bir istek.

Kimimiz sadece bir iki gün, kimimiz bir ay, kimimiz üç yıl ya da yıllar öncesine gitmeyi belki de ve şimdiki tecrübesi ile yaptığı hataları telafi etmeyi; o zamanları yeniden yaşamayı isterdi, öyle değil mi? Kim bilir o istediğimiz zaman dilimi yeniden yaşanabilseydi neler yapardık? Benzer hataları tekrarlar mıydık, yoksa hayatımız tamamen farklı bir biçimde mi yaşanırdı?

Gözlerinizi kapatıp düşünün isterseniz, hangi zaman diliminde, kiminle, nerede olmak istediğinizi; bunun için ne kadar geriye gitmeniz gerektiğini hatırlamaya, filmi istediğiniz zaman dilimine geri almaya çalışın.

Gururunuza yenik düşüp karşınızda çırpınan sevdiğinizin, arkadaşınızın, dostunuzun son deneme çabalarını görmezden gelir; tüm köprüleri yıkar mıydınız? Yoksa sert tepkiler gösterip kırıcı sözler söyleyeceğinize anlamaya mı çalışırdınız? Belki de okumak için daha çok gayret gösterip liseyi dışardan bitirirdiniz. Belki o dost sandığınız kişilerin yalanlarına inanmasaydınız, yıllarca severek yaptığınız işinizden olmayacaktınız. Belki arkadaşınızı affedip yardım çağrısına kulaklarınızı tıkamasaydınız son anlarında ona destek olabilecektiniz. Belki işinize ayırdığınız zamanın bir kısmını çocuklarınıza ayırsaydınız onları büyürken izleme şansını hiç kaçırmayacaktınız. Belki o anlık kaçamağı yapmamış olsaydınız mutlu yuvanızı kaybetmeyecektiniz. Mantığınızı değil de kalbinizin sesini dinleseydiniz belki de yeni denizlere pupa yelken açılma cesaretini kendinizde bulacaktınız. Annenize yapacağınız ziyareti ertelemeseydiniz belki de son kez sarılma şansını kaçırmayacak ve yıllar süren pişmanlığı yaşamayacaktınız. O son kavgada eşinize “dur gitme” diyebilseydiniz şimdi geceleri yanız kalmayacaktınız.

Belkiler, keşkeler, hayatın bize sundukları, bizim kaçırdıklarımız ya da arkasından koştuğumuz halde yakalayamadıklarımız, son kez yapılamayanlar o kadar çok ki… zamanı geriye alsak, filmi geriye sarsak da nafile. Zamanla beraber değişen çok şey var hayatımızda, kendimiz başta olmak üzere elbette.

Çünkü zaman acımasız, zaman ele avuca sığmaz yaramaz bir çocuk gibi; tutabilmek, geri döndürmek, aynı şartlarla bir kez daha denemek mümkün değil. Yaşadıklarımız bizlere her saniye yeni bir tecrübe, yeni bir alışkanlık kazandırırken önemli olan yıkıldığımız anlarda bile yeniden ayağa kalkabilmek galiba. Bir anlamda küllerimizden yeniden doğmak. Her bir acı, her bir zorlu kulvar aslında insanı daha güçlü yapıyor; naif halimiz ve kırılganlığımız kederle, üzüntülerle çatırdıyor belki ama altındaki kabuk giderek sağlamlaşıyor.

Yapmamız gereken bir anlamda kısa bir mola vermek hayatımıza dair. Bu kısacık molada kendi içimize dönüp, iç sesimize kulak verdiğimizde; hayatın içinde bizi aşırı strese sokan gerilimlerden ve krizlerden daha kolay kurtulabiliriz, unutmayın. Sırası geldiğinde geçmişle yüzleşmek zorunda kalsak bile. Biliyorum hiç kolay değildir eski sandıkları kurcalamak, naftalin kokularının, sandık lekeli sarı örtülerin, kırılmış ama atılamamış eşyaların, solmuş siyah beyaz resimlerin arasında gezinmek. Bazıları yüzümüzde hoş bir tebessüm bırakırken; bazı hatıralar vardır ki size hüzün, gözyaşı getirebilir, pişmanlıklarınızı yeniden depreştirebilir.

Belki arada kayıplar yaşanmıştır, belki mesafeler fazlalaşmıştır ya da şartlar asla o zamana dönmenize izin vermiyordur ama olsun; çok küçük bir ihtimalle de olsa varsa bir şansınız değerlendirebilirsiniz. Yoksa da kısacık molanız sırasındaki o tecrübeden alınacak ders bir kez daha hatırlanmış olur, ne dersiniz? Kime ne yararı olacak demeyin sakın; eskilerde kalmış hatıraları yeniden hatırlamak canımı acıtıyor diye de düşünmeyin. Her ne yaşadıysanız hepsi sizin; hatalar, günahlar, başarılar, başarısızlıklar her şey. Onları kucaklamak, onlara sahip çıkmak gerek. Gülümseyerek hatırlamak, kabul etmek en zoru biliyorum ama başardığınızda kendinizi alabildiğine hafif hissedeceksiniz, inanın buna. Kaçmak, üstünü örtmek, yok saymak, kendimizi kandırmak en kolayı ama o ağırlık hep omuzlarınızda sizinle yaşayacaktır, bunu unutmayın. Kuş gibi özgür olmak, düşüncelerde uçmak varken kendinize bu eziyeti yapmayın ve bir an önce kurtulun yüklerinizden, açın sandıklarınızı bırakın havalansın. Göreceksiniz ki kendinizi çok daha iyi hissedeceksiniz. Belki de kaçırdığınız o anın çok daha güzelini yaşama şansını yakalayacaksınız, belli mi olur? Hayat bu! süprizlerine açık olun, yüklerle yavaş yavaş gideceğinize; yüklerden kurtulup koşmayı deneyin. Zamanı yine de yakalayamazsınız ama yaşadıklarınız yanınıza kar kalır, unutmayın.

Tamam, son pişmanlık faydasızdır. Giden gitmiş, yitirilenler gelmemek üzere sonsuzluğa kavuşmuşlardır, o sandık lekesini kolay çıkaramazsınız gönlünüzden, üstelik yaşınızı geriye almak da mümkün değildir ama; kendinize son bir şans daha verin.

Zaman içinde her şey değişmiş, duygularınız daha farklı anlamlar kazanmış olsa bile bu son şansı kendinizden esirgemeyin. Çünkü siz buna değersiniz. Sizden bir tane daha yok bu dünyada.

Son olarak, sorunlarla yüzleşme cesaretini kendinde bulanlar ondan kurtulmayı yeniden başlamayı daha kolay başarırlar. Gelin hep birlikte Sezen Aksu’ nun o güzel şarkısına kulak verelim.

“ Hayat, kadere inat
   Seni sil baştan yaşayacağım,
   Ahdım olsun”.

Başka söze gerek var mı?

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
18.04.2007

SESSİZ ÇIĞLIK



TV’deki sabah kuşağı kadın programlarını saran absürd ilişkilerden kurtulduk sonunda. Sarı kurdele takarak, sessiz bir protesto ile çoğunluğun sesini duyurduk ilk defa!

Biliyor musunuz bu hareket beni umutlandırdı, insanlarımız içinde gerçekten bilinçli, kültürlü, kendisine sunulan her şeyi sadece kendi istekleri doğrultusunda benimseyen bir kesimin de var olduğunu bilmek öyle güzel ki… TV kanallarına saatlerce esir olmadan, başka alternatiflerle hayatlarını zenginleştiren, zamanlarını daha güzel ve yararlı şeylere harcayan tüm insanlara saygım ve sevgim sonsuz. Çünkü onlar hayatı seviyorlar, çünkü onlar zamanın boşa harcanamayacak kadar güzel, değerli ve kısa olduğunu biliyorlar.

Aslında hepimiz bu kadar bilinçli olarak yaklaşabilmeyi bilseydik; o malum programlar yayına dahi konmaz, bu kadar uzun zaman gündemi meşgul etmezdi. Ama maalesef bir kısım, evet bir kısım insanımız için ne yazık ki çok cazip geldi başkalarının hayatlarını izlemek, sözüm ona sevgi gösterilerini gerçek olarak algılayıp kendilerince yorumlar yapmak. Her biri nevi şahsına münhasır bu insanlar mutlu mesut o kanaldan bu kanala koşturup durdular. Dikkati çeken en önemli husus ise ekranda gördüğümüz yüzlerin hep aynı yüzler olmasıydı.

Programlar sırasında kurgulamanın sanal akışına kendisini kaptırarak öfkesine yenik düşen, kızan bağıran ve agresifleşen bu tipler, bir dakika sonra fondaki müzik eşliğinde gerdan kırıp göbek atarken; dünyayı umursamaz görüntüleri ile psikologları bile şaşkınlığa çevirecek bir ruh haline bürünüyorlardı ilginç bir şekilde. Her şeye yerli yersiz alkış tutup; “bence” diye kendilerini ilgilendirmeyen her konuya atlamak ve mutlaka söz alıp yorumlar yapmak da cabası… neyse, sonuçta çoğunluk sesini duyurdu ve onları bastırdı.

Ben kültürlü, bilinçli, nerede nasıl davranması gerektiğini bilen hiçbir insanın bu tarz düzmece programlardan hoşlanabileceğine inanmıyordum zaten. Demek ki bizler gibi düşünen insanlar da varmış dedim kendi kendime, üstelik çoğunluktaymış dedim ve çok mutlu oldum.

Darısı öğlen kuşağında dengeleri zaman zaman bozan; sadece reyting uğruna izleyicileri istismar etmeye çalışan diğer programların ve bir kısım dizi filmin başına diyelim ve bu sessiz çığlığın her türlü yozlaşan olay karşısında varlığını her zaman böyle naif olarak göstermesini dileyelim hem de canı gönülden.

Siz de bana katılır mısınız?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
1.12.2006

NOT:bu yazımı tam dört yıl önce yazmıştım, şimdi geriye dönüp satırlarıma baktığımda ve bugünü düşündüğümde maalesef programlarda pek bir düzelmenin olmadığını, yine bazı konuların fazlaca abartılarak yapıldığını söylemem gerek...

BİR SERGİNİN ARDINDAKİ DUYGU SELİ



Geçenlerde gittiğim bir resim sergisinden söz etmek istiyorum sizlere. Bu öyle sıradan herhangi bir resim sergisi değil. Burada buluştuğunuz her resim karesi ile beraber yaşamanın, sağlıklı olmanın ne denli önemli olduğunu anlıyorsunuz. Bunun yanında başka önemli bir nokta daha dikkatinizi çekiyor. Her ne koşul ve şart altında olursanız olun; hayata gülümsemeyi unutmayın, yaşama asılmayı es geçmeyin, yaşadığınız her anın kıymetini bilin mesajı veriliyor.

Tempo dergisinin öncülüğünde hazırlanan bu güzel girişimi ilk duyduğumda hissettiğim heyecan; sergiyi gezerken her resim karesinde artarak devam etti. Sergiyi terk ettiğimde ise duygusallığım hat safhaya ulaşmış, gözlerim dolu dolu olmuştu. İnsan böylesi durumlarda yaşamı daha farklı algılıyor, o ana kadar dert edilen küçüçük üzüntülerin anlamsızlığı yüzünüze bir tokat misali çarpıyor.

Bizler bu kadar cesaretli olabilir miydik dersiniz? Sağlıklı halimizle, her şey normal düzeninde giderken bile en küçük şeylere üzülen, kırılan, küsen, dünyayı zindan eden bizler; başımıza böylesi bir olay gelseydi eğer ( ki aslında hepimiz birer engelli adayıyız) bu kadar cesaretli olabilir miydik bilemiyorum. Yoksa hayata tamamen küser, her şeyden kendimizi soyutlar, çekilmez bir hale mi gelirdik?

Ama onlar! Gözlerindeki o ışıltı, o yaşama sevinci ile işte karşımızdalar! Cesurca verdikleri pozlarıyla, hayata karşı duruşlarıyla kısacası anlatmak istedikleriyle o kadar güzeller ki…Engelli halleri ile bizleri olduğumuz yere çiviliyorlar sanki. Durumlarını kabullenmişler, hayatla dalga geçiyorlar adeta, yaptıkları her zorlu iş onları daha bir yüceltiyor, çoşturuyor, yeni hedeflere yöneltiyor. Asla pes etmiyorlar, asla yılmıyorlar, yaptıkları ile başarıları ile hepimize örnek oluyorlar.

Tümünü ayakta alkışlıyorum; bu işe gönül koyanlarla beraber hepsine yüreğimden kocaman bir teşekkür buketi gönderiyorum.

Cesaretleri, yaptıkları, azimleri, hayalleri ve bizlere verdikleri mesajları ile aslında onların değil bizlerin engelli olduğunu düşünüyorum.

Hazır yeri gelmişken, hepinize bu ve benzeri anlamlı etkinlikleri şiddetle tavsiye ediyorum. Lütfen sizler de o yoğun koşturmanız içindeyken bir an durun ve soluklanmak adına, yaşama farklı gözlerle bakmak adına bu tarz etkinlikleri kaçırmayın. Bu güzel insanların size uzattığı dostluk ellerini, sevgi dolu bakışlarını ve sıcacık gülümsemelerini yakalayın. Bizler buradayız deyişlerine candan bir karşılık verin. Onlara, yaptıklarına, yapmak istediklerine sahip çıkın. En azından yalnız olmadıklarını hissettirin. Bu paylaşım bile o kadar önemli ki bazı şeylerin değişmesi adına.

Sözlerime ünlü fotoğraf sanatçısı Ara Güler’in şu sözleri ile son vermek istiyorum “Fotoğraf insanların birbirlerini sevmelerine, aşka yarar. Bakmayı öğrenirler, bakmayı öğrenirlerse sevgili olurlar, aşık olurlar ve insanlara sevgi lazımdır. Ve fotoğraf işte bu işe yarar.”

Başka söze gerek var mı bilemiyorum. Tüm engellileri engelleri ile beraber çok sevdiğimi, hepsi için kalbimin nasılda titrediğini yazmazsam içimde çoşan bu duygusallıktan kurtulamayacağım sanırım.

Hepiniz sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
26.01.2007

BİR ESKİ ZAMAN KLASİĞİ (GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUP)



“Saygıdeğer Beyefendi;

Ayrı kaldığımız şu kısacık günler zarfında özlemimi anlatacak kelime bulmakta zorlanıyorum inanın. Henüz ne olduğunu tam olarak çözemediğim, yada çözmekten korktuğum öyle yoğun bir duygu silsilesi ki yaşadıklarım. Göz kapaklarım kapanırken görülen rüyalar, açıldığında ise süregelen hülyalar…Hangi birini düşünsem, düşümde hep siz varsınız. Ne yana baksam olmayan yüzünüzü görüyor, duymadığım sesinizi kulaklarımda hissediyorum sanki. Bazen aslında nesnel hiçbir dayanağı olmayan bu duygularımdan korkuyorum delice. Var olan yaşantımın alt üst olmasından birde. Ama öylesi bir gizem, öylesi bir duygu yoğunluğu var ki şu anda; kalbimin en derin yerinden bazı taşları oynatıyor, bu taşlar oynadıkça içim kanıyor, ince bir sızı olup tüm vücuduma dağılıyor.

Hayır! Asla karamsar değilim inanın. Gözlerim aynada öylesine ışıl ışıl bakıyorlar ki bendeki size, bu ışığın yaydığı enerjiden midir bilinmez, her bir kanayan yaram anında onarılıyor kendi diyarında.

Tek korkum, bu duygularımın, bu çılgınlığımın karşılık bulamamasıdır nezninizde. Çünkü bilirim ki siz de mutlu ve bahtiyarsınız kendi yerinizde. Ama merak ediyorum sizde benim duygu yoğunluğumu yaşıyor musunuz kendi içinizde? Sizde ne yana bakarsanız bakın , hep olmayan bir yüzü görüyor musunuz? Mavilikler, denizler, şiirler, melodiler size de benim kadar dinginlik veriyor mu düşlerinize?

Soracak öyle çok soru var ki aslında sizinle ilgili, ama sormaya çekiniyorum saygıdeğer azizim. Neden mi? Bu güzel dostluğun, bu güzel dayanışmanın bitmesinden, birbirimizi daha önce hiç görmemiş olsak da aramızda yarattığımız, sadece ikimize ait olan ve kimselerin bilmediği bu büyülü dünyanın yerle bir olmasından korkuyorum da o yüzden. Bir de, bir de benimle ilgili o muhteşem düşüncelerinizin yitip gitmesidir içimi tarifsiz acılara gark eden.

Farkında mısınız bilmem ama, her ikimizde aynı anda adım atıp duygularımızı açtığımızda her şey mükemmel giderken aramızda; birimiz biraz daha aceleci tavırlar sergilediğinde geri dönüş kaygıları başlıyor diğerimiz de nedense?

Halbuki sevmek cesaret demektir, sevmek çılgınlıkları yaşamak ve yaşatmak demektir. Zaman öyle hızla geçiyor ki, sizde biliyorsunuz birlikte yaşanacak ne kadar az zamanımızın kaldığını. Şimdi sorarım size , ilk adımı kim atmalı? Ben tüm cesaretimi toplayıp nihayetine erdirdiğim bu mektubu size göndersem yanlış anlarsınız diye çekinirim. Sizi beklesem, belkide hiç yaşayamayacaklarımızdan korkarım. Ne olur canımefendim hasretiniz yeter, gönlümdeki sızıları dindirecek derman olmaya gelin bir an önce! Bekliyorum sessiz; sadece gözlerim konuşuyor bilesiniz. Gönlümün her daim taze, en güzel hislerini bu mektupla size gönderiyorum.

Sonsuz saygılarımla,

İmza:

Hayal dünyanızın Hanımefendisi
Moda-İstanbul
16 Nisan 1951”

NOT:Bu mektup ne yazık ki sahibine gönderilemedi ve birbirini görmeden derin bir sevdayla birbirine bağlanan bu iki güzel insan , kavuşamadan aramızdan ayrıldı.

Keyifli bir denemeydi…

Sevgiyle kalın

Belgin ERYAVUZ
02/07/2003

ÇOCUĞUMLA ARKADAŞ…




Gençlerimizle yeterince konuşabiliyor muyuz? Her şeyi açık açık dile getirip düşüncelerini, hislerini paylaşabiliyor muyuz dersiniz?

Ne yazık ki hayır! Elbette istisnalar olacaktır ama, sadece köylerde kasabalarda, eğitim düzeyinin çok düşük olduğu yerlerde değil; kültürlü, okumuş, aydın kesimlerde de sıkça rastladığımız bir durum bu.

Konu her ne olursa olsun; sosyal ve kültürel konular, müzik, spor, dersler, arkadaşlık, sevgi, aşk, cinsellik,… aklımıza gelebilecek her ne varsa her şeyi çocuklarımızla, gençlerimizle açık ve net olarak konuşmamız gerektiğine inanıyorum ben.

Ama maalesef bizler toplum olarak genelde birbirimizle konuşamıyor, sinirlenmeden, agresifleşmeden bir şeyleri kolay kolay tartışamıyoruz. Bir şekilde hepimiz karşımızdakini dinlemek yerine susturmaya çabalıyoruz. Söz gümüşse sükutun altın olduğunu unutuyoruz.

Bu durum ise gençlerimizin kendilerini yalnız hissetmelerine neden oluyor, ister istemez dışarıya yönlendiriyor; bizlerden yavaş yavaş koparıyor. Bilmek istediklerini, kafalarındaki soru işaretlerini çevrelerinden, arkadaşlarından öğrenmeyi deniyor; yalan yanlış pek çok şeyle karşılaşıyorlar. Doğruları, onlar için en iyisini bizlerden yine en sağlıklı şekliyle öğreneceklerken, sadece konuşamamak paylaşamamak yüzünden bir çok farklı öneri ile kafaları karışan gençlerimizin yanlış tercihler yapması kolaylaşıyor.

Oysaki gençlerimizin her zaman arkalarında olduğumuzu, her yapacakları işte en büyük destekçilerinin yine bizler olduğunu anlatabilirsek; aramızda buzdan dağlar olmayacak, paylaşım daha da kolaylaşacaktır. Böylelikle ortada yanlış giden bir şeyler varsa da en kısa yoldan elbirliği ile düzeltilecektir.

Anne baba olmanın sorumluluğuna sahip birer birey olarak çocuklarımızı doğru dürüst yetiştirmeyip, sonrasında beğenmeme ve değiştirme lüksümüz yok ki bizlerin. Üstelik dünyaya getirdiğimiz çocuklarımıza insanlığı ve sevgiyi öğretip, doğruyu yanlışı anlattığımız; sağlam bir karakterin oluşması için elimizden geleni fazlası ile yaptığımız halde yine de yanlış giden bir şeyler varsa ortada, biz ebeveynlerin yapacağı tek şey yine onlara sahip çıkmak olmalı, sokağa fırlatıp atmak değil.

Başlarına her ne gelirse gelsin, tercihleri her ne olursa olsun yine de onlar bizim çocuklarımız, yavrularımız, kanımız, canımız. Onları hayatımızda yok saymaya, kaderlerine terk edip daha da kötü durumlara düşmelerine izin verme hakkımız yok. Yine kol kanat germemiz, yine elimizden geleni yapıp onları topluma yeniden kazandırmalıyız. Öyle değil mi?

Anne baba olduğumuz ilk günler… her şey ne kadar kolaymış aslında; oysaki yıllar bizim hayatımızdan çalıp onların yaşlarına ekledikçe istekleri, sorunları, dertleri de büyüdü. Bizler tecrübelerle olgunlaşırken çocuklarımız boyumuzu geçti, genç kızlığa delikanlılığa geçiş yaptı. İşte tam bu noktada birbirimizi anlamakta zorlanmaya ve eskilerin deyimiyle kuşak farkı dedikleri şeyi bizler de bir şekilde yaşamaya başladık. Onları ya kendi zamanımızla ve gençliğimizle kıyasladık ya da en yapılmaması gerekeni yapıp yaşıtlarından örnekler vererek kalplerini kırdık.

Ne kadar yanlış…

Oysaki her genç kendisine özgü ruhu ile benliği ile birbirinden o kadar farklı ki… istekleri, gelecekle ilgili düşünceleri, bunları yansıma biçimleri de. Gün geliyor her birinin içinde fırtınalar kopuyor, volkanlar patlıyor. Kimi suskun, kimi agresif bir ruh haline bürünüyor, her biri farklı şekillerde tepkilerini ortaya koyuyor.

O anlarda istedikleri tek şey var anlaşılmak… konuştuklarında karşılarında dinleyici bulmak… ağladıklarında yaslanacak bir omuz…

Gençlerimizi bu zorlu süreçlerinde dinlemeyi, onlarla konuşmayı, onların yeşermeye henüz başlamış filizlerini koparmadan serpilmelerine olanak tanımayı başarmamız gerek.

Çok yakın çevremde kültürlü birçok anne babanın çocukları ile açık açık konuşamadıklarını, iletişim kurmakta zorlandıklarını gözlemliyorum. Yeterince bilgisel donanıma sahip oldukları, çevrelerine hemen her konuda yardım ettikleri halde kendi çocuklarına ulaşamıyorlar. Bir kısmı ise hiç kafa yormaya bile gerek duymadan topu partnerine atıp, onun daha iyi iletişim kurabileceğinden dem vuruyor. Peki ya beklenen oluyor mu? Kimi zaman evet ama çoğu zaman hayır…Yani yine istisnalar kaideyi bozmuyor. Sonuçta bocalayan, hislerini baskı altına almak zorunda kalan, kendi iç dünyasında kopan fırtınalarla tek başına mücadele eden gençlerimizin sayısı hızla artıyor. Çoğunun yüzü gülmüyor, çoğu hayattan zevk alamıyor ve o gencecik yaşlarında mutluluğu farklı kulvarlarda aramaya başlıyor. Ve maalesef anne baba ilgisizliği, çevre şartlarının uygun olmayışı, iyi eğitim verilememesi çocuklarımızı gençlerimizi giderek sosyal hayattan soyutluyor.

Gençler kendilerini yeterince tanıyamadıkları ve tanıtamadıkları için yaşamlarını idare ederken zorlanıyor, kendi iç dünyalarına kapanıyorlar.

Oysaki insan ilişkisinin temeli sayılan empati yapma yeteneği ve ilişkileri yürütebilme becerisi gençlerimizi sosyal yaşamda başarılı yapar. Bunu kazandırmak için önce gençlerimizi dinlemeli, anlamaya çalışmalı, sonra da onlara ayakları üstünde duracak güveni aşılamalıyız. Bu her işlerini bizim yapmamız anlamına gelmiyor elbette, tam tersine küçük yaşlardan itibaren sorumluluk vererek, başarılarını alkışlayıp, yanlışlarının nedenini göstererek olmalı.

Pek çoğumuz çocuklarımıza kıyamıyoruz biliyorum, aşırı koruma iç güdüsüyle hareket ediyor ve büyüdüklerini bir türlü kabullenemiyoruz, tıpkı benim gibi…Oysaki gençlerimiz büyüyor hem de hızla, olgunlaşıyor hem de biz fark etmeden. Çünkü zaman durmadan, bir an bile soluk almadan geçiyor…Bu hızı gençlerimizle, çocuklarımızla beraber yakalamamız, hayatımızdaki istisnaları çoğaltmamız umuduyla diyorum ve ben de kızımın en yakın arkadaşı olmayı çok istiyorum…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
21.12.2006

S Ü R P R İ Z Z Z … (Mİ?)




Sürpriz yapmasını ya da kendisine yapılmasını sevmeyen var mı bilemiyorum ama, çoğu insan gibi ben de süprizleri seviyorum.

Süprizlerin tek düze yaşantımıza renk kattığını düşünüyorum. Tıpkı siyah beyaz film kareleri içinde aniden beliren renkli bir resim gibi. Birilerinin sizi düşünerek, daha mutlu olmanız için çaba harcaması ne kadar güzel aslında. Ya da sizin sevdikleriniz için aynı çabayı göstermeniz. Hangisi daha ağır basıyor derseniz eğer, ben sürpriz yapmayı derim.

Sürpriz yapmak, onu planlamak ve sevdiğimiz kişiye o anı yaşatmak size sürpriz yapılmasından çok daha güzeldir bence. Çünkü bir insanı mutlu etmenin, onun gözlerinde sevinç pırıltıları yakalamanın tadına bayılıyorum ben. Bu amaçla plan yapmayı, tasarlamayı, o son anı düşünerek heyecanlanmayı da.

Hele hele başarılı olduysanız tadı damağınızda kalır. Karşılığında hoş bir gülümseme, içten bir teşekkür, sıcacık bir sarılma size yeter de artar bile. Çabalarınız ve emeğiniz yerini bulmuştur. Ne güzeldir böylesi bir alışveriş. Duygunun sevginin bir başka anlatım şeklidir belki de süprizler. Çünkü içlerinde derin anlamlar saklıdır. Hatta sözlerin yetersiz kaldığı anlarda karşınızdaki kişiye verdiğiniz değeri göstermenin en güzel yollarından biridir.

Düşünsenize, sizin süprizinizle önemsediğiniz, sevdiğiniz bir insan gülümseyecek, sevinç dalgaları her yanını saracak, içi pozitif enerji ile dolacak. Bundan güzel mutluluk olabilir mi? Sevinciniz bir anda ikiye katlanmaz mı? Siyah beyaz geçen kareler arasına katılacak renkli bir kare ile o anı ölümsüzleştirmek, sizin de içinizi aydınlatmaz mı?

Peki ya süprizin bozulması, her şeyin bir balon misali sönmesi, hayallerin kırılması, tabiri caizse hevesinizin kursağınızda kalması? Ne kadar kötü bir durumdur öyle değil mi, onca emeğin bir anda harcanması? Oysaki siz o sürpriz için belki günler öncesinden düşünmeye başladınız, sevdiğiniz kişinin süprizinizle nasıl da mutlu olacağını hayal ettiniz. Ama ne oldu? Süpriziniz artık sürpriz olmaktan çıktı, üstelik emeğiniz görmezden gelindi. Aslında süprizle anlatmak istedikleriniz vardı. Kelimelerden daha anlamlı olacağına inandığınız her şeyinizi, hislerinizi, sevginizi süprizin içine katmıştınız. Açıldığında ortalık rengarenk olacaktı. Öyle bir an düşlemiştiniz işte. Sadece bir iki saniye sürecek kısacık bir an. Ama anlamı değeri büyük olan. Unutulması zor, yıllar boyu hatırlanacak olan. Siz süprizinizle an’ı ölümsüz kılacak, her zamanki çizgisinin dışına taşıyacak, ortamı bir ressamın fırçasından çıkmışcasına renklendirecektiniz.

Unutmayın ki süprizler bir kere yaşanır. Bir dafaya mahsusu an’ı hafızanıza renkli kareler şeklinde kazır. İkinci kez yapıldı mı sürpriz olmaktan çıkar. Aynı tadı vermez.

Süprizin hayal kırıklığı yaratmaması, içinizdeki çoşkunun karşı tarafa en iyi şekilde ulaşması, hayal ettiğiniz mutluluğun paylaşılması için karşınızdakini iyi tanımanız gerekiyor galiba. Nelerden hoşlandığını, nelere tepki gösteceğini iyi bilmek, önemli olan. Yoksa süprizin hiçbir kıymeti kalmaz. Örneğin, bir hediye alacaksanız sevdiği şeylerden seçim yapmanız gerekiyor; bir yere davet edecekseniz yine onun hoşlandığı, içinde bulunmaktan memnun olacağı yerler keşfedilmeli; bir çiçekle sürpriz yapacaksınız bile o çiçeğin seçimi önemlidir. Sizin değil onun sevdiği bir çiçek olmalıdır; rengiyle kokusuyla tamamen onun hislerine tercüman olacak bir çiçek.

Ben eminim ki uzun yıllar evli olan çiftler arasında bile eşinin sevdiği çiçeği, gitmekten mutluluk duyduğu yerleri bilemeyen pek çok kişi var aramızda. Nedense onlar kendi sevdikleri şeylerin eşleri tarafından da beğenileceğini düşünürler, oysaki zevkler beğeniler o kadar farklıdır ki.

Bu nedenle sürpriz yapmadan önce durup düşünmeli. Süprizin gerçekten sürpriz olması için o kişinin sevdiği hoşlandığı şeyler araştırılmalı.

Hadi ama, bu o kadar da zor ve zahmetli bir şey değil. Azıcık dikkat yeter de artar bile. Sevdikleriniz içinse sonuna kadar değer.

Sonuçta mutlulukla parıldayan bir çift gözle karşılaşmak var daha ne olsun. Hayatınızda hep güzel süprizler olması dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
24.03.2007

DENİZ AŞIKMIŞ AMA… (Büyüklere bir masal)



Ve dalgalı deniz buluştu sonunda… Kavuştu kumlarına, güneşin altında yıllarca kalmış kavrulmuş, kızgın, sapsarı ama bir ipek gibi yumuşak ve gizemli hasretine. Hem de ne kavuşma, hem de ne sarılma… bir daha hiç ayrılmamacasına…


Deniz durgun, dingin haliyle sarı kumlarla oynaşırken bir daha hiç ayrılamayacağını anlamış. Bir anda nereden çıktığı belli olmayan bir azgınlıkla dalgalarının arasına katmış uysal kum taneciklerini, olabildiğince sarıp sarmalamış ve koyu mavi derinliklerine, kimselerin ulaşamayacağı enginliklerine götürmüş. Serin kopkoyu maviliklerde en sessiz gölgelerde bir arada olmanın keyfini yaşamışlar. Kimseler görmeden bilmeden sadece onlara ait olan dünyalarında mutlu ve mesut olmuşlar.

Birbirlerine anlatacak o kadar çok şeyleri varmış ki; bir süre deniz konuşuyor, çoştukça çoşuyor, bu arada kum taneleri en güzel dansını yapıyormuş. Bir süre sonra kum taneleri anlatmaya başlıyor, denizin aklına hayaline gelmeyen güzellikleri onunla paylaşıyormuş. Deniz şaşkın, deniz heyecanlı, deniz hiç olmadığı kadar mutluymuş. Çektiği tüm sıkıntıları, özlemleri nasıl da yok olmuş hasretlisine kavuştuktan sonra. Artık tek düşüncesi, tek emeli varmış hayatta. O da zor bulduğu, senelerini verdiği ve sonunda kavuştuğu sapsarı taneciklerini asla kaybetmemekmiş. Onu kaybetmenin düşüncesi bile içini acıtmaya yetiyormuş. Buna asla izin vermeyecekmiş çünkü kendi kendine sözü varmış.

Ama söylentiler, yıllar içinde çok büyük kuraklıkların olacağını, yeryüzündeki suların giderek azalacağını söylüyormuş. Olsun varsın, deniz giderek azalsınmış ama kumların o çok sevdiği yatağında azalmak, yok olmak bile onun için en güzel yok oluşmuş. Bunlara bile razıymış, yeter ki kokusunu, ipeksi tenini sevdiği kum tanelerinden ayrılmasınmış.

Gelin görün ki bu güze beraberliğin arasına her gece ay en büyülü ışınları ile girer, kendisi yetmezmiş gibi yıldızları da yanına çağırırmış. Gün ışıyana kadar denizi hiç bırakmaz, her gün farklı şekillere girerek; kum taneciklerini kıskandırmak ve aralarını açmak için elinden geleni yaparmış. Kum taneleri o nedenle geceleri hiç sevmez, denizi değil ayla, hiç kimseyle paylaşamadığını her gece yeniden bir kez daha anlarmış. Hem sadece ay değilmiş ki aralarına giren, yıldızlar her gece bir başka yerden en parlak ışıklarını gönderir; sanki denize göz kırparlarmış.

Yorulmuş tüm bunlardan kum taneleri, her gece savaş vermekten; denizin bu vurdumduymazlığından, onun ayı ve yıldızları sevgiyle kucaklamasından. Deniz ise tüm bunlardan habersiz; günlerini gecelerine ekliyor, mutluluğuna mutluluk katıyormuş.

Ama gün gelmiş deniz, sevdiği kum tanelerindeki durgunluğu fark etmiş. Başlamış düşünmeye hem de kara kara. Kum tanelerine defalarca sorduğu halde aldığı yanıt yetersizmiş çünkü. Kum tanelerinin kendisini artık sevmediğini düşünüp; geceleri bu hislerini ay ve yıldızlarla paylaşır olmuş. Bu samimiyet kum tanelerini daha da üzmüş. Bir gün deniz sevdiceğini tekrar mutlu edebilmek için sahile eski yurduna geri götürmek istemiş. Ama o da ne? Kum tanecikleri, deniz fark edip harekete geçene kadar çoktan gitmiş ve denizi terk etmiş bile…

O gün bugündür o yörede denizler hep dalgalı ve mutsuz, sahiller hep kumsuzmuş. Dinginlik ve durgunluğu çoktan unutmuş… ama o minicik sapsarı sevgi dolu kum taneciklerini ASLA…

Sevgiyle Kalın

Belgin ERYAVUZ
13.05.2004
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...