24 Ekim 2019 Perşembe

BİR KORKU KLASİĞİ


Tüm zamanların en unutulmaz korku romanı hiç şüphesiz ki Frankenstein.

Birçok filme ilham kaynağı olan roman kadar ilgi çekici olan bir şey daha var ki o da yazarı.

Böylesi ünlü bir öyküyü kimin kaleme aldığını bilenlerin sayısı ne yazık ki çok az. 
Oysaki yazarı da roman kadar hatırlanmayı ve hatta alkışlanmayı hak ediyor.

Neden mi?

Çünkü yazar çok genç bir yaşta böylesi bir öyküyü kurgular, kaleme alır ve bastırmayı başarır.

İsmi Mary Shelley.

1797 yılı Londra doğumlu.

Feminist bir yazar ve filozof Mary Woolstonecraft ile politikacı ve filozof William Goldwin çiftinin ilk çocuğu.

Henüz on günlükken annesini kaybettiği için babası tarafından yetiştirilir. Okula gönderilmediği için resmi bir eğitim alamaz.

Üvey annesi ve üvey kardeşleri ile hayli sorunlu, mutsuz ve çoğunlukla yalnız bir hayatı olur.

En büyük tutkusu kırlarda gezinmek ve annesinin mezarı başında korku ve hayalet öyküleri okumaktır. Bu yüzden sürekli uyarılıp cezalandırılsa da hiç kimse onun 19 yaşında ünlü bir korku romanına imza atacağını düşünemez. Babası bile.

Satırları okurken bugün bile tüylerimizi diken diken eden böylesi bir romanın ardında gencecik bir kızın olması; haliyle onun yaşamını araştırmamızı söyler gibi.

Mary Shelley, çocukluğunu evlerindeki kütüphanenin kitaplarını okuyarak ve öyküler yazarak geçirir. Babasının edebiyat ve felsefe dolu çevresinden, yapılan sohbetlerden oldukça etkilenir.

1812 yılında evden uzaklaştırılmak amacıyla bir aile dostlarının yanına, İskoçya’ya gönderilir.

1814 yılında 16 yaşındayken, dönemin en gözde romantik şairlerinden Percy Shelley ile tanışır. Birbirlerine aşık olurlar. Ancak aşık olduğu adam evlidir. Çevrenin baskısı ve babasının karşı çıkışlarına rağmen kalbinin sesini dinler. Beraberce Avrupa’ya kaçarlar.

1816 yılında Percy’nin hamile eşinin intiharı ikisinin de duygularını alt üst eder. 
Sessizce evlenip beraberce İtalya’ya yerleşirler.

Ancak mutsuzluk hiç peşlerini bırakmaz.

İlk iki çocuğunu çok küçük yaşlarda kaybeder. Üvey kız kardeşinin intiharı hayatlarındaki bir başka dram olur. Aşık olduğu adamdan ihtiyaç duyduğu sevgiyi ve ilgiyi göremez. Defalarca aldatıldığı halde onu terk etmeyi hiç düşünmez.

Kendisini iyileştirmenin tek yolu yazmaktır. İçinde bulunduğu edebi çevrenin de olumlu etkisi ile yazmaya başlar.

18 yaşında gördüğü kabus dolu rüyadan çok etkilenir. Hayalinde yarattığı canavarı, onun ruh halini, maruz kaldığı şiddeti ve sonrasındaki intikamı kahramanın ağzından yazmaya karar verir.

İşte Frankenstein ya da Modern Prometheus romanı böyle doğar.

Kitabı bitirdiğinde yeniden hamile kaldığını fark eder. Yaşamındaki bitmek bilmeyen üzüntüler nedeniyle zor bir hamilelik geçirir.

Üstelik o yıllar kadının önemsiz olduğu dönemlerdir. Bu nedenle kendi ismiyle kitabını bastırması mümkün olmaz.

Böylece 1818 yılında ilk kopyalar isimsiz olarak baskıya girer. Anonim olarak basılan roman edebi çevreler tarafından beğeni ile karşılanır. Haliyle yazarı merak edilir. Hatta çoğu çevreler romanının yazarı olarak eşini gündeme getirir. Mary ise sessizce beklemeyi tercih eder. Ta ki babası devreye girip, kızının ismiyle ikinci kopyaların basılmasını sağlayana kadar.

Artık herkes tarafından beğenilen bir romanın yazarıdır.

1819 yılında oğlunu kucağına alır. İki evlat kaybetmenin korku ve endişesi ile ona sımsıkı sarılır.

Bundan tam dört sene sonra, yani yirmi dört yaşındayken bir tekne kazasında eşini kaybeder. Gencecik yaşında yine yalnız kalmıştır.

Londɾa'ya döner. Hayatta kalan oğlu için mücadeleye girişir.

Kendisini yeniden yazmaya adar.

Eşinin şiirlerini derler. Kısa öyküler, denemeler, biyografi ve gezi yazıları kaleme alır. 
Yaptığı düzenlemeler ve editörlük işleri ile de edebiyat dünyasında saygın bir yer kazanmayı başarır.

Frankenstein’ın yanı sıra diğer önemli kitapları Valperga, Son İnsan (apokaliptik yani kıyamet sonrası bilim kurgunun ilk modern örneği), Lodore ve ölümünden sonra yayınlanan Mathilde olur.

Mary Shelley 1851’de 53 yaşında beyin kanserinden hayatını kaybeder.

Yaşadığı zorlu hayatın, seçimleri nedeniyle gördüğü dışlanmanın, duygularıyla savaşmanın, zaman zaman yenilmenin acısını aktardığı romanı ile hep hatırlanacak kendisi. Ne mutlu ona ki; gencecik yaşında yarattığı karakter, bugün bile gotik korku türünde pek çok kişiye ilham kaynağı oluyor. Üstelik Frankenstein günümüzde hala tüm zamanların en çok satan gotik romanları arasında yer alıyor. Aradan geçen iki yüz seneye rağmen…

Peki bu korku klasiğinin ismi nereden geliyor dersiniz?

Mary eşiyle beraber çıktığı bir Güney Almanya gezisinde Darmstadt kasabasına uğrar. Orada Frankenstein Kalesi’nin ve ilginç sahibinin dilden dile dolaşan efsanevi öyküsünü duyar. Kalenin sahibi Johann Konrad Dippel bir simyacıdır. Yaşamı uzatan türlü iksirler üzerinde çalışan, mezarlıktan çaldığı bedenler üzerinde elektrik deneyleri yapan bir bilim insanıdır kendisi.

İşte bazı otoriter çevreler romanın bu öykülerle şekillendiğini söylerken; bazı eleştirmenler Mary Shelley’in çalkantılı, acı ve üzüntü dolu yıllarının, zaman zaman taşıdığı suçluluk duygusunun da karakterlere yansıtıldığında hemfikir.

Hayat sürprizlerle dolu.

Acısı, üzüntüsü bitmese de gün geliyor o acılar farklı şekillerde hayatı sarmalıyor. 
Duyduğunuz bir öykü, gördüğünüz bir kabus ile dilleniyor. Bir de bakıyorsunuz ki aradan geçen yıllara meydan okuyan klasik romanlar can bulmuş.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.08.2019





14 Ekim 2019 Pazartesi

UMUDU SANATLA YEŞERTMEK


Umut yaşamın tek düzeliğini kırıp, içindeki albenili renkleri görmemizi sağlayan altın anahtarımız.

Yaşamdan doyasıya tat almak için onu her dem taze tutmamız önemli. Çünkü ancak içimizdeki umutla yaşama dahil oluyor, zorluklarla daha kolay savaşıyor ve mutlu olduğumuzu hissediyoruz.

Bunun için de zaman zaman güzel örneklere ihtiyacımız var.

İşte ‘’ Nise: The Heart Of Madness. ‘’ isimli film de bunlardan bir tanesi.

Türkçe’ye ‘’Delice Bir Tutku’’ olarak çevrilmiş.

Şizofren hastalarını elektro şokla tedavi etmeyi rededen ve onları sanatla yaşama bağlayan Brezilyalı bir kadın doktorun hayatından çarpıcı bir bölümü anlatıyor film.

Tamamen gerçek ve birebir yaşanmış olaylardan oluşuyor.

2015 yapımı film, yılın Tokyo Uluslararası Film Festivali'nde 'büyük ödül'ü kazanmış.

‘’Yaşama dahil olup bir şeyler yapmanın ve kendi çağınıza ait olmanın binbir yolu vardır.’’

Beni üzerinde düşündüren ve yazıma vesile olan bu sözler, işte bu kadın doktora ait.

Umutsuzluğa başkaldıran ve zorluklara karşı cesaretle direnirken, sevgiden güç bulan bir kadın.

İsmi Nise da Silveira,

Brezilyalı bir psikiyatrist.

Derinlik psikolojisinin kurucularından İsviçreli ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung’un öğrencisi kendisi.

Bir döneme imza atan bu şahane kalbi ve yaptıklarını yakından tanıyalım ve sevginin gücüne tanık olurken, umudun nasıl yeşerdiğini beraberce görelim istedim.

Nise 1905 yılında Brezilya’da doğar.

Tıp eğitimi alır ve bölüm olarak da psikiyatr seçer.

Kadının hor görüldüğü, doktor olsa dahi sözünün pek geçmediği o dönemlerde durmadan okur, araştırır ve çalışır. Yenilikleri takip ederken bilgisini tazeler.

Diğer doktorların tercih edip uyguladığı, iyileştirmeden tamamen uzak; acımasız tedavi yöntemlerinin hiç birini kabul etmez. Kariyerini hiçe sayarak inatla direnir.

O yıllarda diğer doktorlar hiç anestezi kullanmadan; hastalarının göz yuvalarına soktukları buz kıracağı ile; beynin ön lobunda yer alan önemli duyu ve motor sistem bağlantısını keserek (lobotomi yöntemi ile) akıl hastalığına acımasızca çare arar. Bu yöntemde çoğu hasta hayatını kaybederken; yaşayanlar da maalesef bakıma muhtaç hale gelir.

İşte Nise bu tarz tedavilere karşı çıktığı için çalıştığı hastanede dışlanır. Hor görülür.  Aşağılanır.

Ancak o yılmaz. Hastalarına umut aşılamak için onları sanatla buluşturur. Tüm engellere, karşı çıkışlara, yasaklara rağmen; umudun sanatla yeşermesini sağlar.

Böylece bakımsız hastane odalarının içinde yaşamaya zorlanan hastalara muhteşem bir umut ışığı olur.

Onları çoktandır unuttukları doğa yürüyüşlerine çıkarır. Güneş ısısını yeniden tenlerinde duymalarını sağlar. Çiçeklerin, yaprakların, ağaçların o güçlü ışık altındaki danslarını fark etmelerine olanak tanır. Hayvanların güçlü sevgisini hissetmeleri için elinden geleni yapar.  

Sadece gözlemleyerek, dinleyerek, sevgiyle dokunarak iç duvarlarını yıkmalarına vesile olur. Yaşama tutunmaları, bir amaç edinmeleri için resimle, renklerle buluşturur. Sanatla; bilinçaltının gizli kapılarını yavaş yavaş açmalarını gururla izler.

Böylece sanatın, bilinçaltını dışa vurmada ne denli önemli olduğunu henüz o yıllarda kanıtlamış olur.

Bir süre sonra birçok sanat müzesinde ismi bilinmeyen ressamların resimleri konuşulmaya başlar. Üstelik bu resimler sanat eleştirmenlerinden tam not alır.  

Hiçbir eğitim almadıkları halde içlerindeki kargaşayı, mücadeleyi, derinlere gömdükleri acıyı resim yardımıyla açığa çıkarmaları herkes tarafından takdirle karşılanır.

Gösterdikleri ruhsal iyileşme tüm ülkeyi derinden etkilerken, doktorların acımasızca savunduğu klasik yöntemler de sorgulanmaya başlar.

Ruhun dışa vurumunda sanat terapisi bugün harikalar yaratıyor. Bilinçaltının dışa vurumunu betimleyen sergiler açılıyor. Hepsi de insanın ruhsal mücadelesinin sanatla buluştuğunda nasıl güzel geri dönüşlere sebep olduğunu gösteriyor.

Karşımızdaki insanlara ön yargı olmadan yaklaşmanın, sakince dinlemenin, duvarlarını yıkmaları için onlara zaman tanımanın, umutlanmaları için yapabileceğimiz her ne varsa yapmanın ne denli kıymetli olduğunu da.

Böyle kalplere ihtiyacımız var. Onlar sayesinde hayat daha kolay.

Son sözler Nise’nin hiç unutmadığı değerli hocası Carl Gustav Jung’dan gelsin mi?

“Ben, başıma gelenlerden ibaret değilim. Ben, OLMAK İSTEDİĞİM kişiyim.”

Hayatı daha yaşanır hale getiren, sevgi dolu enerjileri ile umudumuzu yüksek tutmamıza vesile olan tüm güzel insanlara saygımla…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.08.2019



7 Ekim 2019 Pazartesi

KIZGINLIĞIM KİME?


Hayatın bizleri sınaması hiçbir zaman bitmiyor. Büyük konuştuğumuz her ne varsa gün gelip önümüze dikiliyor.

‘Asla yapmam.’ dediklerimizi yaparken küskünlüğümüz artıyor.

Geçmişte atlattığımızı zannettiğimiz ve belki de unuttuğumuz sınavlar; daha da zor ve ezici suretleriyle karşımızda duruyor.

Ve biz kafamıza üşüşen binlerce sorunlu düşünce karşısında koruma kalkanımızın arkasında; çaresizce çırpındığımızı iliklerimize kadar hissediyoruz.

Tıpkı varlık içinde yokluğa odaklandığımız, şükredecek onlarca nimeti görmezden gelip hayıflandığımız zamanlarda ki gibi.

Sıra dışı olayları, samimi ve sarsıcı bir üslupla anlatan İran asıllı yazar Gulam Hüseyin Sâedi bakın ‘Dendil’ romanında ne der;

"Deniz kıyısında yaşayıp da denize küsen herkes senin durumuna düşer.’’

Gerçekten de öyle bir benzetme yapmış ki beni benden aldı.

Mis kokulu masmavi bir denizin kıyısında yaşıyorsunuz ve ruhunuzu bu özel armağandan mahrum edip ona küsüyor, görmezden geliyorsunuz.

Hepimizin gün gelip yaptığı gibi.

Açıklaması kendimize dahi zor gelen o anları, tekdüze günleri, bitmeyen karanlık geceleri aralayamadığımız gibi.

En yakımızdakileri, hatta yanı başımızda durup el verenleri yok saydığımız gibi.

Peki neden?

İnsanız çünkü.

Duygularımızla; hassaslığımızla, narinliğimizle, kaba ve sert yanlarımızla, iyi ve kötü taraflarımızla, sevgimizle, belki yetersiz kalan anlayışımızla, kısacası kendimize has tavır ve davranışlarımızla; ruhumuzu ayakta tutmaya çalışan varlıklarız.

Doğduğumuz andan itibaren öğrenme kulvarında yol alırken; bilgi hazinemizi doldurdukça aslında ne kadar boş olduğunu bilecek kadar erdemli yanımızla hep mücadele peşinde olduğumuzu biliyorum. Ne mutlu ki son anımıza kadar da bu mücadele bitmeyecek.

Bunu bildiğimize göre bize düşen; kendimizi daha iyi tanımak ve var olan insani duygularımızın dilinden anlamaya çalışmak.

Hem de bir an önce.

Yok saymak, perdelemek, unutmaya çalışmak hiçbir işe yaramıyor çünkü. Sadece üst üste yığılıyor ve bir gün patlak veriyor.

İşte o gün geldiğinde yazarın dediği gibi çoğumuz denizlere küsüyoruz galiba.

Bugüne kadar tam 123 defa filmi çekilen bir eserden bahsetme zamanı şimdi.

Bir korku romanı aslında.

Yazım yılı 1886.

İsmi ‘Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’.

İçimizdeki iyilik ve kötülüğün savaşını; baskılanan ve yok sayılan duyguların gün gelip nasıl büyük yıkımlara yol açtığını anlatıyor. Dürtüler, bencil ve ilkel ihtiyaçlar, açgözlülük bir yanda. Yasaklar, baskılamalar, kendimize yakıştıramamak, kabullenememek öte yanda.

İki zıt yön.

İki ezeli ama güçlü rakip.

Tamamen insani duyguları gözler önüne serdiği için bu denli popüler olmuş bu eserdeki iki karakter gibiyiz her birimiz kendi içimizde.

Bu savaşta en büyük darbeyi de ruhumuz ve naif duygularımız alıyor. Yaralanıyoruz. 
Kanıyoruz. Hissediyoruz.

Aslında doğru olan da bu sanırım. Acılar ruhumuzu dağladığında hissetmeye izin vermek. Kendimize olan kızgınlığımızın farkına varmak.

Acının bizlere anlatmak istediklerini öğrenmeye çalışmak zor belki ama her bir adımda bakış açımızın değişeceği gün gibi ortada.

Gerçekten acının içindeyken hissettiğimiz duygu, dışarda korku dolu gözlerle bakıp görmezden geldiğimiz duygudan daha çok canımızı yakmayacak ki. Tam tersine bir de bakacağız ki boşuna korkmuşuz. Gelip geçmiş bile.

Her şey gibi acılar da geçiyor. Üzüntüler de. Kızgınlıklar da. Unutulmuyor biliyorum. İz bırakıyor. Ama geçiyor. Çünkü geçme iznini kendimiz veriyoruz. Geçerken yüzleşeceğimizin bilincinde olarak yolda onları karşılıyor sonra da sevgiyle uğurluyoruz.

Denize küsmek yerine o engin maviliğe açalım ruhumuzu. Kabullendiğimiz noktada başlayacak şifalanma. Denize açıldıkça sönecek ruhumuzu yakan tüm o kızgınlıklar.

İşte şimdi yazarın ikinci cümlesini sizlerle paylaşma vakti.

‘’Denize açılırsan bunların hepsi geçer."

O halde küsmek yok.

İçimizdeki iyi ve kötü yanlarımızla yola devam. Yaramızın içine sevginin sızmasına izin verdikçe güçleneceğiz.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.08.2019




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...