26 Şubat 2012 Pazar

GÖZYAŞLARIMIZ BULUŞMAK İSTEMİŞ


Gözlerden süzülen inci taneleri…

Değerine paha biçilemiyor.

Çünkü onlar canından, sevdiğinin  gözlerinden bir ırmak misali akıyor.

Tutmak ne mümkün…

Hele hele durdurmak…  

Sadece dokunabiliyorsun elinle.

O ıslaklık seni de esir alıyor anında.

Gözlerin nemleniyor,

Sanki elindeki o bir  damla arkadaşını arıyor,

Derken…

Senin de gözlerinden akmaya başlıyor  damlalar

Usul usul…

Belli etmemeye çalışmak nafile.

İç çekişlerini sustursan, 

Gözlerini kapatsan da

Gözyaşları buluşmaya söz vermişler birbirlerine,

Buluştular işte aynı elin içinde…

NOT: şiir değil sadece bir yürek haykırışıydı, şairlerden affola…

Sevgiyle kalın

BELGİN ERYAVUZ
Temmuz 2011  

18 Şubat 2012 Cumartesi

SANAL ALEMİN GERÇEK SEVGİLERİ


Çoğu insanın ön yargı ile yaklaştığı, sanal alemin hep bir aldatmaca üzerine kurulu olduğuna inandığı bir ortamda birbirini bulan; gerçek sevgilerini tuşlardan ekrana, ekrandan gönüllere taşıyan insanlar da var aramızda. Ve ben böylesi güzel kalpli insanlarla her karşılaştığımda; bayramda kırmızı papuçlarına kavuşan ve gece yastığının altına koyup rüyalar alemine dalan bir kız çocuğuna benzetiyorum kendimi. O denli mutlu, sevinçli ve hemen kaybedecek diye biraz da endişeli…

Evet birbirinizi hiç tanımıyorsunuz kabul ediyorum, ama her sabah aynı heyecanla günaydın diyorsunuz ekrandan. Ardından güzel düşüncelerinizi, varsa sıkıntılarınızı, paylaşıyorsunuz. Gündemi sıcağı sıcağına takip etme lüksünüz de yabana atılır gibi değil hani.

Bir tebessüm bir anda onlarca olup can buluyor karşınızda. O sırada dışarıda hava yağmurlu, gökyüzü karanlık ya da fırtınalı hiç fark etmiyorsunuz. Çünkü sizin içinizdeki güneş pırıl pırıl parlamakta. O ışıklar sanki ekranı delip sahibine ulaşmakta.

Göle düşen tek bir damlayken, damlalar ardı ardına çoğalınca siz bile şaşıyorsunuz bu berekete, bu güzel buluşmaya, bu içten sıcaklığa…

İçinde sevgi olan, sevgisini paylaşmaktan hiç çekinmeyen, paylaştıkça mutluluğun arttığına inanan kalpler tek yürek olup çarpmaya başlıyor her yeni günde. Siz geceye erken başlayıp uykuya yenik düştüğünüz sırada bile; sizin için çarpan kalpler iş başında. Sabah ekranı açtığınızda, içinizde yükselen sevinci görmüş gibi heyecanlı onlar da; size birbirinden keyifli sürprizler yaparken gecenin bir yarısı.

Böylece gece sabahın en güzel ışıklarına, gündüz  akşamın o  en naif dinginliğine karışıyor, aradaki rengarenk buluşmalarla…

Belki birkaç dakika bakıp çıkarım dediğiniz yerden bir türlü ayrılmak gelmiyor içinizden.  
Paylaştıkça çoğaldığınıza, sevginizin arttığına inanıyorsunuz çünkü.

Dar alanda kısa paslaşmalar yapıyorsunuz çoğu zaman, kelimelerle dans edip en kıvrak tonu yakalamak adına…

Minicik bir alana tüm duygu birikiminizi sığdırmak, taşmak, çoğalmak…

Çoğalırken yalnız ve mutsuz olanlara bir el uzatmak, belki de gülümsetmek…

Yazıp paylaştıkça ve çoğaldığınıza inandıkça hayal dünyanızın genişleyen sınırları sizi bile şaşırtıyor.

Bir yıldız oluyorsunuz aniden lacivert bir gökyüzünden evrene göz kırpan. Sadece bir kişi dahi yazdığınız kırık dökük satırlara ulaşıp, gönlünüze dokunduğunu hissettiriyorsa eğer, o anda gökyüzünün en parlak yıldızı oluveriyorsunuz. İçinizde ki ışık daha da büyüyor, adeta tüm evreni kaplayan bir kuyruklu yıldız olup ışıl ışıl parlıyor.

Bazen pembe bir balon oluyorsunuz, küçücük bir çocuğun elinde. Bazen renkli bir akide şekeri yiyenlerin ağzında hoş bir tat bırakan. Bazen bir kumru oluyorsunuz mavi gökyüzünde eşini arayan.

Bazen sıcacık bir el oluyorsunuz sımsıkı kavranmayı bekleyen. Bazen bir şemsiye, sağanak yağmurda insanları ıslanmaktan kurtaran. Bazen minik bir yavru kuzu yemyeşil çayırlarda annesini arayan. Bazen bir fener oluyorsunuz karanlıkta ışık olan, bazen de albenili bir çiçek rengiyle, duruşuyla ve hatta kokusuyla insanları kendisine hayran bırakan.

Tamam çok iyimser bir tablo çizdim belki de sanal dünyanın bu küçük penceresinden ve kendi cephemden bakınca. Pek çoğunun gerçek ismini kullanmadığını, seçtiği resimlerde, tercih ettiği isim ve kelimelerde hep bir aldatmaca içinde  olduklarını da biliyorum. Ama bildiğim bir şey daha var ki, o da başkalarını aldattıklarını zannedenlerin, gizli saklı kalmayı tercih edip farklı niyet taşıyanların aslında kendilerini aldattıkları. Belki bizler bir ya da iki sefer denk geliriz, hatta belki üzülürüz ama onların hayatları bu aldatmacanın soğuk rüzgarından asla kurtulamaz; taa ki kendileri bunun yanlışlığını fark edene değin.

Paylaşmayı sevenler, kendisine ve etrafınızdaki herkese sevgi ve hoşgörü ile yaklaşanlar, empati yapabilme yeteneğine sahip olanlar ekrandan paylaşımların keyfini çıkarmaya devam etsinler. Paylaştıkça çoğaldıklarını biliyorlar çünkü. İçlerinde kötülük olanlar ise var olamıyor, bir iki denemeden sonra yok olmaya mahkumlar bana göre.


Sözlerimi Afşın Büyüksaraç’ın harika bir şiiriyle noktalamak istedim, ismi ‘’ORASI DİLEĞİ’’


Orada olmak dileğim
Hemen yanıbaşında
Koyu bir sohbetin ortasında
Etrafın olmadığı kadar koyu
Sıradanlığın, farklılığın
Gereksiz kibarlığın olmadığı
Senlerin benlerin konuşulduğu
İçinden geldiği gibi 
Doyasıya
Benim işte orada olasım var
Gözü gözümde
Aynı heyecanla takip edilesim
Nasıl yapsak ki acaba ?

Ekrandan sevgi ile el uzatanlarınız, sizleri pırıl pırıl ışıkları ile sarıp sarmalayanlarınız ve tebessüm ettirenleriniz çokça ve daim  olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.01.2012

8 Şubat 2012 Çarşamba

BU KORKUNUN TARİFİ YOK…


‘’Korkunun Son Katresi’’ isimli yazımda, sevdiklerinden uzakta geçirilen zor günlerden ve kavuşma anına yakın zamanlarda ortaya çıkan bir nevi duygu patlamasından söz etmiştim. Tam yazımı sonlandırırken, mutlaka değinilmesi gerektiğini düşündüğüm bir başka korku daha aklıma düştü ki; bu korkunun tarifi yoktu…
Sözünü ettiğim bu korku türü; aile içinde şiddete maruz kalan, dayak yiyen, sözle ve kaba kuvvetle hergün canları acıtılan, duyguları paramparça edilen kişilerin yaşadığı türden korkular.

Toplumdaki pek çok kişinin birebir içinde olduğu bu acımasız olaylarda; eşinden, babasından, abisinden, annesinden veya diğer aile büyüklerinden dayak yiyen, dövülen, cinsel istismara uğrayan eşler, çocuklar ve onların her gün yinelenen korkuları söz konusu.

Korkularımızın bu son katresinde yaşananları dile getirmek, itiraf edip paylaşmak yürek istiyor. Çoğu zaman da suskunluğumuza yenik düşüp kendi içimizdeki o hiç sönmeyen volkanlara dönüşüyor. Çünkü bu tarz korkular öyle uluorta dile getirilecek, herkesle kolayca paylaşılacak türden değiller.

Her gece bir başka kabus olarak karşılarına dikiliyor çoğu insanın. Vakit gündüzden elini eteğini çekip gecenin karanlığına tutsak olduğunda; binlerce çocuk, genç ya da kadın için eziyet saatleri başlıyor. Nefes aldıkları her yeni günü sonlandırdıklarında, ne tür bir sebeple dayak yiyeceklerini düşünen pek çok günahsız insan var çevremizde, yakınımızda. Pek çoğunun dili lal olmuş adeta, karşı koymayı kendilerini korumayı bırakın seslerini bile çıkaramaz olmuşlar. Öyle perişan haldeler, öyle çaresiz ve ağlamaklı. Can tatlıdır hepimiz biliriz biliriz de, başkalarının canı yandığında nedense hep sessiz kalmayı tercih ederiz. Adeta kulaklarımız sağır, gözlerimiz kör olur da; bazen burnumuzun dibinde yaşanan dramları görmezden geliriz.

Belki bizler evimizin dört duvarında neşe içinde söyleşirken, hemen yan duvarımızda bir kadının çaresizliği yankılanır gecenin kör karanlığında. Yine bir kadın dövülmektedir belki de hiç sebepsiz. Veya hemen karşı köşedeki bir apartmanda yine bir çocuk, hayatı boyunca unutamayacağı bir cinsel istismarın tam kıyısında sallanıp durmaktadır. 
Ayakları her akşam geri geri giden ve üvey baba evinin kapısında gözleri hep nemli olan bu genç kızın her gece annesi uyuduktan sonra yaşadığı dram nedir peki? Örnekler o kadar çok ki, hangi birisini saysak bir diğeri alınır misali; hepsinin korkusu sözcüklere sığdırılamayacak kadar büyük ve gerçek. Her gün yenilenen, insanı yaşarken öldüren korkular.

Susanna Tamaro’nun “Sessizlik Bir Erdemdir” kitabında bakın korkunun tarifi nasıl yapılmış. “Boş olan göklerin altındaki toplum sadece görünürde özgür ve güçlüdür. Gerçekte tahta kurtlarının kemirmiş olduğu masif bir ahşap masaya benzer. Onu kemiren tahtakurdunun adı, korkudur. Kaplanlardan kaçmak için metabolizmayı hızlandıran ilkel korkularımız değildir bu; daha aldatıcı ve görünmeyen bir korkudur. Çok uzun süre solunduğunda zehirleyen amyant ya da kurşun gibi bir korkudur.’’

Öyle ki sırf bu korkuyla yaşamak bile insanın canını fazlasıyla yakar. Ağır gelir, dayanılmaz olur, hayatı çekilmez yapar; insanı içten içe zehirler.

Fazla söze gerek yok. Dileyelim ki tüm bu korkular son bulsun ve korkunun son katresinde hissedilenler gibi ağzımızda acı bir tat bırakmasın. Sevgiyle sarmalanıp hayata gülümseyeceğimiz günlere hep beraber.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.01.2012





5 Şubat 2012 Pazar

YA S-A-B-I-R


Sabretmek… hayatımızın her evresinde karşımıza çıkan, bizi zaman zaman zorlayan bir duygu fırtınası…

Sabırla beklemenin, her ne olursa olsun sabretmenin aslında ne kadar doğru olduğunu bilsek de iş bunu uygulamaya geldiğinde hayli zorlanıyoruz. Gözlerimizin önünde akıp giden zamana karşı yarışırken, soluk soluğa koşarken hangimiz sabretmeyi o anda akıl edebiliyoruz ki? Sanki içimizde bizi dürten, sürekli uyaran bir mekanizma varmış gibi yerimizde duramıyor, lafımıza sözümüze sahip olamıyor, düşünmeye doğru dürüst  vakit ayırmadan pat diye olayların, konuşmaların içine atlayıveriyoruz.

Oysa ki bir iki nefeslik sürenin geçmesine izin versek, karşılaştığımız olayların, tanık olduğumuz konuşmaların detayını kavrasak; yani azıcık sabırla beklesek çok daha farklı eylemlerde bulunacağımız kesin. Belki hiç konuşmadan sadece dinleyecek, belki de o olayı önemsemeden yanından geçip gideceğiz. Ama yok.

İçimizdeki o sabırsızlık neredeyse elimizi kolumuzu çekiştiriyor, düşünmemize bile fırsat tanımadan arkamızdan itiveriyor sanki. Bir tek hareketle koşmaya başlıyoruz, ne ardımızı ve önümüzü görmeden. Gerek kendi içimizde gerekse çevremizde yıkıp geçtiklerimiz de cabası.

Hani bazen geçmişe dönüp baktığımızda pişmanlıklar duyarız ya, keşke’lerimiz ardı ardına sıralanır ya… işte onların çoğu bu sabırsızlığımızın meyveleri değil mi sizce de? Sabırla bekleyebilseydik sonunda ne o konuşmalar o kadar kırıcı olurdu, ne o kavgalar meydana gelirdi, ne de dargınlıklar, küs kalıp ayrılmalar bizi can evimizden vururdu.

Hayat çok daha çekilir olurdu belki de kimbilir.

Sabretmek, sabırla beklemek üzerine pek çok deyim, özlü söz var elbette. Ama sabırla koruğun helvaya dönüştüğünü gören kaçımız var ki aramızda? Ya da bekleyen derviş muradına ermiş misali sabırla bekleyerek muradını yakalayan kaç kişiyiz şunun şurasında?

Biraz ruhumuzla iç yapımızla; biraz da yaşanmışlıkla alakalı sabır öte yandan. Tecrübelerimizin ve hatalarımızın tekrarlanmaması yolunda ki ilk adım hem de. Sabır bizi sınar hem de her olayda. Başımıza gelen acı, tatsız, üzüntü verici, zorlayıcı, haksızlık içeren her türlü olay karşısındaki metanetimizi ölçer adeta. Bunlara karşı duyarlıyız elbette hepimiz; ama bir o kadar da sabırsız.

Bu konu üzerinde çalışma yapanlar ‘’Doğru tepkiler verebilmek ve sabır anında kendi potansiyelimizi harekete geçirmek için, an’daki  hissettiklerimizi iyi analiz etmeliyiz.’’ diyor. İşte o analiz halini yakalamak da, biraz sakin olup bir süre düşünmekten geçiyor. Canı tez olanlar, yerlerinde duramayanlar için nasıl da zordur bu süreç iyi bilirim.

Ah… benim sabırsız yanım, ah… benim sabır için direnen öbür yarım… 

İnsanlar değişime açık olmalı, ‘’ne yapayım ben böyleyim işte‘’ deyip kestirip atmaktansa, bir sonraki olayda ve o an geldiğinde hatırlayıp; bir şeyler yapmaya çabalamak bile bir adımdır bence. O ilk adımdan sonra sabırlı yanımızı daha çok ortaya koyacağımız kesin. Yeter ki yılmayalım,  değişimden korkmayalım ve her aklımıza geldikçe kendi kontrol mekanizmamızı devreye sokalım.


Sabırsızlıklarımızın ham meyvelerini yemektense, sabırla olgunlaştıklarını görmenin keyfini hep beraber yaşayabilmek dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.10.2011














Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...