29 Nisan 2011 Cuma

ANGUT KUŞU ve KAR BEYAZI SEVGİM



Soğuk bir İstanbul gecesi… kar yağıyor usul usul. Kar taneleri yumuşacık süzülüyor gökyüzünden adeta birbirlerine değmemeye özen göstererek, yavaşça… penceremden koyu mavi gökyüzüne bakıyorum. Bu nasıl güzel bir tablo böyle anlatması zor. Tek bir kar tanesini takip etmeye çalışıyorum yüzlercesinin arasından; yitip gidene değin… gözlerimle izliyorum o narin danslarını ve uyumlarını. Bir kısmı pencere camına konuyor, erimeden önceki o dantel dantel kıvrımlarına şaşmamak elde mi? Her bir kar tanesi bir diğerinden farklı, ama tümü sanki sessizce çalan bir orkestraya eşlik edercesine yumuşacık ritmlerle süzülüyor. 

Karın beyazlığını, yumuşacık yağışını seviyorum galiba. Ama sadece o kadar. Her yeri bir anda bembeyaz yapan ve muhteşem görüntüleri ile en güzel tablolara esin kaynağı olan bu güzel örtü bir çoklarının canını yakıyor biliyorum.  

Hayat mücadelesine düşmüş, karınlarına bir lokma sıcak yemek sokabilmek adına deyim yerindeyse tırnaklarıyla toprağı kazıyarak yaşamaya çalışanlar… soğuk hava, kar… onların en büyük düşmanı adeta.

Kar o kadar kendi halinde ve masum masum yağıyor ki yeniden kendi içime dönüyorum şimdi, kalbime kök salmış derin sevgimle beraberim. Neden bilmem; gökyüzünden usul usul süzülen kar taneleri bana bembeyaz sevgimi hatırlatıyor. 

O kadar masum, o kadar temiz, o kadar içten ve bir o kadar da güzel. Ama tıpkı yere konduğu anda erimeye, güzelliğini yitirmeye başlayan kar taneleri gibi sevgim de yok olup gitti, adeta avuçlarımdan kaydı tutamadım, olmadı. Bir şeyler fazla ya da eksikti besbelli, ama o son çırpınış yok mu? Hani elinde kayıp gitmemesi adına kendi iç sesinle yaptığın o mücadele… Öyle derin, öyle iz bırakıcı ve öylesine can yakıcı…

 ‘’Sensiz olmaz
   Sensizlik anlatılmaz
   Hep eksik diyorum ya
   O bile az’’

Mustafa Ceceli’nin bu güzel şarkısındaki gibi hayatımda hep bir şeyler eksik şimdi. Oysa ki sevgi bitmez, sevgi kalbine bir kez yerleştikten; orada kök saldıktan sonra ancak büyür, kocaman olur. Filizler dallara dönüşür, çiçekler açar. Gün gelip o eksiklik hayatınıza girdiğinde ise ancak dalları kırılır, çiçekleri solar ama kökler öyle derinlere inmiş, hücrelerinize öyle bir yerleşmiştir ki onu söküp atabilmek mümkün olmaz.

Bir anda yok olan sevgileri düşünüyorum. Yok edilen, dalları hoyratça kopartılan, tamamen yok olsun diye susuz bırakılan birliktelikleri.

İşte bu anda aklıma çok özel bir kuş düşüyor. Yaptıkları ile değme insana örnek olabilecek kadar hassas ve duygulu bir kuş. İsmi angut. Sakın ismini duyduğunuzda önyargıya kapılmayın. Çünkü onun hikayesi çok başka. Angut kuşları hep çift halinde yaşarlar tıpkı kumrular gibi ve eşlerini hiç terk etmez, yalnız bırakmazlar. Bir angut kuşu eşini kaybettiğinde ise gözlerini eşine diker ve bir dakika bile eşinin ölüsünün üzerinden ayırmadan o da ölene değin baş ucunda bekler. Yanına o anda başka bir yırtıcı hayvan ya da insan gelse dahi ayrılmaz oradan, bakışlarını da ayırmaz eşinden. Aslında çok ürkek bir kuş olmasına rağmen, elinizi uzattığınızda bile kıpırdamaz. Sadece bakar. İşte bu yüzden olsa gerek, birisi bir laftan anlamayıp boş boş bakınca ‘’angut’’ kelimesini kullanırız. 
Oysa ki gerçek ne kadar farklıdır. Keşke herkes angut kuşunun eşine baktığı gibi bakabilse değer verdiklerine, herkes eşine angut kuşu gibi sadık olsa, o derin sevginin değerini bilse.

Kar beyazı sevgiler yüreklerimizdeyken, bu özel kuşu ve eşine yaptıklarını hatırlatmak istedim sadece. Kimbilir belki siz de etkilenir, sevginize sahip çıkmak adına son bir gayret daha gösterirsiniz diye. Bu son hamleye değer değmez mi takdir elbette size kalmış ama; ben sevginin o kar beyazı masumluğunun her şeylere değeceğini düşünenlerdenim. Sonradan pişman olmamak için son bir adım daha… ha gayret.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.11.2004

NELER OLUYOR?


Neler oluyor? Hayatın, yaşamanın ne kadar anlamlı olduğunu ve her yeni güne umutla gülümseyerek başlamanın daha çok mutluluk getirdiğini anladığımız bu zamanlarda olanlar sanki bizleri sınar gibi. Duyduğumuz her olumsuz haber duygularımızı, umutlarımızı hallaç pamuğu gibi oradan oraya savururken durup düşünme molalarımız çoğaldı bu aralar.

Neler oluyor?

Dünyaya, iklimlere, insanlara neler oluyor?

Bizler inatla her akşam yastığımıza başımızı koyduğumuzda biten güzel ve huzurlu bir gün için şükürler edip, yarına daha umutla rüyalar alemine dalamaya çalışırken; ertesi sabah uyandığımızda duyduklarımız içimizi nasıl da acıtıyor.

Her kafadan bir ses çıkıyor. Ayın hareketleri, yıldızların sert açıları, yeryüzünün geçmişten öç alırcasına hareketliliği, batıl inanışlar, hortlayan mitolojiler… Öne sürülen her bir tez bizleri daha bir endişeye sürükler oldu. İçlerinde doğruluk payı olanlar, bu kötü hareketliliğe sebep olanlar var mı bilinmez ama; insanoğlu bir saniye sonrasını bile tam olarak kestiremezken günler, aylar, yıllar sonra olacaklara şimdiden endişelenmek insanı yoruyor. Umutlarını köreltiyor.

Evet, son yıllarda dünya üzerinde olan tabii afetler azımsanmayacak boyutlarda. İklim değişiklikleri, seller, kuraklık, yeryüzü sarsıntıları şiddetini artırarak devam ediyor. Pek çok ülke, pek çok millet bundan etkileniyor. Canlarını, mallarını, evlerini, eşyalarını kaybediyor, gözyaşı döküyor.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi; yaşadığımız dünyaya sığamadığımızı, bir şeyleri adaletli olarak paylaşamadığımızı ve aslında birbirimizi sevmediğimizi açıkça ortaya koyan savaşlar, saldırılar, tacizler, darplar, insan canına kıymalar, haksızlıklar,… aldı başını gitti.

Neler oluyor bize?

Neler oluyor dünyamıza?

Alçak gönüllü olmanın, erdemli olmanın, saygı ve sevginin hayatımızı kuşatması gerekli bu zor zamanlarda hepimiz çok değiştik.

Birbirimizi sevmez olduk, dinlemez olduk, anlamaz olduk. En küçük bir hareketi bile bağışlamaz olduk. Bu kadar mı dolduk, bu kadar mı insanlığımızdan uzaklaştık anlamak mümkün değil.

Çocuklarımızı bu şeklide mi yetiştireceğiz, onlara bu davranışlarımızla örnek olacağız? Elimizde bıçak ya da silah, dilimizde hakaret ve yüzümüzde en asık surat ifademizle insanları itip kakarak, aşağılayarak,… Olmaz böyle şey, olmamalı!

Tipini beğenmediği için, davranışlarını kendi inançlarına aykırı bulduğu için, düşüncelerini ve eserlerini kabul etmediği için insanların hayatlarına müdahale etmek, canlarını acıtmak, hatta onları yok etmeye çalışmak… Bu insanlığa yakışmıyor. Hiçbirimize yakışmıyor. Hele hele bizler gibi köklü ve saygın bir geçmişe sahip olan, hoşgörüsünü her sözü ile bizlere hissettiren Mevlana’nın torunlarına hiç yakışmıyor.

Tüm bu olup bitenlerden kendi payımıza bir ders çıkarmamız gerekirken, hayatın ve yaşamanın ne kadar anlamlı ve güzel olduğunu her defasında fark edip elimizdekiler için şükretmemiz gerekirken, bizler ne yapıyoruz? Bir toplum içinde yaşadığımızı unutuyor, paylaşmanın saygı ve sevginin güzelliğini hiçe sayıyor, bencilliğimizi besleyerek, adeta onun  esiri oluyor; etrafımıza, sağa sola saldırmaya başlıyor, huzurumuzu bozacak pek çok şeyi gündeme taşıyor, insanlarımızın canlarını yakmanın adeta yollarını arıyoruz.

Her yerden nefret dolu bakışlar, hakaret dolu konuşmalar yükseliyor. Karşımızdaki sanki bizim gibi insan değilmiş, bizim sahip olduğumuz haklara sahip değilmiş gibi davranıyoruz.

Neden? Nasıl bu kadar yozlaştık? Sevgimizi saygımızı ne zaman kaybettik?

Geceleri huzurla uyku uyuyamaz olduk. Yeni güne gülümseyerek bakmaya bile korkuyoruz artık. Stres, huzursuzluk gencinden, yaşlısına hepimizi sarıp sarmaladı. Ve bunu biz kendimiz yarattık.

Evet belki yapılan çok haksızlık var, evet yapılan bu haksızlıkların çoğu cezasız kalıyor ve bizler bağışlamayı da unuttuk artık, ama…

Yine de durup düşünme zamanı, yanlış yaptığını kabul edebilme cesaretine de sahip olabilmeli insan; yeri geldiğinde susmalı, yeri geldiğinde bağışlamalı. Duyarsızlığı, vurdumduymazlığı, hoşgörüsüzlüğü, kin ve nefreti bir yana koymayı bilmeli. Daha huzurlu, daha mutlu ve pozitif insanlar olmak adına bunu başarmak gerek. Çocuklarımız için, kendimiz için, geleceğin güzel dünyası için…
Yarına daha umutla uyanabilmek için, çocuklarımızı sevgi dolu insanlar olarak yetiştirebilmek için, mutluluğu ve huzuru bir an önce yakalayabilmek için; unuttuğumuz sevgiyi yeşertmenin, saygıyla güçlendirmenin, hoşgörüyle taçlandırmanın vaktidir artık. Birbirimizi daha fazla kırmadan, incitmeden kucaklayıp, gelecek güzel günlere tebessüm etme zamanı.

Haydi ne duruyorsunuz, size uzatılan eli sımsıkı kavrayın artık. Çevrenizde öyle bir el yoksa, ilk sevgi dolu eli uzatan siz olun. Biz yapmazsak, siz yapmazsanız, kimler yapacak?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.03.2011 

13 Nisan 2011 Çarşamba

ÖPEYİM GEÇSİN




Son günlerde Günay Çoban’ın sözleriyle hayat bulan ve Aşkın Nur Yengi’nin güzel sesiyle kulaklarımıza ulaşan ‘’Öpeyim Geçsin’’ şarkısı bana çocukluk günlerimizi anımsattı.

Önce şarkı sözlerinden bir pasaj…

‘’Diyorsun ki ah bir bilsen
Ne çok çektim aşktan meşkten
Bir yaram var sızlar bazen
Öpeyim, öpeyim, öpeyim geçsin

Aman hadi yeter boşver gitsin
Kader ikimize birden gülsün
Sevda yaraları merhemlensin
Öpeyim geçsin

Herkesin çilesi aynı dertten
Kaderin cilvesi bu muymuş madem
Sevda yanığına çare dersen
Öpeyim geçsin,
Öpeyim geçsin
…………………..     ‘’

Keşke bu güzel şarkının dediği gibi her türlü derdimizi sevdiklerimizin bir öpücüğü ile unutabilsek. Tıpkı çocukken düştüğümüzde ya da bir şekilde canımız yandığında aneminizin öpüp acımızı dindirivermesi gibi.

Öpeyim geçsin… ne kadar anlamlı iki sözcük aslında. Sizi çok sevdiğini, düşündüğünü ve zor anlarınızda yanınızda olduğunu düşündüren, size yalnız ve çaresiz olmadığınızı hatırlatan tınılar var içeriğinde.

Hepimizin ihtiyacı olan kuvvetli bir destek. Hayatın zorlamaları karşısında bize mücadele gücü veren itici bir güç.

Ne tür bir zorlukla karşılaşmış olursanız olun böylesi anlamlı sözcükleri kullanacak kadar sizi seven can dostlarınız varsa sırtınız hiç yere gelmez. Bilirsiniz ki o çaresiz anlarınızda döktüğünüz gözyaşlarınızı silen, size yardım elini uzatan, dertlerinizi hafifletmek uğruna her şeyi yapmayı göze alan sevdikleriniz yanı başınızda. Bilirsiniz ki acılarınız onların dokunuşları ile geçecek, destekleri ile son bulacak. Bu ne büyük bir zenginliktir, öyle değil mi?

Hele hele siz de sevdikleriniz için böylesi anlamlı sözcükler edebiliyor; onların acılarını öperek hafifletebiliyorsanız bu çifte mutluluk olmaz mı? Aradaki sevgi bağları bu anlamlı desteklerle daha da kuvvetlenmez mi?

İnsanoğlu yapısı gereği kendisini zor durumlardan kurtaracak yolları yine kendisi bulur. Belki iç güdüsel olarak belki de bilinçli. Ama önemli olan onları bulup acılarına merhem yapmayı becerebilmek galiba. Zaten hayatın zorlu yokuşları başka türlü çıkılmıyor ki.

Bu güzellikler bazen bir dostun sıcacık sesinde, bazen okuduğunuz bir kitabın sayfaları arasında, bazen kaleme aldığınız bir yazıda, bazen  size maziyi hatırlatan minicik bir eşyada, bazen 
mutfağınızdan yayılan bir kurabiye kokusunda, bazen hiç beklemediğiniz anda aldığınız bir haberde saklıdır.

Bazen sahilde saatlerce yürümek, bazen yalnız başınıza araba kullanmak ve müzik dinlemek de sizi dinlendirir, yaralarınıza merhem olur.

Ama en güzeli ‘’öpeyim geçsin’’ diyen bir canın yanınızda yakınızda olması… bunu hiçbir şeye değişmem. Ya siz?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.03.2011


10 Nisan 2011 Pazar

EYVAH GENÇLİĞİNİZ YANI BAŞINIZDA

                                    

Son günlerde bir reklam dönüyor ekranlarda, siz de fark etmişsinizdir. Hani bir anda gençliğiniz sizin yanı başınızda beliriveriyor ve yaptıklarınıza şaşırarak, aynı zamanda sevinerek tepkiler veriyor. Tabii gençliğinizi yanınızda gördüğünüz ilk anda tanıyamıyorsunuz ama sonra gurur dolu bakışlarla siz de onu süzüyorsunuz.

İlginç değil mi? İnsanın seneler seneler sonra gençliği ile karşılaşması… gerçek olsa ne yapardık acaba? Hiç düşündünüz mü gençliğiniz şu anda,  şu yaşınızda yanınıza gelse ve yaptıklarınızı yapamadıklarınızı sorgulasa, kısacası hayatınızı şöyle bir elekten geçirse…

Acaba keşke’lerimiz mi çok olurdu, yoksa iyi ki’lerimiz mi? Eleğin üstünde neler kalırdı acaba? Altına dökülenlerden çok mu olurdu eleğin üstündekiler yoksa az mı?

Zor bir soru olduğunu biliyorum. Ama verdiğimiz cevaplardan, en azından şu anda nerede olduğumuzu ve bunun kendimize dışarıdan bakma şansı yakalamamız açısından önemli bir mola anı olduğunu düşünüyorum.

Nerelerdeyiz?

Gençliğimizde kurduğumuz hayallere ne kadar yakınız?

Hiç düşünmediğimiz bir alanda, hiç düşünmediğimiz bir çevredeysek ve bu halimizden memnuniyetsizlik duyuyorsak vay bizim halimize. O zaman gençliğimiz bize demediğini bırakmayacak. Hatta belki de küsecek, yaptığımız tüm ihmalkarlıklar için bizi suçlayacak.

Yoksa hayallerimizi aşıp, ideallerimizi fazlasıyla gerçekleştirdik mi? Başardıklarımızla gençliğimizi şaşırttıysak eğer, işte o zaman gençliğimizin övgü dolu sözleri bizi göklere çıkartacak belli ki.

Yoksa yoksa gençliğimiz bizi hiç tanıyamıyor mu? O kadar mı uzaklaştık benliğimizden, o kadar mı çöktük vaktinden önce, hayat o kadar mı ağır geldi bize. Ezildik, sırtımızda kambur, aldığımız kilolarla, bambaşka düşünce tarzımızla hiç mi bize benzemez olduk?

Eyvah ki eyvah…

Bu satırları yazarken Metin Altıoklar’ın ‘’ Evde Yoklar’’ şiiri aklıma düşüyor… son paragrafında şöyle diyor ünlü şair.

‘’Cebimde yazilmamiş bir mektupla.
  Bana karşi ben vardim
  Çaldigim kapilarin ardinda,
  Ben açtim, ben girdim
  Selamlaştik ilk defa.’’

İnsanın kendisiyle selamlaşması, karşılaşması seneler sonra bile olsa…

Aslında bunu başarmak da bir adım atmak demek, hayatımız üzerinde durup azıcık da olsa düşünecek bir zaman yaratmak demek; o hiç bitmeyen koşturmalarımız arasında. Belki biraz soluklanma, biraz geride durup düşünmek adına.

Çünkü hayatı soluk almadan geçirmek; an’ın farkına varamadan koşup duran saatlere, günlere, aylara, yıllara yetişmeye çalışmak, bize çarpıp duran tüm güzellikleri görmezden gelmek;  bizi mutluluktan an be an uzaklaştırıyor sanki. Oysa ki kapıldığımız o rüzgara belki de dur deme zamanı çoktan gelmiş de geçiyordur biz fark etmeden.

Sözlerimi Orhan Veli’nin güzel bir şiiri ile noktalamak istiyorum.

‘’Çok merak ediyorum kendimi
  Başıma birşey mi geldi
  Öldüm mü kaldım mı
  Hiçbir haber yok kendimden

  ...Bu sabah kapımı çaldım
  Kapıyı açan kendim
  Bir süre kendime baktım
  Bu güleç yüz bendim

  Oh ne güzel bir sabah
  Bugün de yaşıyorum demek
  Benden başka yok kimsem
  Beni merak edecek’’

Şimdi vaktidir hayatı sorgulamanın, karşımıza gençliğimiz çıkmışcasına kendi kendimizle yüzleşmenin… daha sonraya bırakmadan , ertelemeden durup bir kez daha düşünmenin… Unuttuğumuz hayalleri yeniden hatırlayıp, gizli saklı yerlerden gün ışığına çıkarmanın… yaşamanın, yaşarken tat almanın tam zamanıdır.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

MENFAAT CIZIRTILARI



İnsan ilişkilerinde, karşılıklı diyaloglarımızda ve yaşam alışverişlerimizde; hep duyarlı olmaktan, saygıyı her daim korumaktan ve sevginin pozitif enerjiyle beraber tüm kapıları dostça açtığından söz ediyoruz. Yaşamın bize sunduğu her nimeti paylaşarak zenginleştirmenin güzelliğini kalplerimizde hissettikçe, bizimle beraber olan insanlara ayrı bir özen gösteriyoruz. Onları mutlu ettikçe mutluluğumuzun katlanarak arttığını görmek keyfimizi artırıyor, yaşama daha sıkı sarılmamıza sebep oluyor. İlişkilerimizdeki bu güzelliğin devamlılığını sağlamak içinse karşılıklı özveri gerekiyor, menfaatten uzak durabilmek işte bu noktada çok önemli.

Ama gelin görün ki yaradılışımız gereği menfaatlerimiz ağır basıyor. Çocukluktan itibaren bizimle beraber olan bu duygu, tüm yaşamımız içinde çeşitli şekillerde karşımıza çıkıyor. Aile içinde, akrabalar arasında, okul yaşantımızda, arkadaşlar arasında, çalışma hayatımızda, yaşlılığımızda hep bizimle yan yana. Ama çoğu ilişkinin menfaat üzerine kurulu olduğu bu dünyada önemli olan aradaki hassas dengeyi korumak ve menfaat çizgimize olgunlukla sahip çıkabilmek, öyle değil mi? 

Menfaati yaşamımızdaki en önemli şey haline getirmek, aşırılığa kaçmak yapılacak en büyük yanlış. Çünkü sonrasında yaşanan kırgınlıkların, çatışmaların, incinmelerin, kavgaların, terk edip gitmelerin telafisi çok zor. Bu dengeyi korumak çoğumuzu zorluyor biliyorum  ama, başarıldığında gelen mutluluğun hem kendimiz hem de etrafımızdakiler için gerçek mutluluk olduğunu unutmamak gerekli.

Hangimiz çevremizde böylesi menfaatine düşkün insanların olmasını isteriz ki? Elbette hiçbirimiz ama, sürekli kendisini düşünen ve oturdukları bencillik tahtından ödün vermemek uğruna pek çok şeyi yıkıp geçen, üstelik bunun farkına dahi varamayan o kadar çok insan var ki etrafımızda. Uzakta ya da yakında olmaları fark etmiyor,  yaydıkları menfaat cızırtılarının yükselen sesi her taraftan bize yetişiyor ve kulaklarımızı  tırmalamaya yetiyor. Üstelik böylesi insanların yaptıkları her işte, her konuşmada hep kendilerini kayırdıklarını, başkalarını zerre kadar düşünmeden hareket ettiklerini görmek insanı yoruyor. Her defasında içimiz buruluyor, kalbimiz yaralanıyor.

Hayatın iniş ve çıkışları arasında bocalarken, yanınızda sadece kendini düşünen insanların olması  büyük şanssızlık. Çünkü kendinizle ilgili sıkıntılarınızı yok etmeye çalışırken, egosu tavan yapmış insanların  giderek yükselen volumdaki istek sesleri kulaklarınızda cızırdamaya ve hayatı sizin adınıza çekilmez yapmaya yetiyor.
Bir an için gerçekten sizi düşündüğünü sizin yanınızda olduğunu sandığınız o kısacık anlar…  

Hemen ardından konuşmasıyla, davranışlarıyla hatta talepleriyle size ne kadar yanıldığınızı anlatan uzunca bir süreç…

Kendi kendinize kızdığınız, nasıl olup da her defasında aldandığınızı bir türlü çözemediğiniz  o garip iç sesleri…

Bitmeyen taleplerle devam eden bu kısır döngüde kulaklarınızı tırmalamaya devam eden cızırtılar…

Oldum olası sevemedim menfaat ilişkilerini. Tanık olduğum her çıkar ilişkisi beni yaraladı çünkü. Nedenini bir türlü çözemedim, bu denli vurdumduymaz olmalarını ve bencillik zırhına kendilerini bu denli hapsetmelerini hiç anlayamadım.

Halbuki sevginin olduğu bir yerde, gerçek dostluklarda, arkadaşlıklarda, hele hele yakın akrabalar arasında böylesi ilişkilere yer olabilir mi?

Ne yazık ki menfaatin baskın olduğu yerde iyi niyetten kuşkuya düşer insan. Çünkü hep kendini düşünenlerin ağızlarından çıkan her sözcük yine kendi çıkarları ile ilgilidir. Amaçları her şeyi sadece  kendilerine taraf yontmaktır. Bu uğurda yeri ve zamanı uygun olmasa da hep çıkarlarını konuştururlar. Menfaat cızırtıları kulakları tırmalar ve ne yaman bir çelişkidir ki bu cızırtıları bir tek kendileri duymazlar.

Oysa ki bu muhteşem hayatı tek başımıza yaşamıyoruz. Kendimizi düşündüğümüz ölçüde hatta daha da çok etrafımızdakileri de düşünmek zorundayız. Çünkü hayat paylaşılınca güzel. Çünkü hayat başkalarının gözlerindeki sevinç pırıltıları ile daha bir anlamlı. Çünkü hayat elinizdeki bir ekmek olsa da karşınızdakine bölünce daha lezzetli. Dilerim, sürekli ‘’ben, ben’’ diyenler de bu lezzetin tadına varırlar ve ego’larından biraz olsun sıyrılmaya çalışırlar.

İyi niyet, dürüstlük ve içtenlik gibi güzel manevi değerlerin el üstünde tutulacağı ve menfaat cızırtılarının giderek azaldığı zamanların yakınlarda olması umuduyla…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

04.03.2011



4 Nisan 2011 Pazartesi

KOKURA ŞANSINA İHTİYACIMIZ VAR (mı?)



Japonya… Üç binden fazla takım adadan oluşan dünyanın sayılı ülkelerinden bir tanesi.

Kokura ise Japonya’da bir şehir. Pek çoğumuzun ismini dahi bilmediği şehirlerden bir tanesi sadece. Nagasaki’yi pek çoğumuz duyduk. 1945’de atılan atom bombasının yerle bir ettiği ilk şehir. Birbirlerine yakın bu iki şehrin kaderleri ise birbirlerinden çok farklı. Kokura yıllar önce yaşadıkları ile Japon halkı arasında ‘’Kokura Şansı’’ deyimini hak etmiş bir şehir. Bunun için gelin yıllar öncesine, İkinci Dünya savaşının sonlarına doğru gidelim.

Hiroşima, Kyoto, Kokura, Niigata( Nagasaki)…

Bunlar İkinci Dünya Savaşı sonlarında 3 Temmuz 1945 ‘de Amerikalılar tarafından tespit edilen dört önemli şehirdi.

Seçilme nedenleri, konumları dolayısıyla atılacak atom bombasının etkisini en iyi gösterecek yerler olmasıydı. Kaderleri, yazgıları ortaktı, ama bazıları diğerlerine göre daha şanslıydı.

Dümdüz bir şehir olan Hiroşima birinci hedefti. 6 Ağustos 1945, pazartesi sabahı saat 08.15 ‘de atılan bomba ile orada hayat durdu. 

Tarihler 9 Ağustos 1945’i gösterdiğinde sıra ikinci hedefe Kokura’ya gelmişti. Ama işler beklenildiği gibi kolay olmadı. Bomba yüklü uçak sabah saat 10.00 civarında Kokura üzerine geldiğinde görüş açıklığının yetersizliği karşısında bocaladı. Çünkü bombalanan bir çelik tesisinin hala tüten dumanı görüşü engelliyordu. Bu nedenle uçak aldığı talimatla hedef değiştirdi,  Nagasaki’ye döndü ve 11.02’de Nagasaki’yi cehenneme çevirdi.

Hiroşima ve Nagasaki aynı ortak kaderi paylaşan ve insanlığın kaybettiği anlara tanıklık eden iki şehir olarak hafızalara kaydedildi. Kokura ise o sabah gökyüzünde gezinen bulutların şansına bu korkunç katliamdan kurtuldu. Oysa ki o sabah gökyüzündeki kapkara bulutlarla uyandığında; yaz ortasında beliren bu bulutlara bir anlam verememiş; Nagasaki ise o sabaha pırıl pırıl bir güneşle merhaba demişti. Ancak bir saat sonra bu iki şehrin akıbeti birbirinden tamamen farklı olmuş; Nagasaki yerle bir olurken, Kokura bulutlar sayesinde kurtulmuş ve aslında ne kadar şanslı olduğunu sonradan anlamıştı. İşte bu durum Japon halkı arasında ‘’Kokura Şansı’’ olarak yıllarca dilden dile taşındı.

Elbette Kokura’da yaşayanların diğer şehirlerde yaşanan kabus dolu olayları öğrenince buna sevinmiş olduklarını düşünmek doğru olmaz. Çünkü   yaşananlar tüm Japonlar için yıllar boyu unutamayacakları korkunç bir katliamdı, kaybettikleri kendi ülkesinin insanlarıydı. Ama ortada bir gerçek vardı ki; o sabah o kapkara bulutlar olmasaydı, bugün Kokura şehri Hiroşima gibi yerle bir olacak; belki de Nagasaki’ye sıra bile gelmeyecekti. Ve kimse Kokura Şansından bahsetmeyecekti.

İşte hayatın cilvesi dediğimiz, kadere teslimiyet anlarından bir tanesi daha. Tarihten acı bir hatıra.

Japonlar şimdi de bir başka büyük sınavla karşı karşıya. 11 Mart günü 8.9 büyüklüğündeki deprem ve ardından oluşan tsunami sonrasında, Fukuşima-Daiçi Nükleer Santralinde yaşanan nükleer felaket; başta Japonlar olmak üzere tüm dünya insanını tehdit etmeye devam ediyor. Bir yandan deprem yaralarını sarmaya çalışan Japon halkı, öte yandan nükleer tehditin etkilerinden korunmanın yollarını arıyor. Belki bir yandan da Kokura Şansının kendilerinin her zaman yanında olmasını diliyor.

Atom bombası ve nükleer santral… her ikisi de insanoğlunun icadı. Ve ne acıdır ki gün geliyor insanoğlu kendi icatlarının esiri olup, kendi sonunu yine kendisi hazırlıyor.

Atom bombası atıldığı yerde oluşturduğu yüksek sarsma dalgaları ve havanın yer değiştirmesi sonucu oluşan şiddetli kasırgası ile hem yakıcı hem de yıkıcı bir tahrip gücü sonucu binaları devirir, canlıları öldürür. İşte bu büyük enerjiden (yani atom çekirdeğinin parçalanması veya birleşmesi, kaynaşması neticesinde ortaya çıkan bu nükleer enerjiden) yararlanma fikrinden hareketle kurulan nükleer tesislerde;  bir veya daha fazla sayıda nükleer reaktörün yakıt olarak radyoaktif maddeleri kullanarak elektrik enerjisinin üretilmesini sağlayan tesislerdir. En basit anlatımla, reaktörün kalbinde elde edilen ısıl enerji suya aktarılır. Su bu enerjiyle kızgın buhar olur. Bu buharda elektrik jeneratörüne bağlı buhar türbinine verilir. Türbin milinin mekanik dönmesi sonucu alternatörlerlerde elektrik elde edilir. Ancak bu yöntemin hem çok pahalı, hem de çok riskli olduğunu, hata toleransının yok denecek kadar az olduğunu, üstelik atıklarının doğaya verdiği zararları Çernobil sonrası tüm dünya Daiçi ile bir kez daha anlamış oldu.

Elbette atomun bulunması, çekirdeğinin parçalanması sonucu oluşan enerjiden yararlanılması fikri insanlık için çok önemli bir buluştur. Ancak bilim adamlarının buluşlarının tahrip amacı ile kullanılması tam bir trajedi, tam bir faciadır.

Her ikisi de yaydığı nükleer radyasyonla insanları yok ediyor. Japonlar böyle bir felaket olacağını bilseler acaba Daiçi Nükleer Santralını inşa ederler miydi bilemiyorum ama; bundan alınacak dersler olmalı. Cennet ülkemize aynı tehlikeyi getirirken, üstelik eski teknolojiyle bir nükleer santral kurmaya çalışırken , sadece bir kez değil defalarca düşünmemiz  gerektiği ortada.

Son söz olarak; diliyorum ki insanoğlunun buluşları farklı amaçlar için kullanılmasın, dünya üzerinde daha fazla can yanmasın. Çünkü hepimiz Kokura kadar şanslı olamayabilir; Çernobil ve Daiçi gibi bu felaketle yüz yüze kalabiliriz.

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

20.03.2011

BİR ORGAN BİNLERCE TEBESSÜM DEMEK…



Bedenimiz… yapısının sırrını , nadide organlarının işlevlerini ve birbirleri ile çalışma uyumlarını öğrenirken hala şaşkınlık duyduğumuz dünyanın en güzel, en değerli makinesi.

Nefes aldığımız her anın güzelliğini bize hissettiren, sağlıklı olduğumuz için şükretmemize sebep olan, bizim her türlü yükümüzü taşıyan, çilemizi çeken bedenimiz…

Onu ne kadar çok seversek, ne kadar çok sahiplenirsek ve ona ne kadar iyi bakarsak yaşamdan aldığımız ve alacağımız tadın da o ölçüde artacağı şüphe götürmez bir gerçek.

Kana kana su içmenin, tertemiz havayla ciğerleri doldurmanın, doğada koşup oynamanın, keyifle yürümenin, canının çektiği yiyecekleri hiç tereddüt etmeden yemenin tadı hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Ama tüm bunları yapabilmek için sağlıklı bir beden ve sağlıkla çalışan organlar gerekli. Bizler sağlıklı olduğumuz sürece tüm bunları keyifle yapıyor; aslında ne kadar şanslı olduğumuzu fark edemiyor, şükretmeyi aklımıza dahi getirmiyoruz.

Anne karnında minicik bir yumurtadan olağanüstü bir varlığa dönüşen, dünyaya merhaba dediği andan elveda diyeceği ana kadar durmaksızın çalışmasına devam eden; dışarıdan gelen tüm mikroplara, hastalıklara, darbelere karşı olağanüstü çaba gösteren; zaman zaman verdiği sinyallerle dikkatimizi çekmeye çalışan, bizi bizden daha çok düşünen varlığımız…  bedenimiz…

Ne yazık ki sağlıklıyken değerinin farkına varamadığımız bedenimiz, onu oluşturan her bir organı ile sonsuz bir uyum içinde hareket eder. Ama gün gelip de bir tanesinde sorunlar çıktığında hastalıklar baş gösterir. Bunun nerede ne zaman olacağını kimse bilemez. Bazen yeni doğmuş minicik bir bebek, bazen derdini yeterince anlatamayan küçücük bir çocuk, bazen başında kavak yelleri esen bir genç, bazen de daha ileri yaşlarda organ sorunlarıyla karşı karşıya kalabiliriz. İşte o noktada artık işlevini yapamayan organ için makineler devreye girer ve artık bir yenisi ile değiştirilmesi gündeme gelir.

Bir böbrek hastası durumuna göre haftanın en az iki üç gününü diyaliz makinesi başında geçirirken, umudunu kaybetmemek adına nasıl bir savaş verir bilir misiniz? Ya da bir kalp hastası tüm yaşamını kocaman bir makineye bağlı olarak yaşarken neler düşünür? Ya da bir siroz hastası karaciğer nakli beklerken ve gün be gün sararıp solarken neler hisseder?

Hissedilen, derin bir iç çekiş ve minicik bir umut kırıntısına tutunarak bekleyenlerin sessiz çığlığıdır. Üstelik bu çığlık giderek kuvvetlenir; isimler birbiri ardına eklenip listeler uzayıp giderken, organ bekleyenlerin sayısı her geçen gün artarken... Kalp, karaciğer, akciğer, böbrek, deri, kornea, pankreas, incebağırsak, kemik, kemik iliği bekleyenlerin umudu giderek gölgelenirken…

Bu bekleyişlerin, bu sabrın ve umuda tutunmanın ne denli zor olduğunu ancak yaşayanlar ve yakınları bilir. Bu zorlu süreçte artık işlemez hale gelen organlar için bağış beklenmeye başlanır. Uzun listelerin kim bilir kaçıncı sırasında belki aylar belki de yıllarca beklenecek bir süreçtir bu. Acılı, sancılı,…

Üstelik bu beklemeler yerini sevince bıraksa ve aranan organ bulunsa da bünyenizin kabul edip etmemesi gibi kritik bir süreciniz daha vardır sağlığınıza kavuşmak için. Kısacası zorlu bir yolculuktur bu istemeden çıktığınız, biletinizin kimler tarafından kesildiğini bilemediğiniz.

Oysa ki sağlıklı insanların hayattayken alacakları bir kararla pek çok insanın yüzü gülümsetilebilir, pek çok can kurtarılabilir. Tek yapılacak şey organlarımızı bağışlamak hepsi o kadar.

Hepimiz faniyiz bu dünyada. Bugün varsak yarın yok olacağız. İşte o noktada en azından bağışladığımız organlarımızla ne çok hayat kurtarabiliriz bir düşünsenize.

Bu nasıl güzel bir harekettir, nasıl güzel bir sağduyu örneğidir. Toprak altında çürüyüp gidecek bedenimizi başka canlara emanet ederek onların hayat tutunmalarını sağlamak…

Bundan büyük mutluluk bundan büyük iyilik ve sevap olabilir mi? Paradan mal mülk bağışlamadan çok daha hayırlı değil mi?

Bir can belki de bir değil iki üç can kurtaracak olmak… binlerce tebessümün sebebi olmak…

O insanları yeniden hayata döndürmek, ailelerini sevdiklerini sevindirmek…

‘’Kim bir insana hayat verirse, bütün insanlara hayat vermişcesine sevap kazanır.’’
Maide Süresi, Ayet 32

Ben bunun üzerine eylem tanımıyorum. Ve organlarını bağışlamayı ret edenlere bir kez daha düşünmelerini tavsiye ediyorum. Yarın bizim ya da sevdiklerimizin başına da gelebilir. Önemli olan şu anda içimizden gelerek, severek ve isteyerek bu bağışı yapabilmek… daha fazla geç kalmadan umutla bekleyenlere bir el uzatabilmek… Gözyaşlarını dindirip, sevindirebilmek…  Bir cana can katmak… geleceklerine daha umutla sarılmalarına destek olmak…

Maalesef Türkiye’ de organ bağışı istenilen düzeylerde değil. Bunda bilgi eksikliği, önyargılar, yanlış inanışlar büyük rol oynuyor. Toplumda yeterli duyarlılığın oluşması için tüm bunların bir an önce aşılması, daha çok gündeme getirilerek daha çok insanın bilgi sahibi olmalarına zemin hazırlamak gerekiyor. Yılmadan, pes etmeden, umudu kaybetmeden…

Evet, bir organ bağışlayarak bir can kurtarırsınız. Ama yaptıklarınız bununla sınırla kalmaz. O  canın sevenleri, ailesi, arkadaşları, yakın ve uzak çevresi ile pek çok yüzde öyle güzel tebessümler yaratırsınız ki… bu binlerce tebessüme eşdeğerdir. Vereceğiniz o kararla, yapacağınız tek bir hareketle ve uzatacağınız yardım eli ile pek çok kişinin kalbini sımsıcak yaparsınız. Diğer organ bekleyenlerin umudunu filizlendirmek, onları karamsarlıktan kurtarmak da cabası.

Ben bu işi çok önemsiyorum ve yıllar öncesinden eşim ve kızımla organlarımızı bağışlamanın dingin hazzını yaşıyorum. Dilerim benim gibi düşünen, ama sadece düşünmekle kalmayıp bunu hemen uygulamaya geçiren insanlarımızın sayısı hızla artar. Artar da bir cana bir can katar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.03.2011

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...