15 Temmuz 2014 Salı

HAYVANLAR DA BİZLER GİBİ (2/2)

Sevgi, nefret, korku, mutluluk, üzüntü, utanma, empati, kıskançlık sadece bizlere has duygular değil. Pek çok hayvanla benzer duyguları paylaşıyoruz.

Bunların ilk sırasında goril, şempanze, orangutan gibi iki ayak üzerinde durabilen canlılar geliyor. Özellikle goriller. Öyle şekerler ki, tıpkı bizim gibi gıdıklandıklarında gülüyorlar. Üzüldüklerinde ya da canları acıyınca da bizim gibi ağlıyorlar. Ve çok akıllılar.

Aslında buna şaşmamak gerek. Çünkü yapılan araştırmalar genlerimizin % 98’ inin şempanze ve gorillerle aynı olduğunu ortaya çıkarmış. Seneler seneler öncesine dayanıyor bu oluşum (70 milyon yıl dile kolay). Bizler  bu grup içindeki   "antropoidler" familyasının, HOMO (İnsangil) cinsinden gelen HOMO SAPIENS türüyüz.

İnsanın geçmişine olan merakı her dem devam etmiş. Özellikle kazılarda bulunan fosiller ise bize en doğru bilgi kaynakları olmuş.

İşte 47 milyon yıllık primat fosili de bunlardan bir tanesi. Önemi bizlerle memeliler arasındaki kayıp halkayı tamamlaması. İda ismi takılan fosil, tamamen bir tesadüf eseri bulunmuş. Yer Almanya"nın Darmstadt bölgesindeki volkanik bir göl. Bulan amatör kazıcı 20 yıl sonra satınca bilim dünyasının eline geçmiş. Ve sıkı durun. Kemikleri, tüyleri, eti ve midesindeki son yemek kalıntılarına kadar hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiş. Araştırmalarım sırasında denk geldiğim bu muhteşem bilgiye de yer vermeden geçemedim.

Hayvanların duyguları ve benzerliklerimiz yazmakla bitecek gibi değil inanın bana. 

Son yıllarda yapılan araştırmalarla; artık hayvanların da acı çektiği, yas tuttuğu, empati yapabildiği ve karşılık beklemeden yardım ettiği kabul edilmeye başlandı.

Yani onlar da bizim gibi.

Yok bir farkımız.

Üstelik bazı davranışlarıyla bizi mahcup ediyorlar.

Ölülerinin başında yas tutan, yaşlılarını asla terk etmeyen filler ve maymunlar; acı içinde kıvranan hemcinslerini görünce aynı acıyı duyumsayıp kıvranan sıçanlar; ortamı konforlu olunca bizler gibi neşelenen domuzlar; sözcük kartları yardımıyla konuşabilen bir bonobo (cüce) türü şempanze; kafesine düşen beş yaşındaki erkek çocuğunu içgüdüsel olarak korumaya alan Jambo isimli bir erkek goril  ve diğerleri…

Empati mi?

Duygusallık mı?

Koşulsuz sevgi mi?

Hepsine EVET. Bizden alası hem de.

Son sözlerimi sıcacık bir gerçek öyküye ayırmak istedim. Tam on yıla dayanan güzel bir dostluk örneği.

Bir keçi ile bir eşeğin arkadaşlığı.

Aynı yerde on yıl boyunca birlikte yaşadıktan sonra; şartlar gereği gün gelir ayrılırlar. Ve Jellybean isimli eşek bir başka yere götürülür. Arkadaşından ayrılan keçi ise o andan itibaren hayata küser adeta. Hareket etmeyi ve yemek yemeyi reddeder. Çünkü arkadaşına duyduğu özlemi başka türlü anlatma yolu yoktur. Hayatı pahasına buna razı olur.

Aradan geçen süre içinde ne yapılırsa yapılsın keçi pes etmez. Sonunda yetkililer eşeği gönderdikleri yerden geri alır. Uzun bir yolculuk sonrası eski yerine getirilir. Arkadaşına kavuşan keçi içinse hayat yeniden başlar. (İzlemek isteyenler için video linki aşağıda.)


Şimdi kendi kendimize soralım lütfen.

Hangimiz böylesi bir dostluk örneği veriyoruz?

Ve hangimiz böylesi bir dostun sıcaklığını aramıyoruz?

Bugüne kadar maalesef insani yönlerimizi koruyamadık yeterince. Ama vakit hala geç değil bazı adımlar atmak adına. Eğer farkındalığımızı açık tutarsak bu güzelim hayvanlardan ders alırız belki. Ne dersiniz? Yeter ki etrafımıza sevgiyle ve aşkla bakmayı hiç unutmayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.06.2014





HAYVANLAR DA BİZLER GİBİ (1/2)

Onların da duyguları var.

Onlar da hisliler.

Onlar da küsüyor.

Onlar da seviyor.

Onlar da bağlanıyorlar. Sebepsiz yere, gözü kapalı tıpkı bizler gibi.

Üstelik öyle fedakarlıklarda bulunuyorlar ki; gözlerimiz nemleniyor yaptıklarını okurken.

Bizler ise ne yapıyoruz?

Dünyaya insan olarak geldiğimiz için övünüyoruz.

Düşünebildiğimizi, kendi kendimize yetebildiğimizi ve kimselere muhtaç olmadığımızı sanıyoruz. Hatta bazen dozunu kaçırıp kendimizi evrenin tek imparatoru görüyoruz. Diğer canlıları; doğayı, yeşillikleri, ağaçları, ormanları ve hayvanları istediğimiz gibi yönetme hakkına sahip olduğumuzu düşünüyoruz.

Yaralıyoruz. Kesiyoruz türleri yok etme pahasına. Sadece zevkimiz için. Atıyoruz. Terk ediyoruz. Kafeslere kapatıyoruz. Aç susuz bırakıyoruz. Azıcık şefkat göstermekten, yardım elimizi uzatmaktan kaçınıyoruz.

Peki bu davranışlarımızdan pişmanlık duyuyor, vicdan azabı çekiyor muyuz? Ne gezer.

Öyle bir tavır içindeyiz ki, onlar olmadan da yaşayabileceğimizi varsayıyoruz. İşte bu ön yargıyla birer buldozer gibi geçiyoruz tüm canların, canlıların üzerinden.

Halbuki hepimiz birer can taşıyoruz. Hepimiz birbirimize muhtacız. Ve doğadaki her şey olağanüstü bir dengeye sahip. Tek bir canlının eksikliği bile pek çok olumsuzluğa davetiye çıkarıyor. Bunun örnekleri hafızalarımızda taptaze. Öyle değil mi?

İşte bu yazımın amacı.

Bir tutam bilinmeyen özelliği ile hayvanlara dikkat çekmek. İçimizdeki sevgiye ve merhamete artılar katması umuduyla.

Hayvanların gizemli ve güzel dünyasının kapısını çarpıcı örneklerle aralayalım istiyorum. Çünkü bizler gibi can taşımasının ötesinde, daha derin bir durum var karşımızda. Satırları okurken hem gülümseyeceğiz hem de yaptıklarına şapka çıkaracağız.

Sırtı üstü yatarak uyuyan, bu arada eşlerinin ellerini sıkı sıkıya tutan su samurlarından başlayalım mı? Amaç uyurken birbirlerini kaybetmemek elbette. Yemeklerini de sırt üstü yatarken hazırlıyorlar. Nasıl mı? Karınlarının üzerine aldıkları deniz kabuklularını taşla kırarak. Bir nevi alet kullanıyorlar yani.

Alet yapımında ve kullanımında insan dışındaki en becerikli hayvan ise kargalar. 
Örnek mi? Plastik bir tüpün içindeki eti çıkartmak için önce tel arıyorlar. Sonra buldukları düz teli büküp kanca yapıyorlar ve mutlu son. Et gagalarında. Sahilden topladıkları midyeleri ya da düşen cevizleri yukarıdan atarak kırmaya çalışıyor, sonra da afiyetle yiyorlar. Hani çocukluktan bildiğimiz o tekerleme doğru değil artık. Kargalar gagalarındaki peyniri tilkiye kaptırmıyor.

Aynı aileden olan kuzgunlar da yaptıklarıyla bizleri şaşırtıyor. Çünkü farklı problemlere çok zekice çözümler üretebiliyorlar. Böylece zor durumlardan kolayca kurtuluyorlar. İçinde bulundukları vahşi doğayla da bu şekilde baş ediyorlar. Örneği okuyunca hak vereceksiniz inanın bana. Önlerinde yarısı dolu bir kap su var diyelim. Suya ulaşamadıkları için içemiyorlar haliyle. Peki vazgeçiyorlar mı dersiniz? Hayır. Kabın içine taş atıyorlar. Su seviyesini yükseltmek için. Hem de en iri taşları seçiyorlar. Süreyi kısaltmak adına.

Hepimizin sevgilisi köpekler ve kediler ise bambaşka. Özellikle köpeklerin eğitildiklerinde inanılmaz şeyler yapabilme yetileri var. Engellilerin hayatlarını kolaylaştıranlar bir yana, tek bir parmak işareti ile söylenene harfi harfine uymaları öte yana.

Kedilerin verdiği huzur ve rahatlama hissi ile sahiplerinin bağışıklık sistemini kuvvetlendirdiğini hepimiz biliyoruz artık. Var olan hastalıkların tedavi sürecinde de olumlu etkileri var. Sahiplerindeki kanserli bölgenin üzerinde ısrarla uzanarak onları haberdar etmeye çalıştıklarını ise yıllar önce okumuştum. Hepsinde duyarlılık hat safhada çünkü.

Peki ya vefalarına ne demeli? Rusya'da yaşayan bir kadının, Özbekistan'dan taşınırken komşusuna bıraktığı Karim isimli kedisi buna harika bir örnek. Tam iki sene sonra; 3 bin 200 kilometre yol kat edip sahibinin yeni evini bulmuş çünkü.

Bir başka ilginç örnek saksağan kuşları ile ilgili. Yiyeceklerini saklarken diğer saksağanların kendilerini izleyip izlemediğine dikkat ediyorlar. Eğer kuşkulanırlarsa içleri rahat etmiyor. Uygun bir zamanı kolluyor ve yiyeceklerini çıkarıp başka bir yere gömüyorlar. Bu davranış içgüdüsel elbette ama pek çok şeyin farkında olduklarını da açıklıyor. Zaten Frankfurt Goethe Üniversitesi'nde yapılan araştırmalar; saksağan kuşlarının öz farkındalığa sahip olabileceği göstermiş.

Ama onlar tek değil. Araştırmacılar bu konu üzerinde yoğunlaştıklarında özellikle fillerin, maymunların ve yunusların başı çektiğini gözlemlemiş. Yani; onlar da bizim gibi iç gözlem yapabiliyor. Kendilerini, çevreden ve diğerlerinden ayrı bir varlık olarak görebilme yeteneğine sahipler. Bu o kadar önemli ki. Üstelik bunun cevabı son derece basit bir testte gizli.

Test nasıl mı yapılıyor? Hayvanların alınları veya vücutlarının bir noktası boya ile boyanıyor. Sonra da karşılarına ayna tutuluyor. Söz konusu hayvan aynaya bakıyor. Eğer parmağı veya hortumu ile aynada yansıyan görüntüye değil de; kendi vücudundaki boyalı kısma dokunuyorsa testi geçmiş oluyor.

Eskiden kalma yanılgılarımızın değişme zamanı şimdi. Çocuklarımızı bu güzelliklerle ve hayvan sevgisiyle büyütme zamanı. Buna ihtimam gösterdiğimiz andan itibaren; yaşamın hepimize en nadide renklerini gösterdiğine tanık olacağız. Fark etmeden bütüne karışacak, sevgiyle sarıp sarmalanacağız. (devamı 2/2 ‘ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.06.2014

12 Temmuz 2014 Cumartesi

YAŞAM HIZINA DUR DİYELİM mi?

Bu aralar trafik kazalarındaki hıza dikkat çekmek için bir reklam dönüyor radyolarda. Hızın dikkatimizi nasıl an be an dağıttığına dair. Çoğunuz duymuş olmalısınız.

Normal seyrinde giden bir araba tasviri yapılmış. Direksiyondaki sürücü tüm algıları açık bir şekilde yolda ilerliyor arabasıyla. İlk anlarda hızı normal. Dolayısıyla geçerken baktığı her şeyi görüyor.

Yol, şerit, kırmızı araba, yavaşla tabelası, minibüs, top, topun peşinden koşan çocuk, yaya geçidi,  sarı elbiseli kadın, gibi…

Ama hız arttıkça; o her detayı algılayan göz görmez oluyor. Yavaş yavaş gördüklerinin sayısı azalıyor.

Yol, şerit, kırmızı araba, tabela, geçit, top, çocuk, yaya geçidi.

Derken sürücü hızını daha da artırıyor. Ve hız artıkça imgeler kayboluyor birer birer.

Yol, araba, top.

Yol, araba.

Yol, yol, yol…

Kırmızı arabaya, yaya geçidine, yavaşla tabelasına, minibüse, topa, topun peşinden koşan çocuğa, yaya geçidine ve sarı elbiseli kadına ne oldu?

Farkında bile değiliz ki.

Bu reklamı ikinci kez duyduğumda; aklıma bizlerin hayat yarışı geldi. Öyle hızla günü tüketiyoruz ki çoğu zaman; ANLAR, DETAYLAR var mı yok mu farkında bile değiliz.

Hep bir şeylere, bir yerlere yetişme telaşındayız.

Hep koşturuyoruz.

Sanki azıcık yavaşlasak o dönen çarktan dışarıya savrulacağız.

Sanki yeniden eski tempomuza geri dönemeyeceğiz.

Bu anlamda aslında hepimiz yaşamda birer hız kurbanı gibiyiz. Hızla giden arabanın sürücüsünden yok bir farkımız. Tüm edamızla yaşam direksiyonunda oturmuşuz. Gaz pedalına bastıkça basıyoruz.

Bir çiçeği koklamadan, bir kalbe sıcacık tebessümlerimizle dokunamadan, gökyüzünün maviliğiyle bütünleşemeden, kendimize bir dakika bile ayırmadan geceyi kucaklıyoruz. Gün geliyor; sevdiklerimizle iki çift laf edemeden, paylaşıp gönül zenginliğimizi artıramadan uykulara yenik düşüyoruz.

Sonra ki gün yine aynısı. Aynısı.

Değişmiyor döngü.

Üstelik aşırı hızla yaşarken; ne çok kalp kırdığımızı, ne çok sevgiyi yok ettiğimizi bilmiyoruz.

Hep erteliyoruz.

Yarın yapacakmışız gibi.

Yarın hızımızı azaltıp, kendimize zaman ayıracakmışız gibi.

Başkalarının biçimlendirdiği şekliyle yaşamaya devam. Kendi yürek titreşimlerimizi duymayalı ne kadar çok zaman oldu. Bir düşünsenize.

Bundan yıllar önce yazmıştım hayat koşumuzla ilgili ilk yazımı. İsmi ‘Koşma Dur Bir Dakika’ idi.

O zamandan bu zamana; ben dahil, hangimiz durabildik ki yeterince? Sorarım size.

Peki yarından itibaren durup soluklanacak ve ardından tempomuzu yavaşlatacak mıyız? Zor geliyor değil mi? Ayağımızı o gaz pedalından bir türlü çekemiyoruz nedense.

Oysaki Advaita Vedanta (nonduality yani non-ikilik) geleneğinin manevi öğretmeni Frances Lucille şöyle der.

‘’Bir ANLIK FARKINDALIK, yıllarca yapılan denemeden daha DEĞERLİDİR.’’

Ne kadar önemli, düşünsenize.

BİR AN!

Ömre bedel olabiliyor bazen.

Peki biz o BİR ANLIK FARKINDALIKLARI görmeden yaşarken ne yapıyoruz dersiniz?

Hayatın o hem albenili hem de dalgalı nehrinde boşa kürek çekiyoruz. Renklerin, ışıltıların, BİZİM İÇİN YARATILMIŞ GÜZELLİKLERİN hiç birini görmeden. Görmeyince şükretmek de aklımıza gelmiyor haliyle.

Şükürsüz, tebessümüz, negatife odaklı bir yaşamın kapısında dikilip duruyoruz. Sıradan günlere artılar ekleme yarışı sanki yaptığımız.

Azıcık çeşni katsak; hemen egomuz devreye girip önümüze set çekiyor. Yüksek bir tonlamayla adeta bağırıyor içimizde.

.’’Dur, yapma.’’
.’’Her şey yolundayken şimdi ne gereği var.’’
.’’Hem bak düzenin bozulacak.’’
.’’Yaptıklarını duyanlar seni ayıplayacak.’’
.’’Onca emeğin boşa mı gitsin istiyorsun?’’
.’’Sana, yaşına başına yakışıyor mu hiç?’’

Ve bizler anında o güzelim hayalleri rafa kaldırıyoruz.

Aslında yapmamız gereken gaz pedalından ayağımızı çekmek. Bir süre durup dinlenmek. İç seslerimizle yüzleşmek. Ardından cesaretle hayallerimize yeniden sarılmak. Başkalarının ne dediğini o kadar da önemsemeden. Kalp sesimizin en doğru yolu göstereceğine inanarak.

İşte o inançla ŞİMDİ ne yapalım biliyor musunuz? Gelin beraberce; aslında bir hukukçu olan, Prag doğumlu Franz KAFKA’ nın satırlarına odaklanalım. Kendisi dünya edebiyat tarihinin en önemli isimlerinden ve sözleri çok değerli. 

‘’Odanızdan çıkmanıza bile gerek yok. Masanızda oturun ve dinleyin. Hatta dinlemeyin bile, sadece bekleyin. Hatta beklemeyin, sadece dingin ve sessiz olun. Dünya tüm maskelerin kalkması için kendini size sunacaktır. Başka bir seçeneği yok. Önünüze heyecanla serilecek.’’

Ve işte MUTLULUK. Neden mi? Çünkü hayallerimiz açığa çıktı. Korkularımız azaldı. Egomuzun içimizi tırmalayan sesi kesilmese bile kısıldı. Düşüncelerimiz, hayallerimizi beslerken yarına çoktan yatırım yaptık bile. Bir de uygulamaya geçebilirsek her şey yoluna girecek. Tıpkı Hindistan’ın adeta sembolü olan ünlü düşünür Mahatma Gandi’nin dediği gibi.

''Mutluluk; düşündüğünüz, söylediğiniz ve yaptığınız şeyin UYUM içinde olduğu zamandır.''

Artık ayağımız gaz pedalına fazla yüklenmiyor; FARKINDA MISINIZ? Eskisinden daha cesuruz hayata karşı. Umutlu ve sevecen.

Yaşamın renklerindeki o naif dinginliği, huzuru ve gülümsemeleri yakalamayı diliyorum ben. BERABERCE. İçimizdeki SEVGİ ve AŞKla.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

08.07.2014




11 Temmuz 2014 Cuma

Girne Amerikan Üniversitesi ile Kıbrıs’ı Kazan, Kıbrıs ve İngiltere’de oku!

Girne Amerikan Üniversitesi, "Kıbrıs’ı Kazan, Kıbrıs ve İngiltere’de Oku" sloganı ile bütünleşen ve yurtdışı kampüsleriyle de öğrencilerine üç farklı kıtada eğitim fırsatı sunan öncü bir üniversite.

Eğitimde mobiliteye verdiği önem ve uluslararasılaşma sürecinin bir göstergesi olarak Girne Amerikan Üniversitesi; İngiltere, ABD ve Hong Kong’dan sonra küresel kampüslerine bir yenisini ekleyerek Türkiye’de İstanbul yerleşkesini hizmete açmıştır. Bu süreçte Girne Amerikan Üniversitesi, öğrencilerine 3 farklı kıtada eğitim imkânı sunmakta ve "Üç Kıta Tek Üniversite" sloganı ile de bir dünya üniversitesi olma noktasında bir hareketlilik içerisinde olduğunu kanıtlamaktadır.



Kazandıkları ÖSYM bursları ile GAÜ’ye yerleşen öğrenciler, Girne Amerikan Üniversitesi’nin yurtdışı yerleşkelerinde aynı burslarla ve ek ücret ödemeden programlarıyla uyumlu dersler yada ELA’da (English Language Academy) İngilizce dil eğitimi alıyor; geri döndüklerinde ise yurtdışında aldıkları dersleri GAÜ programlarındaki ders yükümlülükleri yerine saydırarak eğitimlerine devam edebiliyorlar.

Eğitimde 30 Yıl...

Geçtiğimiz günlerde görkemli bir törenle 30. Onur Yılı’nı kutlayan Girne Amerikan Üniversitesi için bu sene oldukça özel bir yıl. GAÜ, 2014-2015 Akademik Yılında tam 2260 yeni öğrencisine 7 yıl boyunca kesintisiz ÖSYM Bursu verecek.

GAÜ sosyal ağlarda da çok aktif; bu sene tercih dönemi boyunca facebook.com/girneamerican üzerinden tüm kampüsler ve öğrenci hayatı ile ilgili herşeyi paylaşıyorlar ve tüm sorulara resmi sayfa üzerinden cevap veriyorlar. Twitter takipcilerini de unutmamışlar @girneamerican üzerinden en güncel paylaşımları takip edebilirsiniz.



GAÜ, şu anda küresel dünyanın yükselen meslekleri Denizcilik, Havacılık, Sahne Sanatları, Hukuk, İleri Mühendislik Disiplinleri, Güzel Sanatlar, Mimarlık, İç Mimarlık, Uluslararası İşletme, Uluslararası İlişkiler, Psikoloji, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik, Türkçe Hukuk, Çin Dili ve Edebiyatı, Gastronomi ve Mutfak Sanatları, Sınıf Öğretmenliği, Sağlık Yönetimi, Ergoterapi, Enerji Sistemleri Mühendisliği, Ebelik, İnşaat Mühendisliği ve Sivil Havacılık Ulaştırma İşletmeciliği, Pilotaj gibi programları barındıran; 9 Fakülte, 6 Yüksekokul, 2 Enstitü ve  2 Meslek Yüksekokulu’nda olmak üzere , 69 Lisans 21 Önlisans 48 Yükseklisans ve 17 Doktora programı sunmakta.

GAÜ’den saygın dünya üniversiteleri ile akademik işbirliği ve değişim programları fırsatı!

Girne Amerikan Üniversitesi, kampüsleri ve 200’ü aşkın dünya üniversitesiyle sürdürdüğü öğrenci değişim programları kapsamında, öğrencilerine yaşam boyu hatırlayacakları deneyimlerin kapılarını açmakta.



Uluslararası Denklik ve Tanınma

Girne Amerikan Üniversitesi sağladığı eğitimin kalitesini sürekli olarak geliştirmek için akreditasyonlarını ve üyeliklerini yenilemektedir. GAÜ yerel olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yükseköğretim Planlama, Denetleme, Akreditasyon ve Koordınasyon Kurulu YÖDAK ve Türkiye Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından tanınmaktadır. Ayrıca dünyanın bir çok saygın denklik kurullarından akredite olan GAÜ’nün bir çok uluslararası üyeliği de bulunmaktadır.



Girne Amerikan Üniversitesi Eduniversal’ın En İyi Üniversiteler sıralamasında yer almaktadır. Avrupa Birliği Yükseköğretim Sistemi içerisinde üniversite eğitimini denetleyen uluslararası eğitim kuruluşu Eduniversal, 153 ülkeden 12 bin yükseklisans programının incelenmesi ve 100 bin öğrenci ile yaptığı “En İyi Yükseklisans Eğitimi Veren Üniversiteler” araştırmasının sonuç raporuna göre GAÜ "En İyi Yükseklisans Eğitimi Veren İlk 100 Üniversite" arasında gösterilmektedir.

GAÜ, YÖK onaylı programlarıyla geleceğin pilotlarını yetiştiriyor



4 yıllık Pilotaj eğitimi alan öğrenciler, GAÜ İstanbul Yerleşkesi Uluslararası Havacılık Akademisi’nde similatör ve uçuş derslerini tamamlayarak Pilot olma hakkını kazanıyorlar. GAÜ’nün, uluslararası standartlarda verdiği eğitimle yetiştirdiği öğrenciler, önümüzdeki 20 yılın en gözde mesleklerinden biri olan havacılık sektöründe kolaylıkla iş bulabilecekler.

Kıbrıs, dünyanın en güzel adalarından biri!

Kıbrıs Dünya’nın en güzel adalarındandır ve iklimi sayesinde bir tatil ülkesinde eğitim alma şansınız var, üniversite kampüsü plajlara çok yakın mesafede bulunmakta ve kampüse çok renkli bir yaşam hakim. GAÜ, adanın en turistik sahil kenti olan Girne’de kendisine özel plaj ve uygulamalı 5 yıldızlı oteli ile öğrencilerine eşi benzeri olmayan bir eğitim fırsatı sunmaktadır.

Peki kampüste hayat mı nasıl? Tanıtım filmleri için youtube.com/girneamerican ve vimeo.com/girneamerican

Bir boomads advertorial içeriğidir.

6 Temmuz 2014 Pazar

DEDİ ve KODU… Ama ya sonrası? (2/2)

Kusurlar, eksiklikler ve yaşadıkça yaptığımız hatalar hepimize mahsus elbette. Hiç birimiz dört dörtlük değiliz. Ama asıl olan onları içsel disiplinle düzeltmeye çalışmak. Kendi içimizde güçlenmek, güven tazelemek. Oysa ki bizler kendi içimize odaklanacağımıza işin kolayına kaçıyoruz. Başkalarını eleştiriyoruz. Varsa kusurları gözler önüne seriyoruz. Yanlışlarını kendisiyle özelinde paylaşmak yerine; başkalarına açıklamaktan rahatsızlık duymuyoruz. Üstelik işin ilginç yanı söylediklerimize öyle inanıyoruz ki; karşımızda bizi dinlemeyen, sözümüze itibar etmeyenleri görmeye tahammül edemiyoruz.

Şimdi bu satırları okuduğunuzda, başkaları hakkındaki düşüncelerimizi hiç mi belirtmeyeceğiz dediğinizi duyar gibiyim. Elbette belirteceğiz. Ama buradaki ince nüans çok önemli.  Çünkü paylaşılanlar, aktarılanlar; yeri geldiğinde bahsi geçen kişinin yüzüne de cesaretle söylenebilecek şekilde ve içerikte olmalı. Kanıt barındırmalı. Kendimizin ve başkalarının yorumları eklenmemeli. Sevginin o tılsımlı dokunuşlarından asla uzaklaşmadan, saygıyla süslenerek yapılmalı.

Bunun formülü ise doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen; Antik Yunan filozofu Sokrates’in ÜÇ FİLTRE KURALI’nda saklı. Zamanını Atina sokaklarında dolaşarak, karşılaştığı insanlarla konuşarak, gerçeği arayarak geçirdiği bir güne ait aşağıdaki satırlar.

Ve yazımın ana teması.

İnternet ortamında defalarca paylaşıldı. Belki de çoğunuz biliyorsunuz. Ama tekrar etmenin bir zararı yok diye düşünüyorum. Kurallar çok önemli çünkü. Yaşam şeklimize taşıyıp, kullanır hale geldiğimizde kalitemize kocaman bir art daha katacağını söyleyebilirim.

İşte Sokrates’in ders niteliğindeki manidar öyküsü;

Bir gün bir tanıdığı “Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?” diye sorar Sokrates’e. “Bir dakika bekle” diye yanıtlar Sokrates ve devam eder.
“Bana bir şey söylemeden önce küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna ‘Üçlü Filtre Testi’ deniyor…”
Tanıdığı şaşırır elbette. Sokrates sözlerine devam eder.  “Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir.

Birinci filtre ‘Gerçek Filtresi’: Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçeği yansıttığından emin misin?” Adam duraklar ve kısa bir düşünme molası sonrası “Hayır. Aslında sadece duydum’’ der. Bunu duyan Sokrates. “Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun.

Şimdi ikinci filtreyi deneyelim; ‘İyilik Filtresi’. Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?” diye devam eder. Adamın yanıtı yine “Hayır, tam tersi…” olur.

“Öyleyse,” der Sokrates. “Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı. ‘İşe Yararlılık Filtresi’. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?” Adam şaşkınlıkla Sokrates’e bakar. Ve der ki “Hayır, gerçekten pek işine yaramayabilir.”
Bunu duyan Sokrates derin bir nefes alarak; sözlerine vurucu noktayı koyar. ‘’İyi. Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru, iyi ve faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?”

İşte öykümüz böyle. Bundan sonrası bizlere kalmış.

Dedikodudan uzak duramıyorsak, birileri hakkında düşüncelerimizi aktarmamız, paylaşmamız gerekiyorsa bunları göz önünde bulundurmakta; yaşam şeklimize taşımakta fayda var.

Yaşadığımız dünyada DOĞRU, İYİ, FAYDALI olan her şey hepimizin kalitesine etki edecek. Bunu unutmayalım olmaz mı? Yaşam şeklimiz, saygının ve zarifliğin önderliğinde; ÖZde güzelliğe ve paylaşmaya olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.05.2014








DEDİ ve KODU… Ama ya sonrası? (1/2)

Günümüzde üniversitelerde insanlar arasındaki ilişkiler çerçevesinde üzerinde çalışılan bir konu DEDİ-KODU. Tanımını yapmanın zor olduğunu belirtiyor uzmanlar.

Güzel Türkçemizde iki fiilin birleşmesiyle oluşmuş. Öznesi gizli.

Yabancı dillerden Almanca ‘Klatschbase’; İngilizce Gossip; Fransızca Commérage; İspanyolca Comadreria olarak karşılığını buluyor. Buna değinmemin bir sebebi var. Çünkü batı dilleri kullandıkları bu kelimelerle; dedikodu kaynağı olarak yakın akrabaları ve kadınları gösteriyor. Toplumbilim açısından daha çok kadınlarımıza yakıştırılıyor olsa da; bizde cinsiyet ayrımı yok. Anlamı kendi içinde. Türkçemizin güzelliği de burada değil mi zaten?

İnsanları cezbeden yönü bir yönü var ama. Ve bu her neyse vazgeçilemiyor bir türlü. Hatta gazetelerde köşe yazılarından ziyade daha çok okunuyor. TV’de tercih edilen programların başında geliyor. İnternet ortamında en çok böylesi haberler tıklanıyor.

Genellikle plansız, programsız bir şekilde ve önemsizmiş gibi başlıyor. Sözler dile geldikçe içeriği bir o kadar doluyor. Aktarılan sözler küçük, keskin oklar misali. Vardığı yerlerden şöyle bir geçerken; son noktada can yakmaya müsait.

Yer ve zaman dedikodu söz konusu olduğunda hükmünü yitiriyor adeta. Sosyal çevreler başı çekiyor elbette. İnternet ortamları, arkadaş grupları, okullar, toplantılar, evler, iş yerleri ve hatta telefon kısacası insanların olduğu her yerde yapılıyor. 

Bize bir faydası var mı diye sormadan geçemeyeceğim? Açıkçası ben olmadığını düşünenlerdenim. Üstelik bir başkası hakkında doğru olduğuna emin olamadığımız bilgileri; kaldı ki emin olsak dahi izinsiz; bir başkasına aktarmak, paylaşmak bana naif bir duruş gibi gelmiyor. Ama çoğumuz seviyoruz. Sanki söylemesek, dedikodu yapmasak içimizde volkan patlayacakmış gibi; daha öğrenir öğrenmez hemen başkalarıyla paylaşmak için fırsat kolluyoruz.

Oysa ki her şeyden önce ne büyük bir zaman kaybı. Onun yerine hayatla ilgili paylaşılacak o kadar güzel konular varken; bizlere hiçbir getirisi olmayan bilgilerle beynimizi meşgul etmek; sizlere de anlamsız gelmiyor mu ben gibi? Duyguların zarar görmesi, güvenin sarsılması, hiç yoktan günahın alınması, gereksiz bilgilerle donanmak, kafaların karışması, sinirlerin gerilmesi ise bambaşka etkileri.

Dedikoduda taraflar var aslında.

Bir yanda aktif bir şekilde dedikoduyu yapanlar.

Diğer yanda her şeyden habersiz, pasif ve hatta günahsız dedikodusu yapılanlar.

Kıskançlığın, belki kin ya da öfkenin kol gezdiği; zaman zaman en mahrem sözlerin bile dile geldiği bir olaydan bahsediyoruz aslında. Masumluğu tartışılır.  Çünkü sonuçları vahim olabiliyor. Dedikodu kazanına atılan kişinin itibarı zayıflayabilir. İşini kaybedebilir. Evliliğini, sevdiklerini de. Hayatı kararabilir. Görünüşte siz sadece iki çift cümle söyleyip kendinizi rahatlatmayı, belki içinizdeki kini yok etmeyi düşünürsünüz. Ama bahsi geçen kişinin tüm yaşamını alt üst edebilir, kıyımlara yol açabilirsiniz. Bunu hiç unutmamak gerek.

Peki zararlarını bildiğimiz halde dedikodudan neden hiç vazgeçilemiyor dersiniz? Hatta neden baldan tatlı geliyor kimileri için? Cevabı hiç de kolay değil.

Kültürlü, eğitimli, saygılı, erdemli, kendini bilen, kendisine güvenen, zamanın değerinin farkında olan insanların tercih edeceği bir durum değil diye düşünüyorum ben ısrarla. Bazı uzmanlar tarafından toplumsal bir hastalık olarak belirtilmesi de bunu güçlendirir yönde zaten. Çünkü dedikodudan vazgeçemeyen, bulduğu her fırsatı değerlendiren bu kişilerin kimseyle gerçek arkadaş ve dost olması mümkün değil diyor uzmanlar.

Bir şekilde kendilerinde olmayanları dedikodunun sisli perdesi ardına saklamaya çalışıyorlar. Çünkü kendilerine güven duymuyorlar. Kendi kendilerine yetemiyorlar. Kendilerine has kusurlarını görmezden geliyorlar. Gerek yaşamla gerekse sosyal çevrelerinde insanlarla kurdukları  ilişkileri sağlıksız. Ruhsal hastalıkların temel nedeni de bu değil mi zaten?

Bakın GOSSIP (Dedikodu) kitabının yazarı İngiliz profesör Patricia Meyer Spacks, dedikoduyu yorumlarken, madalyonun iki farklı yüzünden bahsetmiş.

‘’Dedikodu, nispeten küçük gruplar içinde yapılır. Genellikle, insan sayısı arttıkça da seviyesi düşer. Ancak yine de bu önemli konu iki farklı açıdan incelenmelidir. Madalyonun birinci yüzüne baktığımızda, dedikodu tamamen kötü bir varlık olarak görünür. Bu eylemi yapanların hesabına, konu olanların ise aleyhine çalışır. Kıskançlığı ve kızgınlığı körükler. Anlık da olsa dedikoducuya güçlülük hissi kazandırır. Madalyonun ikinci yüzünde ise dedikodunun samimiyet boyutu vardır. Bu açıdan bakılınca, her ortamda rahatlıkla içini açamayan veya baskı altında olduklarını hisseden kişilere kendilerini ifade etme imkanı verir. Yani bu haliyle mühim bir dayanışma aracı olarak da yorumlanabilir.’’ (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.05.2014
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...